KIRIKKALE İLİ, BALIŞEYH İLÇESİ, KARGIN KÖYÜ
TANITMA SAYFASI
“Kargın: derelerde ve çataklarda boz bulanık akan, içinde taş ve toprak bulunan yağmur suyu, sel.” MnR YşR |
TÜRKOĞLU TÜRK'ÜM BEN
Ceddim belli, atam belli.
Toprak belli, vatan belli. Şehit olup yatan belli. Türkoğlu Türk'üm ben. Bir
sabah ağarınca tan, Ergenekon'da yazıldı destan. Bu topraklar sanma ki bostan,
Türkoğlu Türk'üm ben. Altaylar'dan çıkıp geldim, Malazgirt'te ne canlar verdim,
koskoca bir orduyu yendim, Türkoğlu Türk'üm ben. Tarihler boyu hep coştum.
Fatih önde İstanbul'a koştum, çağ kapattım çağ açtım, Türkoğlu Türk'üm ben.
Düşman sürüsüne karşı Mehmed'im, Çanakkale'de 253 bin şehidim. Destanlar
yazdım, tarih şahidim, Türk oğlu Türk'üm ben. İstiklal için ölümü aldım göze,
düşmanların topunu getirdim dize. Cümlesini denize döktüm denize, Türkoğlu
Türk'üm ben. Ezan oldum dinmedim, bayrak oldum inmedim, şehit oldum ölmedim.
Türkoğlu Türk'üm ben. Namertle yoldaş olmadım, dokuz yandım sönmedim, asla
yolumdan dönmedim, Türkoğlu Türk'üm ben. Oğuz Boylum asil soylum, yılanlarla
dolu koynum, kesilir ama çekilmez boynum, Türkoğlu Türk'üm ben'.
Ben bir
Türk'üm dinim, cinsim uludur
Sinem,
özüm ateş ile doludur.
İnsan
olan vatanının kuludur
Türk
evladı evde durmaz, giderim.
...
Bu
topraklar ecdadımın ocağı
Evim
köyüm hep bu yurdun bucağı.
İşte
vatan! İşte Tanrı kucağı!
Ata
yurdun evlat bulmaz, giderim.
...
Yaradan'ın
kitabını kaldırtmam
Osmancığın
bayrağını aldırtmam.
Düşmanımı
vatanıma saldırtmam
Tanrı
evi viran olmaz giderim.
...
Tanrım
şahid duracağım sözümde
Milletimin
sevgileri özümde.
Vatanımdan
başka şey yok gözümde
Yar yatağın
düşman almaz, giderim.
...
Ak
gömlekle gözyaşımı silerim
Kara
taşla bıçağımı bilerim.
Vatanımçün
yücelikler dilerim
Bu
dünyada kimse kalmaz, giderim.
Oğuzlar
Oğuz
Boyu
Oğuz Türkleri, Oğuz Han'ın 6 oğlu ve onların 4'er oğlundan meydana
gelmişlerdir. Meydana gelen bu 24 boyun ayrı adı ve ünvanları vardır. Bu
bölümleme, Oğuz Kağan Efsanesi'nden kaynaklanmaktadır. Bugün; Türkiye,
Balkanlar, Âzerbaycan, İran, Irak ve Türkmenistan’da yaşayan Türklerin ataları
olan büyük bir Türk boyu. Oğuzlara, Türkmenler de denir.
Orta Asya kökenli Türk halklarından olan Oğuz boyları, X. yy civarında
göçebe bir yapıyla yer değiştirmeye başlamışlar ve coğrafi olarak
yayılmışlardır. Oğuz Türkleri, bugünkü Türkiye Türklerinin (Selçuklular, Osmanlılar,
diğer Türkmen beylikleri ve boyları) atası sayılmaktadırlar.
Türk insanı vatan toprağını (yeşili) korumak için cesaretini Ulu Gök
Tanrı’nın, yani Ulu/Ali/Al ışığından alır; başına AL bağlayarak şehit olmaya,
alnına ve eline AL kına (güneş, şems) yakarak askere gider; Türk’ün bayrağı Al
Bayrak’tır.
Türk’ün inanışı Yeşil’dir; çünkü yeşil berekettir, buğdaydır
(Buyda/Buda), ekmektir. Onu verene dua eder; “Allah bereket versin” der. Şehit olmak, Allah’ın verdiği bereketi
(yeşili), yani çocuklarının rızkını, düşmana kaptırmamak içindir. Yani Kırmızı
ile Yeşil, Türk Oğuz töremizin iki temel sembolüdür. Türk, Al-Yeşil giyer,
allanır…
Oğuz kelimesinin türeyişiyle ilgili çeşitli fikirler ileri sürülmüştür.
Kelimenin boy, kabile mânâsına gelen “Ok” ve çokluk eki olan “z”nin
birleşmesinden “Ok-uz” (oklar, koylar) anlamında olduğu ileri sürüldüğü gibi,
oyrat (haşarı, yaramaz) kelimesinin eş anlamlısı olduğunu iddiâ edenler de
vardır. Ancak kelime, Anadolu ağızlarında “halim selim, ağırbaşlı” mânâlarına
da kullanılmaktadır. Arap kaynaklarında ise “guz” veya “uz” şeklinde
geçmektedir.
İlk zamanlar Üçok ve Bozok adlarıyla iki ana kola ayrılmış olan Oğuzlar,
daha sonraki devirlerde, Dokuz Oğuz, Altı Oğuz, Üç Oğuz adlarında boylara da
ayrıldılar. Oğuzlar, yirmi dört boydan meydana gelmişti. Bunlardan on ikisi
Bozok, on ikisi Üçok koluna bağlıydı. Tarihçiler, hazırladıkları cetvellerde
Oğuz boylarının adlarını, sembollerini ve ongunlarını (armalarını)
göstermişlerdir. Buna göre, Bozoklar; Kayı, Bayat, Alka Evli, Kara Evli, Yazır,
Dodurga, Döğer, Yaparlu, Afşar, Begdili, Kızık, Kargın; Üçoklar ise; Bayındır,
Peçenek, Çavuldur, Çepnî, Salur, Eymur, Ala Yundlu, Yüreğir, İğdir, Büğdüz,
Yıva, Kınık boylarına ayrılmışlardı. Bugün Türkiye’de yirmi dört Oğuz boyuna
ait işaret ve yer adlarına çok rastlanmaktadır.
Oğuz adına ilk defa Yenisey Kitabelerinde rastlanmaktadır. Barlık Irmağı
yöresinde bulunan bu kitabelerde; “Altı Oğuz budunda” sözü yer almaktadır. Öz
Yiğen Alp Turan adlı bir beye ait olan bu kitabelerin yazıldığı devirde,
Oğuzlar, Göktürkler'in hakimiyeti altında altı boy hâlinde Barlık Irmağı
kıyılarında yaşamakta idiler.
Altıncı yüzyıldan itibaren Göktürklerin idaresinde toplanan Türk
kabilelerinden bir kısmı gibi Oğuzlar da kendi aralarında birlik kurarak
Tula-Selenga ırmakları bölgesinde Dokuz-Oğuz Kağanlığını meydana getirdiler.
Göktürk kağanlığının, Kutlug Şad (İlteriş Kağan) tarafından 682’de ikinci defa
kurulmasından sonra, Göktürkler, hâkimiyetlerini kabul etmeyen Oğuzlar üzerine yürüdüler.
Tula Irmağı kıyısında yapılan kanlı bir savaşta, Oğuzlar yenildiler. Fakat,
Göktürklerin hâkimiyetini kabul etmediler. İlteriş Kağan, Oğuzlar üzerine
birçok sefer düzenledi ve Baz Kağanı öldürdü. Oğuzların merkezi Ötüken ve
çevresini ele geçirdi. Bu yenilgi karşısında İlteriş Kağan’ın hâkimiyetini
kabul etmek zorunda kalan Oğuzlar, Göktürklerin Kırgız seferine katıldılar.
Göktürk hakanlarından Bilge Kağan zamanında isyan ettiler. Bir sene içinde bir
kaç defa harbe giren Oğuzlar; yenilerek, geri çekildiler. Daha sonra
Dokuz-Tatarlar ile ittifak kurarak Göktürklerle mücadele ettilerse de yine
bozguna uğrayarak, Çin taraflarına göç ettiler. Bir müddet sonra tekrar eski
yurtlarına döndüler. Bu mücadelelerde zayıflayan Göktürkler, 745’te Uygurlar
tarafından yıkıldı. Bu esnada Uygurlara yardım eden Oğuzlar, Uygur Devletinin
dayandığı başlıca boylardan biri oldu. Uygurlarla birlikte Basmıl ve
Karluklar'a karşı savaştılar. Fakat zaman zaman Uygurlara karşı da isyan
etmekten geri durmadılar. Eski müttefikleri Dokuz-Tatarlar ile birleşerek Uygur
Kağanı Moyunçur’a karşı cephe aldılar. Zaman zaman Çin’e gittiler. Daha sonra
Çin’den çıkarak eski yurtlarına döndüler. Uygur Devletinin yıkılması üzerine
batıya göçerek Sir Derya (Seyhun) kıyılarına ve onun kuzeyindeki bozkırlara
yerleştiler. Onuncu yüzyılda, göçebe hayatı yanında, yerleşik bir hayat sürmeye
de başladılar. Göçebe Oğuzlar, daha ziyade koyun, at, deve, sığır
yetiştiriciliği ve ticaretle uğraşıyorlardı. Yerleşik Oğuzlar ise, Sabran
(Karacuk), Suğnak, Karnak, Sütkent gibi şehirlerde oturuyorlardı. Onuncu asırda
henüz Müslüman olmamış olan Oğuzlar, inanışları gereği bir takım ibadet ve
âyinleri yerine getiriyorlardı. Ancak yaşayış bakımından İslâmiyet'e uygun
tarafları vardı. Soy temizliğine ehemmiyet verirlerdi. Bilhassa zina gibi
suçların cezası ölümdü.
Onuncu asrın başlarında Oğuzlar, Mâverâünnehir çevresinde yerleşip, Yabgu
denilen hükümdarın idare ettiği bir devlet kurdular. Devlet ve millet işlerinin
bir mecliste istişare edildiği ve subaşı denilen ordu kumandanı, Yabgu’nun
vekili ve nâibi olan tegin, İnal ve Tarkan unvanlarını taşıyan memurlar vardı.
Oğuzların bu sıradaki başşehirleri, Sir Derya kıyısındaki Yeni Kent idi. Yabgu
Devleti zamanında Oğuzlar, Üçok ve Bozok diye iki kısma ayrılmışlardı.
Onuncu asrın sonlarında İslâm dînini kabul ederek iyice güçlenen Oğuzlar,
komşuları Peçenekler ve Hazarlar ile savaşlar yaparak onları yendiler. Fakat
11. yüzyılın ortalarında, Oğuzların İslâm dînini kabul etmemiş olan bir kısmı,
Kıpçaklar'ın baskısıyla yurtlarını terk ederek Karadeniz’in kuzeyinden Tuna
boylarına, oradan da Balkanlara indiler. İslâm dînine girmedikleri için
etraflarını saran Hıristiyan devletlerin baskısıyla kısa zamanda benliklerini
kaybederek, örf, an’ane ve geleneklerini unuttular. Eriyip, yok oldular. Geri
kalanları da Bizans hizmetine girdiler. 1071’de yapılan Malazgirt Meydan
Muharebesi'ne Bizanslıların yanında katıldılar. Fakat çok geçmeden Selçuklular
tarafına geçtiler.
İslâm dînini kabul eden Selçuk Bey’in idaresindeki Oğuz boyları ise, Oğuz
Yabgu Devleti hükümdarının, kendilerine kötülük yapacağından çekinerek,
yurtlarından ayrılıp İslâm diyarı olan Horasan taraflarına gittiler.
Mâverâünnehir’de kalan diğer Oğuz boyları da, Kıpçakların hücum ve baskıları
sonunda dağıldılar. Böylece Oğuzlar Devleti yıkıldı. Yerlerinde kalan Oğuzlar
ise Karaçuk dağları bölgesinde, Mangışlak’da ve Seyhun Nehri kıyılarında
yerleştiler. Daha sonra Karahıtayların ve Karlukların baskısı netîcesinde,
Horasan’a gelip Selçuklulara tâbi oldular.
Selçuk’un büyük
oğlu Arslan İsrâil, Horasan’da hâkimiyet kurup, diğer Oğuz boylarını idaresi
altında topladı. Daha sonraları, Tuğrul ve Çağrı Beyler idaresindeki
Selçuklular, Sâmânoğulları ile ittifak kurarak, Karahanlılar'a ve Gazneliler'e
karşı mücadele ettiler. Selçukluların başarılı idareleri sebebiyle pekçok Oğuz
boyu onların hâkimiyetinde toplandı. Birçokları yerleşik hayata geçti.
Selçuklu Devletinin kurulmasında esas rolü oynayan Oğuzlar ve diğer Oğuz
boyları, 11. yüzyılın ikinci yarısından itibaren akın akın İran, Irak, Anadolu
ve Suriye’ye doğru yayıldılar. Selçuklu Devletinin sınırlarını Ceyhun Nehrinden
Akdeniz’e kadar genişlettiler. İslâmiyet'i kabul etmeden önce dünyevî maksatlar
ve kuru cihangirlik için çalışan, harp eden ve soylarının temizliğiyle tanınan Oğuzlar,
İslâm dînini kabul ettikten sonra, Allahü teâlânın yüce dîni olan İslâmiyet'i
yaymaya gayret ettiler. Gittikleri yerlerde doğruluğun, adaletin, ilmin ve
medeniyetin savunuculuğunu yaptılar. İnsanlara hizmet etmek, ilmin ve
medeniyetin yayılmasını sağlamak için pekçok cami, medrese, kervansaray, hamam
ve köprü yaptırdılar. Büyük Selçuklu, Türkiye Selçukluları, Akkoyunlular,
Salgurlular, Artukoğulları, Karamanoğulları, Ramazanoğulları, Dulkadiroğulları
ve Osmanlı devletlerini kurarak İslâm dîninin yayılmasına hizmet ettiler.
İslâmiyet'in ve Müslümanların yok edilmesi için çalışan Haçlılara karşı parlak
zaferler kazandılar. İslâmiyet'e, ilme ve adalete karşı olan ortaçağ
Avrupa’sına pekçok yenilikleri götürdüler. Dokuz yüz sene boyunca, kurdukları
devletlerin sınırları içinde yaşayan bütün unsurlara karşı İslâm dîninin
emirleri doğrultusunda hareket ederek, hizmet ettiler. Bugün Türkiye,
Âzerbaycan, İran, Türkmenistan, Afganistan, Irak ve Suriye’de yaşayan Türkler,
Oğuzların neslindendir.
Oğuz teşkilâtı, yirmi dört boyun çıkardığı sülâleler ve meşhûr
şahsiyetleri:
Boz-Oklar: Dış
Oğuzlar da denip, Sağ kolu teşkil ederler. (Bkz. Oğuz Kağan Destanı)
1.
Gün-Alp/Gün-Han: Sembolü şâhin. Oğulları: a) Kayıg/Kayı-Han: “Sağlam, berk”
mânâsındadır. Üç kıta ve yedi denize altı yüz yıldan fazla hâkim olan Osmanlı
sülâlesi bu boydandır. Kayı Boyundan Ertuğrul Gâzi ve her biri birer müstesnâ
şahsiyete sâhip, çoğu dâhî, cihangir, kumandan, şâir ve sanatkâr olan Osmanlı
sultanları, Kayı Han neslinin kıymetini göstermeye kâfidir. b) Bayat:
“Devletli, nîmeti bol” mânâsındadır. Maraş ve çevresine hâkim olan
Dulkadiroğulları, İran’da Kaçarlar, Horasan’da Kara Bayatlar, Maku ve
Doğubeyazıt hanları, Kerkük Türkmenlerinin çoğu, bu boydandır. Dede Korkut
kitabını 1480’de Hicaz’da yazan Tebrizli Hasan ve meşhûr şâir Fuzûlî bu
boydandır. c) Alka-Bölük/Alka-Evli: “Nereye varsa başarı gösterir”
mânâsındadır. Türkiye ve Âzerbaycan’daki Alaca, Alacalılar adı taşıyan yerler
bu boyun hatırasıdır. d) Kara-Bölük/Kara-Evli: “Kara otağlı (çadırlı)”
mânâsındadır. Karalar ve karalı gibi coğrafî yer adları bunlardan kalmadır.
2.
Ay-Alp/Ay-Han: Sembolü kartal. Oğulları: a) Yazgur/Yazır: “Çok ülkeye hâkim”
mânâsındadır. Ab-Yabgu devrindeki Yenibent Yabguları, Batı Türkistan’daki Cend
Emirleri, Kara-Daş denilen Horasan Yazırları, Ahıska’dan aşağı Kür boyundaki
Azgur-Et (Azgur Yurdu) Kalesi, Kürmanç Kürtlerinin Azan Boyu, Toroslardaki
Gündüzoğulları Hanedanı bu boydandır. b) Tokar/Töker/Döğer: “Dürüp toplar”
mânâsındadır. Yenikentli Vezir Ayıdur, Harput-Diyarbakır-Mardin hâkimleri,
Artuklular, Sincar-Siverek, Suruç arasında hâkim eski Caber Beyleri, Memluklar
devrinde Halep Döğeriyle Hama Döğerleri, bugünkü Mardin-Urfa arasında yirmi
dört oymaklı Kürt Döğerleri, Hazar Denizi doğusundaki Saka Boyu Takharlar;
Şavşat’taki Ören kale, To-Kharis ve Malatya’nın Tokharis bucağı, Dağıstan’daki
Digor ve Kars ve Arpaçay sağındaki Digor kazası bu boydan hatıradır. c)
Totırka/Dodurga/Dödürge: “Ülke almak ve hanlık yapmak” mânâsındadır. Sivas
doğusundaki Tödürgeler bu boydandır. d) Yaparlı: “Misk kokulu” mânâsındadır.
Zaza Çarekliler ve misk ticareti yapan Yaparı Oymağı bu boydandır. Yaparı
Oymağının Akkoyunlu ve Giraylı camilerinin mihrap duvar harcına bu güzel
ıtriyattan kattıklarından hâlâ hoş kokmaktadır. Diyarbakır ve Kırım’da
hatıraları vardır.
3.
Yıldız-Alp/Yıldız Han: Sembolü tavşancıl. Oğulları: a) Avşar/Afşar: “Çevik ve
vahşî hayvan avına hevesli” mânâsındadır. Hazistan Beyleri, Konya’daki
Karamanoğulları, İran’daki Avşarlı Nâdir Şah ve hanedanı, Ürmiye ve Horasan
Afşarları bu boydandır. b) Kızık: “Yasakta pek ciddi ve kuvvetli” mânâsındadır.
Gaziantep, Halep ve Ankara çevresindeki Kızıklar, Doğu Gürcistan’da ve Şirvan
batısındaki ovaya Kızık adını verenler bu boydandır. c) Beğdili: “Ulular gibi
aziz” mânâsındadır. Harezmşahlar, Bozok/Yozgat-Raka/Halep çevresindeki
Beğdililer, Kürmanç Badılları bu boydandır. d) Karkın/Kargın, “Taşkın ve
doyurucu” mânâsındadır. Akkoyunlu-Dulkadiroğlu ve Halep-Hatay bölgesindeki
Kargunlar, Doğu Anadolu ve Âzerbaycan’daki ilkbaharda eriyen karların suları
ile kopan sel ve su kabarmasına da Kargın/Korkhun denilmesi bu boyun
adındandır.
Üç-Oklar: İç
Oğuzlar da denilir, sol kolu teşkil ederler.
1. Gök-Alp/Gök
Han: Sembolü sungur. Oğulları: a) Bayundur/Bayındır: “Her zaman nîmetle dolu
yer” mânâsındadır. Akkoyunlular sülâlesi, İzmir’den Âzerbaycan’daki Gence’ye
kadar Bayındır adlı yerler bu boydan gelir. b) Beçene/Beçenek/Peçenek: “İyi
çalışkan, gayretli” mânâsındadır. Karadeniz kuzeyi ile Balkan Yarımadasına
göçen ve 1071 Malazgirt ile 1176 Miryokefalon Meydan Muhârebelerinde
Bizanslılardan ayrılarak Selçuklular safına geçen Peçenekler, Dicle
Kürmançlarının iki ana kolundan güneydeki Beçene Kolu, Ankara-Çukurova Halep
bölgelerindeki Türkmen oymaklarından Peçenekler bu boydandır. c)
Çavuldur/Çavındır: “Ünlü, şerefli, cavlı” mânâsındadır. Türkmenistan’da
Mangışlak Çavuldurları, Çorum çevresindeki Çavuldur ve Anadolu’daki Çavdar
Türkmen oymakları, Erzurum ve çevresindeki Çoğundur adlı köyler bu boyun
adından gelmektedir. d) Çepni: “Düşmanı nerede görse savaşıp hemen çarpan,
vuran ve hızlı savaşan” mânâsındadır. Rize-Sinop arasındaki çok usta demirci
Çepniler ve Çebiler, Kırşehir, Manisa-Balıkesir çevresindeki ve Kars ile Van
bölgelerinde Türkmen Oymağı Çepniler bulunmaktadır.
2. Dağ-Alp/Dağ
Han: Sembolü uçkuş. Oğulları: a) Salgur/Salur: “Vardığı yerde kılıç ve çomağı
ile iş görür” mânâsındadır. Kars ve Erzurum hâkimi Salur Kazan Han Sülâlesi,
Sivas-Kayseri hükümdarı âlim ve şair Kadı Burhâneddin Ahmed ve Devleti, Fars
Atabegleri, Salgurlular, Horasan’daki Teke-Yomurt ve Sarık adlı Türkmenlerin
çoğu bu boydandır. b) Eymür/Imır/İmir: “Pek iyi ve zengin” mânâsındadır.
Akkoyunlu, Dulkadirli ve Halep Türkmenleri içindeki Eymürlü/İmirlü oymakları,
Çıldır ve Tiflis’teki iyi halıcı ve keçeci Terekeme Oymağı bu boydandır. c)
Ala-Yontlup/Ala-Yundlu: “Alaca atlı, hayvanları iyi” mânâsındadır. Yonca
kelimesi bu boyun hatırasıdır. d) Yüregir/Üregir: “Daima iyi iş ve düzen
kurucu” mânâsındadır. Orta Toros ve Çukurova Üç-Oklu Türkmenlerinin çoğu, Adana’daki
Ramazanoğulları bu boydandır.
3. Deniz
Alp/Deniz Han: Sembolü çakır. Oğulları: a) Iğdır/Yiğdir/İğdir: “Yiğitlik,
büyüklük” mânâsındadır. İçel’in Bozdoğanlı Oymağı, Anadolu’da yüzlerce yer adı
bırakan İğdirler, İran’da büyük Kaşkay-Eli içindeki İğdirler ve Iğdır adı, bu
boyun hâtırasıdır. b) Beğduz/Bügdüz/Böğdüz: “Herkese tevâzu gösterir ve hizmet
eder mânâsındadır. Dicle Kürtleri ilbeği olup, Hazret-i Peygamber’e elçi giden
(622-623 yılları arasında Medîne’ye varan), Bogduz-Aman Hanedanı temsilcisi ve
Kürmanç’ın iki ana kolundan Bokhlular/Botanlar, Yenikent-Yabgularından onuncu
yüzyıldaki Şahmelik’in Atabegi Kuzulu, Halep Türkmenlerinden Büğdüzler bu
boydandır. c) Yıva/Iva: “Derecesi hepsinden üstün” mânâsındadır. Büyük Selçuklu
Sultanı Melikşâh (1072-1092) devrinde Suriye ve Filistin’i feth eden Atsız Beğ,
12. yüzyılda Hemedân batısında Cebel bölgesi hâkimleri Berçemeoğulları,
Haçlıları Halep çevresinde yenen Yaruk Beg, Güney-Âzerbaycan’daki Kaçarlu-Yıva
Oymağı bu boydandır. Ankara’da çok makbul yuva kavunu bu boyun yerleştiği ve
adları ile anılan köylerde yetişir. d) Kınık: “Her yerde aziz, muhterem”
mânâsındadır. Büyük ve Anadolu Selçuklu devletleri, Orta Toroslardaki Üçoklu
Türkmenler, Halep-Ankara ve Aydın’daki Kınık Oymakları bu boydandır.
===0===
OĞUZ
KAĞAN'IN TÜRKLÜK DUASI
ULU TANRI !.
GÜZEL TANRI !.
GÖK TANRI !.
ULU TANRI !.
GÜZEL TANRI !.
GÖK TANRI !.
Sen Türk'ü Türk yurtlarını koru !.. Düşman şerrinden sakla ! TÜRK'ü
yiğitlikte daim et ! TÜRK'ü erlik davasıyla yaşat ! TÜRK'ü gerçekçi yap !
TÜRK'ün gönlüne herşeyden önce, hatta kursağına ekmek koymadan evvel TÜRK'lük
sevgisini koy ! TÜRK'ü ideal ile yaşat ve ideali hakikat yapmaya çalışsınlar !
Törelerini canları gibi saklat ! TÜRK'e zevk ve rahat verme ! Bilakis zahmete
alıştır ! Zahmetle yürekleri, bedenleri demir olsun ! Bu sayede onlara yüksek
çalışma kudreti verirsin ! TÜRK'ü faal, cevval edersin. TÜRK'e değişmez bir
seciye ver ! Zamanla seciyesi değişmesin, sade tekemmülle tadilat görsün !
ULU
TANRI !.
Milli kuvvet, namus, ahlak, azim , sebat, ideal, TÜRKÇÜLÜK ruhu,
yurtseverlik, ilim, sanat teşkilatı, intizam, beden kuvveti ve zenginlik ile
hasıl olduğundan; TÜRK'e bunları ver ! TÜRK'ten hırsız, namuzsuz türerse hemen
kahret ! TÜRK'e benlik, hem de yüksek bir benlik ver ! TÜRK nefsine itimat
sahibi olsun ! TÜRK'ü muhakemeli, ciddi adam olarak yarat ! Hissiyatına
kapılıp, öfke ile ayaklanmasın ! Birden barut gibi parlamasın ! Daima soğuk
kanlı olsun ! TÜRK'ü her milletten cesur yarat ! Öç almayı TÜRK asla unutmasın
!
ULU TANRI !.
Namuzsuz bir tek TÜRK yaratacağına, dünyayı yık daha iyi ! Ne kadar
korkak TÜRK varsa hepsini helak et ! TÜRK herşeyi mukayese etsin ! Yalnız akıl
ve mantık denen şeylere bırakma onu ! Sabırlı, derde dayanıklı olsun ! İradesi
çelik gibi olsun ! Dönek TÜRK yaratma ! TÜRK'leri maymun iştahlı yapma ! TÜRK
daima ihtiyatla adım atsın ! Kimsenin tatlı diline inanmasın ! Kimseye emniyet
olmasın ! Çalışma zekâdan üstün bir kıymet olduğundan, TANRI, sen TÜRK'ü
çalışkan et ! TÜRK'ün ömrü çalışma ile geçsin ! Ona daima çalışma aşkı ver !
Hele elbirliği ile çalışmayı alet etsin ! Tembel TÜRK'ü hemen öldür !
TÜRK'e her milletinkinden üstün zeka ver! Zeka ve çalışma; ikisi bir
arada olunca TÜRK'ün önünde durulmaz! Milli büyüklüğün tek şartı yüksek ideal,
buna alışmak için de yüksek ahlak, fedakarlık ve sebat lazım olduğundan
TÜRK'leri ahlaklı, sebatlı ve fedai kıl! TANRI, TÜRK'leri sen kendi elinle
birleştir ve herşeyden evvel ruhları birleşsin! Onları tek bir kafa gibi
birleştirici kültür sahibi et! TÜRK'ü töresine sadık kıl, Tanrı! TÜRK budunu:
Biliniz ki atalar töresi asırların tecrübesi ile husule gelmiş büyük bir
hikmettir. Tanrı beni töreye dokunmaktan ve dokundurmaktan sakladı ve saklasın
ULU
TANRI !.
Türk milletini lafçı değil, elinden iş gelir insanlar et ! Bir şey
söylemek vazife yapmak değildir. Onu fiilen yapmak ve yaptırmanın vazife
olduğunu beyinlere sok !
GÜZEL
TANRI !.
Sana hepsinden çok yalvardığım şudur : TÜRK'ü dalkavukluktan
kurtar ! Dalkavukluk ve emsali vasıtalara zengin olmaktan koru ! TÜRK'e kötü
para hırsı verme ! Dalkavukları yok et !
AMAN TANRI !.
AMAN TANRI !.
TÜRK aile, töre ve disiplinini her şeyden evvel koru! TÜRK toprağında
hürler yaşasın. Adaletten başka bir şey hüküm sürmesin! Sen TÜRK'e tabii
şeylere tabiata karşı sevgi ver! TÜRK yurdunda yoksulluk o kadar azalsın ki
fakirlik suç sayılsın!
Acunu ( Dünyayı ) Yaratan Yüce Tanrı !.
TÜRK'e insaniyetten evvel TÜRK milletini düşündür. İnsanların insaniyet
dedikleri şey, göz boyamak için icat edilmiş bir boyadır. İnsaniyet maskesi taşıyan
öyle milletler vardır ki maskelerinin altında canavarlar yaşar. İnsaniyeti
gören olmadı. TANRI, TÜRK'e sağlam, sürekli irade ver! Güçlüklerde, sabrını,
tahammülünü aynı zamanda gayretini arttır! Ona esas seciye olarak vazife
muhabbeti ve mesuliyet duygusu ver! Mesuliyeti TÜRK yurdundan eksik etme! En
büyük kuvvetinTÜRKLÜK aşı olduğunu TÜRK'e öğret!
TANRI !.
TÜRKÇE konuşulan, TÜRK'e yurtluk etmiş olan yerleri kıyamete kadar
TÜRK'ün hükmü altında bırak !
YÜCE ALLAH TÜRKÜ KORUSUN
===0===
KARGIN
— Köy —
|
|
|
|
Ülke
|
|
318
|
|
71
|
|
7152
|
|
KARGIN KÖYÜ FOTOĞRAFLARI
Kültür; Köyün Türkmen kültürü yaygındır.
Coğrafya; Kırıkkale iline 35 km, Balışeyh
ilçesine 15 km uzaklıktadır.
Altyapı bilgileri; Köyde, ilköğretim
okulu vardır ancak kullanılamamasının yanı sıra taşımalı eğitimden
yararlanılmaktadır. Köyün içme suyu şebekesi ve kanalizasyon
şebekesi vardır. PTT
şubesi ve PTT acentesi yoktur. Sağlık ocağı ve sağlık evi yoktur. Köye ulaşımı
sağlayan yol asfalt
olup köyde elektrik
ve sabit telefon
vardır.
Nüfus; Yıllara göre köy
nüfus verileri, 2012 yılında 78, 2000 yılında 171, 1997
yılında 136 dir.
Ekonomi; Köyün ekonomisi tarım ve
hayvancılığa dayalıdır.
Köyümüz Yer ve Mevki isimleri;
Ankara - Samsun Karayolunun köyümüz tarafı (kuzey tarafı) yer ve mevki isimleri:
- Çit özü (Ankara Samsun yolu paraleli)
- Taşlı Yokuş,
- Cin özü,
- Katranlı ( Çit özünün Yağlı kasabasına doğru devamı)
- Büyük Beşiktepe, (Yağlı kasabasına sınır)
- Küçük Beşiktepe, ( " " " )
- Hu Bayırı , (Karalı köyüne sınır)
- Damlacık, " " "
- Çukurçeşme, " " "
- Kınalı Çeşme, " " "
- Ören, " " "
- Öz, " " "
- Çatal Arkaç, " " "
- Çayın Yanı, (köy önü harman yeri bitişiiği)
- Döllük, (Yenilli köyü sınır)
- Beserek, " " "
- Baygara, " " "
- Gücük Burnu, (Ankara-Samsun yolu kenarı İzzet köyü sınır)
- Sahan Ağzı, (Köy girişi gedik yanı)
Ankara-Samsun Karayolu Güney tarafı
- Pekmez Toprağı (İzzettin köyü sınır )
- Elicek, " " "
- Acem Bayırı, (Yağlı Kasabası-İzzettin köyü sınır.)
- Kangallı. (Yağlı kasabası sınır.)
KARGIN KÖYÜ FOTOĞRAFLARI
(12.03.2015)
- Çit özü (Ankara Samsun yolu paraleli)
- Taşlı Yokuş,
- Cin özü,
- Katranlı ( Çit özünün Yağlı kasabasına doğru devamı)
- Büyük Beşiktepe, (Yağlı kasabasına sınır)
- Küçük Beşiktepe, ( " " " )
- Hu Bayırı , (Karalı köyüne sınır)
- Damlacık, " " "
- Çukurçeşme, " " "
- Kınalı Çeşme, " " "
- Ören, " " "
- Öz, " " "
- Çatal Arkaç, " " "
- Çayın Yanı, (köy önü harman yeri bitişiiği)
- Döllük, (Yenilli köyü sınır)
- Beserek, " " "
- Baygara, " " "
- Gücük Burnu, (Ankara-Samsun yolu kenarı İzzet köyü sınır)
- Sahan Ağzı, (Köy girişi gedik yanı)
Ankara-Samsun Karayolu Güney tarafı
- Pekmez Toprağı (İzzettin köyü sınır )
- Elicek, " " "
- Acem Bayırı, (Yağlı Kasabası-İzzettin köyü sınır.)
- Kangallı. (Yağlı kasabası sınır.)
KARGIN KÖYÜ FOTOĞRAFLARI
(12.03.2015)
İlçe:BALIŞEYH
(İlçe adını Oğuz Kayı Beyi Ertuğrul Gazi’nin yakın arkadaşı
Şeyh Edebali’nin diğer adı olan Balı-Şeyh’ten almıştır. Yerleşim tarihi
1230-1258 yılları arasındadır. İlçede Selçuklu dönemine ait caminin bulunması
bu tarihi doğrulamaktadır.İlçe kuzeyde Sulakyurt İlçesiyle 24 km., güneyde
Keskin İlçesiyle 12 km., doğuda Delice İlçesiyle 35 km. ve batıda Kırıkkale
Merkez İlçesiyle 47 km. mülki sınırları ile çevrilmiş; toplam 136 km. mülki
sınırlara ve 615 km2 yüzölçümüne sahiptir.İlçeden geçen E-88 Devlet Karayolunun
Ankara’yı Karadeniz ve Doğu İllerine bağlayan önemli yollardan biri olması
ayrıca D.D.Y.’nın geçmesi, İlçenin önemini arttırmaktadır.İlçede genellikle
karasal iklim sürmektedir. Yazları sıcak ve kurak, kışları genellikle soğuk ve
kısmen kar yağışlıdır.Bölgenin en yüksek kesimi güneyde bulunan Denek Dağı ile
kuzeydoğuda bulunana Koçubaba Seydim Tepesi’dir. Bu iki bölümde E-88 Devlet
Karayoluna gelindikçe alçalan bir arazi kesimi mevcuttur. E-88 Devlet
Karayolunun bulunduğu kısım düz ve ova görünümündedir. Bölge arazisinin hemen
hemen tamamı tarım alanıdır. İlçe dahilinde en yüksek rakım 1140 m., en düşük
rakım ise 872 m, ortalama rakım ise 1000 m’dir.İlçenin 2000 nüfus sayımına
görei merkez nüfusu 3344, Koçubaba 811, Kulaksız kasabası 1435 ve köyler nüfus
toplamı 6618’dir. İlçenin genel toplam nüfusu ise 13.702 ‘dir. İlçeye Kulaksız,
Koçubaba kasabaları ile 26 adet köy bağlıdır. )
İl: KIRIKKALE
İle Uzaklığı:35km
İlçeye Uzaklığı:15km
Rakım:960m
Tarihi:
Karkın boyu: Karkın boyu Oğuz Kağan Destanı'na göre Oğuzların 24 boyundan biridir. Bu boyların Bozoklar kolundan (sağ kolundan) Oğuz Kağan'ın oğlu Yıldız Han'ın soyundan geldikleri kabul edilir. Akkoyunlu ve Dulkadiroğulları bu boydan gelmektedir. Karkın “Taşkın ve doyurucu” anlamındadır.
Kargın, Kırıkkale ilinin Balışeyh ilçesine bağlı bir köydür. Köy 11.yy başında oğuz boylarından olan karkın boyu tarafından kurulmuştur.Başlarda yerleşik yaşama geçmeyip sonradan geçmişlerdir.Köyü kuran boyun daha birçok ilde yerleşim yerleri vardır.
Kargın, Kargın Türkmanı.
Balışeyh ilçesine bağlı Kargın köyünün bu cemaat tarafından kurulduğu tahmin edilmektedir. Karkın Oğuzların Bozok kolundan Yıldızhan'ın 4.oğlunun adı olup bu aşiretin büyük bölümü Dulkadirli aşireti arasında bulunuyordu.
Prof. Dr.Faruk Sümer, Oğuz boylarından olan Kargın/Karkın'ların Doğu Anadolu'dan başlayıp Batı Anadolu'ya kadar Anadolu'da geniş bir sahada yayıldıklarını belirterek 16.yüzyıla ait kayıtlarda Karkın isimli yer adlarının sayısı 62 olmakla beraber bu gün bu sayının 34'e düştüğü ifade edilmektedir.
16.Yüzyılda arşiv belgelerinde geçen Karkın yer adlarının dağılışı ise Akşehir, Amasya, Ankara, Beğ-şehri, Bolu, Bozok, Canik, Çorum, Diyarbakır, Erzurum, Hamid, Hüdavendigar, Kara Hisar-ı Sahib, Kara Hisar-ı Şarki, Kayseriyye, Kengıri, Kırşehri, Konya, Malatya, Mardin, Saruhan, Sivas, Sultanönü, Teke gibi sahalarda olduğunu görüyoruz.
Kırşehir yöresinde Kaman ilçesine bağlı Kargın Yenice, Kargın Kızıközü, Kargın Meşe, Kargın Selimağa yerleşim yerleri ile Mucur ilçesine bağlı Kargın köyü bu cemaatın yörede iskan edildiğini göstermektedir. Bu yöre ile ilgili araştırmalarda bu köy ve kasabalar ziyaret edilerek bilgi alınmış ve Yeşil Kaman adlı eserde yayınlanmıştır.
Ayrıca Kalecik ilçesine bağlı Kargın köyü bulunmakta olup, Malazgirt Zaferi'nden sonra bu yöreye Orta Asya'dan gelen Türkler tarafından kurulduğu bahsedilmektedir.
1893 yılında Keskin kazası dahilinde "Kargıniğdi" ve "Karakargın" adıyla iki köyde yaşadıkları anlaşılan bu aşiretin günümüzde Balışeyh idari sahasında bulunan KARGIN köyü olduğu anlaşılmaktadır.
1- Elde edilen 17.06.1320 - (17.Haziran.1904) tarihli türkçe kayıtlardan edinilen bilgilere göre, köyümüzün kuruluşunda 16 hane olarak ilk yerleşenler YAVANOĞULLARI lakabı ile anılan ALİ YAVANOĞLU (ki soyadı kanunu çıktıktan sonra UYGURTAŞ soyadını alan atalarımızdır) Yavanoğlu Ali'nin Kamil ve Yusuf isimli iki oğlu vardır. Kamil'in üç oğlu vardır. Rıza, Mehmet Ali ve Yusuf (Koca Yusuf) . 1898 d.lu Yusuf Uygurtaş'ın (Koca Yusuf) ; 1924 d.lu :Selbi UYGURTAŞ, 1925 d.lu Kamil UYGURTAŞ, 1926 d.lu İhsan UYGURTAŞ, 1930 d.lu Zümrüt (Bedriye) UYGURTAŞ (Yüksel) , 1930 d.lu Gülsüm (Keziban) UYGURTAŞ (Uçarsu) , 1940 d.lu Şahinder UYGURTAŞ (Kanmaz) isimli çocukları vardır. Yusuf'un oğlu Kamil, Kamil'in altı oğlu vardır, (Münür) Yaşar UYGURTAŞ. Nihat UYGURTAŞ, Yalçın UYGURTAŞ, Seyhan UYGURTAŞ, Yusuf UYGURTAŞ, Salih UYGURTAŞ.
17 hane olarak gelen YAVANOĞLU YUSUF, Yusuf'un oğlu Haydar, Mehmet ve Raşit'dir.
15 hane olarak gelen YAVANOĞLU MEHMET,
Yavanoğlu MEHMET ile Yavanoğlu YUSUF' un babaları YAVANOĞLU ALİ ile kardeştir.
2- ÇİFTÇİVELİOĞULLARI lakaplı (ki soyadı kanunu çıktıktan sonra ERMAN soyadını almışlardır. MOLLA MUSTAFA, 20 hane olarak gelmiş,
ÇİFTÇİVELİOĞULLARI lakaplı MAHMUT 21 hane olarak gelmiştir.
3- HÜSEYİNKAHYA OĞULLARI lakaplı (soyadı kanunu çıktıktan sonra KANMAZ soyadını almışlardır.) 7 hane olarak gelmişlerdir.
Hüseyinkahya oğlu ÖMER 1 haneye, oğlu Ahmet
Hüseyinkahya oğlu BATTAL 2 haneye, oğlu Ömer
Hüseyinkahya oğlu YUSUF 3 haneye, oğlu Osman
Hüseayinkahya oğlu, SÜLEYMAN 4 haneye, oğlu Osman
Hüseyinkahya oğlu, İBRAHİM 5 haneye, oğlu Osman
Hüseyinkahya oğlu BEKTAŞ 6 haneye, oğlu Hasan
Hüseyinkahya oğlu BİNBAŞOĞLU 7 haneye gelmişlerdir.
Kargın, Kargın Türkmanı.
Balışeyh ilçesine bağlı Kargın köyünün bu cemaat tarafından kurulduğu tahmin edilmektedir. Karkın Oğuzların Bozok kolundan Yıldızhan'ın 4.oğlunun adı olup bu aşiretin büyük bölümü Dulkadirli aşireti arasında bulunuyordu.
Prof. Dr.Faruk Sümer, Oğuz boylarından olan Kargın/Karkın'ların Doğu Anadolu'dan başlayıp Batı Anadolu'ya kadar Anadolu'da geniş bir sahada yayıldıklarını belirterek 16.yüzyıla ait kayıtlarda Karkın isimli yer adlarının sayısı 62 olmakla beraber bu gün bu sayının 34'e düştüğü ifade edilmektedir.
16.Yüzyılda arşiv belgelerinde geçen Karkın yer adlarının dağılışı ise Akşehir, Amasya, Ankara, Beğ-şehri, Bolu, Bozok, Canik, Çorum, Diyarbakır, Erzurum, Hamid, Hüdavendigar, Kara Hisar-ı Sahib, Kara Hisar-ı Şarki, Kayseriyye, Kengıri, Kırşehri, Konya, Malatya, Mardin, Saruhan, Sivas, Sultanönü, Teke gibi sahalarda olduğunu görüyoruz.
Kırşehir yöresinde Kaman ilçesine bağlı Kargın Yenice, Kargın Kızıközü, Kargın Meşe, Kargın Selimağa yerleşim yerleri ile Mucur ilçesine bağlı Kargın köyü bu cemaatın yörede iskan edildiğini göstermektedir. Bu yöre ile ilgili araştırmalarda bu köy ve kasabalar ziyaret edilerek bilgi alınmış ve Yeşil Kaman adlı eserde yayınlanmıştır.
Ayrıca Kalecik ilçesine bağlı Kargın köyü bulunmakta olup, Malazgirt Zaferi'nden sonra bu yöreye Orta Asya'dan gelen Türkler tarafından kurulduğu bahsedilmektedir.
1893 yılında Keskin kazası dahilinde "Kargıniğdi" ve "Karakargın" adıyla iki köyde yaşadıkları anlaşılan bu aşiretin günümüzde Balışeyh idari sahasında bulunan KARGIN köyü olduğu anlaşılmaktadır.
1- Elde edilen 17.06.1320 - (17.Haziran.1904) tarihli türkçe kayıtlardan edinilen bilgilere göre, köyümüzün kuruluşunda 16 hane olarak ilk yerleşenler YAVANOĞULLARI lakabı ile anılan ALİ YAVANOĞLU (ki soyadı kanunu çıktıktan sonra UYGURTAŞ soyadını alan atalarımızdır) Yavanoğlu Ali'nin Kamil ve Yusuf isimli iki oğlu vardır. Kamil'in üç oğlu vardır. Rıza, Mehmet Ali ve Yusuf (Koca Yusuf) . 1898 d.lu Yusuf Uygurtaş'ın (Koca Yusuf) ; 1924 d.lu :Selbi UYGURTAŞ, 1925 d.lu Kamil UYGURTAŞ, 1926 d.lu İhsan UYGURTAŞ, 1930 d.lu Zümrüt (Bedriye) UYGURTAŞ (Yüksel) , 1930 d.lu Gülsüm (Keziban) UYGURTAŞ (Uçarsu) , 1940 d.lu Şahinder UYGURTAŞ (Kanmaz) isimli çocukları vardır. Yusuf'un oğlu Kamil, Kamil'in altı oğlu vardır, (Münür) Yaşar UYGURTAŞ. Nihat UYGURTAŞ, Yalçın UYGURTAŞ, Seyhan UYGURTAŞ, Yusuf UYGURTAŞ, Salih UYGURTAŞ.
17 hane olarak gelen YAVANOĞLU YUSUF, Yusuf'un oğlu Haydar, Mehmet ve Raşit'dir.
15 hane olarak gelen YAVANOĞLU MEHMET,
Yavanoğlu MEHMET ile Yavanoğlu YUSUF' un babaları YAVANOĞLU ALİ ile kardeştir.
2- ÇİFTÇİVELİOĞULLARI lakaplı (ki soyadı kanunu çıktıktan sonra ERMAN soyadını almışlardır. MOLLA MUSTAFA, 20 hane olarak gelmiş,
ÇİFTÇİVELİOĞULLARI lakaplı MAHMUT 21 hane olarak gelmiştir.
3- HÜSEYİNKAHYA OĞULLARI lakaplı (soyadı kanunu çıktıktan sonra KANMAZ soyadını almışlardır.) 7 hane olarak gelmişlerdir.
Hüseyinkahya oğlu ÖMER 1 haneye, oğlu Ahmet
Hüseyinkahya oğlu BATTAL 2 haneye, oğlu Ömer
Hüseyinkahya oğlu YUSUF 3 haneye, oğlu Osman
Hüseayinkahya oğlu, SÜLEYMAN 4 haneye, oğlu Osman
Hüseyinkahya oğlu, İBRAHİM 5 haneye, oğlu Osman
Hüseyinkahya oğlu BEKTAŞ 6 haneye, oğlu Hasan
Hüseyinkahya oğlu BİNBAŞOĞLU 7 haneye gelmişlerdir.
Kültür; Köyün gelenek, görenek ve
yemekleri hakkında bilgi yoktur.
Coğrafya; Kırıkkale iline 35 km, Balışeyh
ilçesine 15 km uzaklıktadır.
İklim; Köyün iklimi, karasal iklimi etki
alanı içerisindedir.
Nüfus; Yıllara göre köy nüfus verileri, 2012 yılında 78, 2000 yılında 171, 1997 yılında 136 dir.
Ekonomi; Köyün ekonomisi tarım ve
hayvancılığa dayalıdır.
Muhtarlık; Yerleşim yerinin köy tüzel
kişiliği alması ile birlikte köyün tüzel kişiliğini temsil etmesi için köy
muhtarlık seçimleri de yapılmaktadır.
Altyapı bilgileri; Köyde, ilköğretim okulu vardır ancak kullanılamamasının yanı sıra taşımalı eğitimden yararlanılmaktadır. Köyün içme suyu şebekesi ve kanalizasyon şebekesi vardır. Ptt şubesi ve ptt acentesi yoktur. Sağlık ocağı ve sağlık evi yoktur. Köye ayrıca ulaşımı sağlayan yol asfalt olup köyde elektrik ve sabit telefon vardır.
KARGIN KÖYÜ FOTOĞRAFLARI
Gün Batımında Köyümüz |
1.
|
KARGIN
Kargın…………………………………………… Afyon-Sandıklı
Kargın…………………………………………… Ankara-Çubuk
Kargın…………………………………………… Ankara-Kalecik-Çardır
Kargın…………………………………………… Kırıkkale-Balışeyh(Balışık)
Kargın…………………………………………… Antalya-Korkuteli
Kargın…………………………………………… Balıkesir-Bigadiç
Kargın…………………………………………… Çorum-Alaca
Derekargın……………………………………… Çorum-İskilip
Kargın………………………………………….. Erzincan-Tercan
Kargın………………………………………….. Eskişehir-Merkez
Karkın………………………………………….. Eskişehir-Sivrihisar
Kargın…………………………………………… Kastamonu-Tosya
Kargın-Kızıközü……………………………….. Kırşehir-Kaman
Kargın-Meşe…………………………………… “ - “
Kargın-Selimağa………………………………. “ - “
Kargın-Yenice…………………………………. “ - Mucur
Karkın………………………………………….. Konya-Çumra
Dedekarkın…………………………………… Malatya-Yazıhan
Kargın…………………………………………… Manisa-Turgutlu-Ahmetli
Kargınışıklar…………………………………… Manisa-Demirci-Karbasan
Kapugargın(Kargınkürü)…………………… Muğla-Köycegiz-Ortaca
Kargın…………………………………………… Aksaray-Taşpınar
Kargın…………………………………………… Sivas-Koyulhisar
Kargın…………………………………………… Sivas-Yıldızeli-Çırçır
Kargın(Demenikargın)………………………… Tokat-Çamlıbel
Kargıncık(Karkıncık)…………………………. “ - “
Kargın…………………………………………… “ - Turhal
Kargın…………………………………………… Afyon-Sandıklı
Kargın…………………………………………… Ankara-Çubuk
Kargın…………………………………………… Ankara-Kalecik-Çardır
Kargın…………………………………………… Kırıkkale-Balışeyh(Balışık)
Kargın…………………………………………… Antalya-Korkuteli
Kargın…………………………………………… Balıkesir-Bigadiç
Kargın…………………………………………… Çorum-Alaca
Derekargın……………………………………… Çorum-İskilip
Kargın………………………………………….. Erzincan-Tercan
Kargın………………………………………….. Eskişehir-Merkez
Karkın………………………………………….. Eskişehir-Sivrihisar
Kargın…………………………………………… Kastamonu-Tosya
Kargın-Kızıközü……………………………….. Kırşehir-Kaman
Kargın-Meşe…………………………………… “ - “
Kargın-Selimağa………………………………. “ - “
Kargın-Yenice…………………………………. “ - Mucur
Karkın………………………………………….. Konya-Çumra
Dedekarkın…………………………………… Malatya-Yazıhan
Kargın…………………………………………… Manisa-Turgutlu-Ahmetli
Kargınışıklar…………………………………… Manisa-Demirci-Karbasan
Kapugargın(Kargınkürü)…………………… Muğla-Köycegiz-Ortaca
Kargın…………………………………………… Aksaray-Taşpınar
Kargın…………………………………………… Sivas-Koyulhisar
Kargın…………………………………………… Sivas-Yıldızeli-Çırçır
Kargın(Demenikargın)………………………… Tokat-Çamlıbel
Kargıncık(Karkıncık)…………………………. “ - “
Kargın…………………………………………… “ - Turhal
Karkın Boyu
Karkın boyu Oğuz Kağan Destanı'na göre Oğuzların
24 boyundan biridir. Bu boyların Bozoklar
kolundan (sağ kolundan) Oğuz Kağan'ın
oğlu Yıldız Han'ın soyundan geldikleri kabul edilir.
Akkoyunlu
ve Dulkadiroğulları bu boydan gelmektedir. Karkın
“Taşkın ve doyurucu” anlamındadır.
I. Yer ismi olarak Kargın:
Kargın kelimesi yaygın olarak Anadolu’da birçok bölgede; eriyen karların
oluşturduğu gür ve bol suyun tatlı bir meyilden, taşlar üzerinden sekerek akmasına
verilen addır. Nitekim Anadolu’daki bir çok Kargın, Korhun, Korkun, Karkın,
Garkın adlarının geçtiği köylerin yakınlarında bu tarz akarsunun bulunduğu
görülür. “Kargın, karkın, korgun, ve korhun, karkin, karkine” Anadolu’da
değişik yörelerin ağızlarında aynı kelimenin şîve değişiklikleriyle ortaya
çıkmış bir kavramdır. Tarlanın sudan çamur haline gelmesi, üstü kuru gibi
görünüp altı bataklık olan yer, dereler çekildikten sonra kalan toprak ve malın
çokluğundan fiyatın düşmesi anlamlarını da taşımaktadır.
Yine Prof. Dr. Hasan Eren’in Türk Dilinin Etimolojik Sözlüğü’nde “kargın”
kelimesi, eriyen karların oluşturduğu akarsu, karla karışık yağan yağmur,
marangozlukta kullanılan bir çeşit rende, biçiminde açıklandıktan sonra; karık,
bağ- bahçe sulamak, su yolu, ark, bu arklar arasında kalan ve tohum ekmek için
kullanılan evlek, sabanla tarlada açılan çizi anlamlarında da geçmektedir.
II. Eşya adı olarak Kargın:
Eşya adı olarak üç ayrı anlama gelmektedir. Birincisi, marangozlukta
kullanılan rendedir. İkincisi, su değirmenlerinde üst taşının konulmasına
yarayan bir çeşit çatal ağaç. Üçüncü olarak da karaya veya mora boyanmış deri
anlamında kullanılmaktadır. Çanakkale yöresinden yapılan bir derlemede
Tanıklarıyla Derleme Sözlüklerinde, Karkın, hayvanın sağrısından çıkan siyah ve
işe yaramaz deri diye adlandırılmaktadır. Şemsettin Sami bu anlamı Arapça
ed-Dâriş kelimesinin Türkçe karşılığını verirken şu şekilde
açıklamaktadır:
“ed-Dariş: maruf siyah deriye denir. Türkî’de
Karkın tabir olunur deri olacaktır ki, sağrının siyah ve işe yaramaz olanıdır.”
Ayrıca diğer Türk lehçe ve ağızlarında Kargın
kelimesinin anlamına baktığımız zaman özellikle Kazakça sözlüklerde Karkın
kelimesinin karşılığı olarak iki ayrı anlama yer verildiği görülmektedir.
Bunlardan birincisi “süratlilik çabukluk” ; ikincisi ise “güç kuvvet”.
Bunların su ile bağlantısı bulunmamakla birlikte eriyen kar sularının taşlar
üzerinde gür ve hızlı akışı ile anlamca bir yakınlık taşıdığı açıktır. (Yücel,
Oraltay, Pınar 1984: Karkın mad.)
Kazakistan’da bir komisyon tarafından hazırlanan Kazak SSR Ğılım
Akademiyası Til Bilimi İnstitü, Kazak Tilinin Tüsindirme Sözdigi isimli
sözlüğün VI. Cildinin 94. sayfasında da şu bilgiler yer almaktadır:
“Kargın: derelerde ve çataklarda boz bulanık akan, içinde taş ve toprak
bulunan yağmur suyu, sel.”
III. Kavram olarak Kargın:
Kargın kelimesi kavram olarak: Ağzına kadar dolmuş, tuğyan halinde anlamı
vardır. Ayrıca doymuş, tok, hesabını bilmeyecek kadar zengin anlamına geldiği
gibi, tarlada mahsulün fazla büyüyerek yere yatması durumuna da Kargın
denilmektedir. Yine aynı sözlüklerde kavram olarak: malın çokluğundan fiyatın
düşmesi anlamına da gelmektedir. Yine üretimin veya malın çokluğu sebebiyle
fiatının düşmesi anlamına geldiğini görmekteyiz.
IV. Şahıs adı olarak kargın:
Bizim asıl konumuzu teşkil eden Kargın kelimesinin bu anlamıdır.
Elimizdeki bir çok belgede olduğu gibi kaynakların tamamında da Dede Garkın,
Kargın Dede ve Karkın Dede adlarıyla geçmektedir. Gerek kaynaklarda,
gerekse halk arasında yaklaşık 9. yüzyılda yaşadığı kabul edilen bir
inanç önderi olan Dede Numan Garkıni’ye işaret etmektedir. Elimizdeki
belgelerde de inanç bakımından Garkın Ocağı’nın bilinen en eski ismi
olarak bu isim geçmektedir. Üzerinde geniş geniş duracağımız ve bütün
belgelerini yayınlayacağımız bu ocağın şeçere ve icazetnameleri ile gün
ışığına çıkacak olan Anadolu’da bir ocağın tarihi asıl konumuzu teşkil
etmektedir.
V. Boy adı olarak Kargın:
Kargın, bir oymak adı olarak da bir çok eski belgede ve tahrir
defterlerinde geçmektedir. Bu konudaki en eski belge Mehmet Neşri Efendi’nin
hazırladığı ve 2. Beyazit döneminde kaleme alınmış olan Kitab-ı
Cihannüma’da yer almaktadır. Kaynakların hiç birinde bu kaynağa atıf
yapılmadığı için bilgiyi buraya aynen alıyoruz:
“Etrak şöyle zu’m iderlerdi ki Hak sübhanehu ve Teala kelam-ı kadiminde
zikr itdügi İskender-i zül-karneyn meğer bu ola(Oğuz Kağan) dirlerdi ve Oğuz’un
sülbünden altı oğlu oldu. Biri Günhan ve biri Ayhan ve biri Yıldızhan ve biri
Gökhan ve biri Dağhan ve biri Dingizhan ve bunların her birinin sülbünden
dörder oglı oldu. Evlad-ı Günhan:Kayı, Bayat, Alkaevli, Karaevli. Evlad-ı
Ayhan: Yazır, Düver, Bodurga, Yabırlı. Evlad-ı Yıldızhan: Avşar, Kartık,
Biğdili, Karkın. Evlad-ıGökhan: Bayındur, Beceneh, Çavundur, Çepni. Evlad-ı Taghan:
Salur, Aymur, Alayunklu, Üregir. Evlad-ı Dingizhan: İngdür, Üldür, Yive,
Kınık.(Unat-Köymen:1987, 11-13)
Oğuz Han’ın altı oğlundan ve Bozoklu kolunu teşkil eden
Yıldız Han boyu olan Avşar, Kınık Beydili gibi oymaklardan birinin adıdır.
İleride yapacağımız atıflardan da anlaşılacağı gibi, Osmanlı belgelerinde,
tahrir defterlerinde bu oymaklarla beraber anılması ve bu oymakların
Anadolu’daki yerleştiği bölgelerde Karkın adını taşıyan köy, mezra veya belde
düzeyinde yerleşim alanlarının adı olarak da kullanılmaktadır.(Benakay, Yahya,
Yaşayan Alevilik, s. 45.) Başbakanlık Arşiv Belgelerine Göre Osmanlı
İmparatorluğunda Oymak, Aşiret ve Cemaatler isimli kitabında Cevdet Türkay, şu
bilgilere yer vermektedir:
“Dede Kargın, Dede Kargınlı(Dede Kargınlu), Dede Karkın
Türkmânı(Türkmân-ı Yörükân Taifesi), Kars Meras Sancağı, Hüseyin Âbâd, Sivas
Sancağı”(Türkay 1979, 313). Bu konuda yaptığımız bütün araştırmalarda Karkın
kelimesiyle ilgili en geniş açıklamanın Türk Ansiklopedisi’nde olduğunu
görüyoruz. Karkın sözüyle ilgili kaynak sıkıntısı dolayısıyla Türk
Ansiklopedisi’ndeki Karkın maddesini araştırmacılara yardımcı olmak üzere
buraya aynen alıyoruz:
“Karkın, Oğuz boylarından biri. Kaşkarlı Mahmut 22 Oğuz boyunun iki Kalaç
(Halaç) boyu ile birleşerek 24 Oğuzları meydana getirdiğini anlatıp, Kargın ve
İparlı) boylarının adını anmadığından sonraki oğuzlar kütüğünde tanıtılan bu
iki boyun, 11. yy da Kalaç Türklerinden sayıldığı anlaşılmaktadır. Bu boyun adı
eski kaynaklarda Karkın’dan başka Garkın, Karkun, Kargun biçimlerinde yazılır.
Bu gün Anadolu’da Karkın (Afyon, Ankara, Antalya, Balıkesir, Çorum, Isparta
Kastamonu, Niğde, Sivas) ve Kargın(Çorum, Eskişehir, Konya, Manisa, Niğde,)
adlı köyler, bu boyun adını muhafaza etmişlerdir.
Dede Kargınlular, Maraş-Elbistan’daki Dulkadirlü ulusunun Göksun’da
kışlayıp Binboğa dağında yaylayan güçlü bir boyu idi. 13 yy. başlarında
Dulkadirlü ulusu arasında yaşayan “Dede Garkın evladı, II. Beyazıt çağında
yazılan Hacı Bektaş Velayetnamesi’ne göre: Horasan’dan gelirken Hacı Bektaş
Veli’nin Kayseri yolunda görüp, el verdiği Dulkadirlü İbrahim Hacı adlı bir
çobanı mürit edinerek “Geyik derisinden bir börk” vermişken, bunu o çobanın
oğullarından “Ünlü Dede Garkın’undur” diyerek “niza ile” ellerine
geçirmişlerdi. Bundan sonra bütün Dede Garkınlular, bu biçimde geyik derisinden
Bektaşi Börk’ü giyinerek “ocaklu boy” oluvermişlerdir.
Mardin’in Güney-Batısında, Kızıltepe (Koçhisar) yanındaki Dede Karkun
adlı büyük köy resmî Akkoyunlu tarihi “Kitab-ı Diyarbekriye’de 1425 olayları
arasında Karkun Dede ve 1515 ve 1516 Osmanlı fethi sırasında Dede Karkın
(Karkun) diye anılmaktadır. Bu gün Malatya’nın Kuzey-Batı’sındaki Fethiye
bucağının Dede Karkın Köyü, oradaki Kızılbaş Türkmen, Zaza ve Kurmançların ocak
saydığı bir Bektaşi tekkesinin bulunduğu yerdir. III. Murat çağında tutulan
Maraş Yörükleri defterinde, padişah hâsı sayılan Dulkadirlu ulusunun Eşkinciler
taifesi denilen 24 oymaklı boyun bir oymağı Cemaat-i Dede Karkın diye anılıyor.
Diyarbakır-Bismil köylerindeki Alevi Türkmenlerin bağlı bulunduğu Dede Karkun
Ocağı Dedeleri, bu gün oradaki Büyük Kadı Kendi Köyünde otururlar.
Maraş-Pazarcık bölgesinde Halep Salnamelerinde geçen göçebe Dede Karkun’lular
köyü o çevredeki Aşağı Kılınçlu oymağının 6 tiresinden biri olup, dedeler de
denilen Dede Karkınluların yeridir.” ( 1974, Karkın Mad. ).
Türk
Ansiklopedisi’nde yer almayan Hacı Bektaş, Çankırı, Denizli, Kütahya, Bursa, ve
Balkanlardaki Türk yerleşim bölgelerinde benzer köy yerleşim adlarına
rastlıyoruz. Buradan iki anlam çıkmaktadır. Anadolu’ya yerleşim sırasında
adlandırma yapılırken bölgenin toprak, su, iklim ve coğrafi yapısına göre,
adlandırıldığı gibi, Türkmen oymaklarının adlarına göre de bölgelere değişik
adların verildiği bilinmektedir. Büyük bir ihtimalle bölgedeki dere ve
akarsuların durumuna göre yapılan adlandırmalarda Karkın boyunun adına izafeten
aynı boy mensupları tarafından verilmiş olmalıdır. Prof. Dr. Yusuf Halaçoğlu,
Osmanlı’da Devlet Teşkilatı ve Sosyal Yapı isimli kitabının 111 . sayfasında
14. ve 17. yüzyıl arasındaki tahrir defterlerinde 24 oğuz boyuna ait yer
adlarının hayli yaygın olduğunu söylemekte ve bunlardan 99 tanesinin Kayı
ismini, 86 sının Avşar ismini, 81’inin Kınık ismini 71 inin Eymir ismini,
taşıdığını belirttikten sonra Anadolu’da 62 yerde Karkın isimli yerleşim yerinin
olduğunu söylemektedir. Mercil ve Sevim, Selçuklu Tarihi isimli
kitaplarında Kargınları Oğuz’un Bozoklar koluna bağlı bir oymak olduğunu
söylerler. Anadolu’ya yayılışları itibariyle de diğer oymaklarla
karşılaştırıldığında aynı kola bağlı oymakların birbirlerine yakın
yerleştikleri görülmektedir.(Merçil-Sevim: 1995, 1)
Buradan
da anlaşılacağı gibi, Karkın Anadolu’nun bir çok yerinde köy ve belde
boyutundaki yerleşim yerinin adıdır. Bu tanıma bağlı olarak da Korkun ve Korgun
adını
Elimizde Karkın Dede ve Dede Karkun
ile ilgili 1499 yılına ait belgeler ve daha sonra yazılmış olan III. Murat
Dönemi’ne ait Maraş Yörükleri Defterlerinde Dede Karkın Ocağı mensuplarının
yaşadığını kesin kabul edebileceğimiz yerleşim yerlerinin bulunduğunu
görüyoruz. Karkunluların iki kola ayrıldıkları bunlardan bir kolunun Develi
Karkun adını aldığını ve daha çok develerle kömür taşıyıcılığı yapan yerleşik
bir kol olduğunu belgelerden öğreniyoruz. İkinci kol ise, Bozgeyikli Karkınları
olarak adlandırılmış olup, kesin belgeleri bulunmamakla birlikte konar göçer
olan bu Karkın kolunun, geyik ve geyiklerle ilgili Anadolu’daki söylencelerle
bağlantılı olduğu anlaşılmaktadır. Kendilerinin geyik derisinden başlık
taşımaları Velayetname’de anlatıldığına göre, bunun için İbrahim Hacıyla
tartışmaları ve ondan bu başlığı alarak kullanmaları iddiayı güçlendirmektedir.
Kırıkkale insanı iç içe yaşantıyı
köylerine isim olarak da yansıtmıştır.
Akçakavak, Kavakköy, Elmalı, Ayvatlı, Armutlu, Kavlak, Kavurgalı..
Kişi adları alan köy isimleri de Kırıkkale’de
geniş yer tutar. Aydınşeyh, Balışeyh, Hıdırşeyh, Hasandede, Haydardede..
Sulakyurt, Yaylayurt, Polatyurt gibi
yerleşim yerlerinde “yurt” sözcüğünün kullanıldığı görülmüş olup,
Büyükafşar, Küçükafşar, İmirli
gibi KARGIN’ adı TARİHİ YERLEŞİM ADIDIR.
Karkın boyu Karkın boyu Oğuz Kağan Destanı'na göre Oğuzların 24 boyundan
biridir. Bu boyların Bozoklar kolundan (sağ kolundan) Oğuz Kağan'ın oğlu Yıldız
Han'ın soyundan geldikleri kabul edilir. Akkoyunlu ve Dulkadiroğulları bu
boydan gelmektedir. Karkın “Taşkın ve doyurucu” anlamındadır.
TARİHTE
KARGIN KÖYÜ
Türkler’in tarihçe bilinen
yurtlarını, çok sonraları Moğolistan denilen ülkenin denilen ülkenin batı
kesimi teşkil ediyordu. Bu kesim aşağı yukarı doğuda Tula ve Tüngelik’in yukarı
boylarına, kuzeyde Baykal, Kem ırmağı ve Tannu (Ola) dağlarına, batıda
Altaylar’a ve Güneyde de Gobi çölüne kadar gidiyordu. Türk soyunun en eski
temsilcisi Hunlar burada yaşadılar. Onları Sien-piler ve Juan-Juanlar
izlediler. (Bunların Moğol asıllı oldukları kabul edilmiştir.) Sonra Gök
Türkler geldiler. Gök Türkler devrinde, Tokuz-Oğuz, On Uygur, İki
Ediz; izgil, Tarduş ve Tölis gibi Türk Budunları da (Budun:Aralarında töre, dil
ve kültür ortaklığı bulunan boy ve soy bakımından da birbirine bağlı insan
topluluğu. Kavim.) burada oturdular.
Gök Türkler, devletlerini
kurduktan (551) pek az sonra batıda feth ettikleri yerlerin geniş bir bölümünde
de yurt tutmuşlardı. Yeni göçlerle batıdaki Türk yerleşmesinin sınırları
genişledi. Öyle ki X.yüzyılda Türkler’in ezici çokluğu Doğu
Türkistan’dan Hazar Denizi’ne uzanan geniş bölgede yaşıyordu.
Fakat, tarihi Türk yurdu, yani Batı
Moğolistan kesimi, bize göre, Türk soyunun ilk yurdu değildi. Türkler’in en
eski yurtları kuzeyde, Sibirya’da, Baykalgölü ile Angara ve Yenisey ırmakları
arasındaki bölge idi. Türk soyu orada milattan yüzyıllar önce avcılıkla
geçen bir hayat sürdürdü. Sonra kopmalar ve göçmeler başladı. Bu kopma ve
göçmeler zaman aralıkları içinde oluyordu. Ana kitleden bilhassa sıkıştırma
yüzünden kopan bir küme aşağıya yani güneye göç edip orada bozkır hayatına
alışıyordu. Hunlar bozkıra inen ilk küme veya kümelerden biri idi. Gök
Türkler devrindeki tarihi Türk yurdunda gördüğümüz Türk budunları da yine
ilk yurttan aşağıya inmiş budunlardır.
VI.yüzyılda Türkçe konuşan budun
(=kavim) lardan ancak biri Türk adını taşıyordu. Bu Türk budunu, adı geçen
yüzyılda Türk ve Moğol aleminin hakimleri, Juan-Juanları yenerek
Çin seddinden Hazar Denizi’ne kadar uzanan pek geniş bölgede bir imparatorluk
kurmak sureti ile hemen bütün Türkçe konuşan budunları idareleri altında
topladı. Bu husus Yakın-Doğu’daki Türk adına, Türkçe konuşan bütün
budunları yani kavimleri içine alan umumi bir anlam kazandırdı. Fakat Türk
sözü ilk zamanlarda bizzat Türkçe konuşan budunlar arasında böyle geniş
bir anlamı taşımadı. Türkler bilhassa Müslüman olduktan sonra yakın
doğulu kavimlerden Türk adının bu geniş manasını öğrendiler.
Gök-Türk imparatorluğu
idaresindeki Türk budunlarından biri de dokuz boydan müteşekkil
‘Oğuzlar’ idi ki, VII.yüzyılın ikinci yarısı ile VIII.yüzyılın birinci
yarısında Tula ırmağı boylarında yaşıyorlardı. ‘Dokuz-Oğuzlar’, Türk
budunun yanında Doğu Gök Türk devletinin dayandığı ikinci bir unsur
olarak görünüyorlardı. Bunlar Gök-Türkler’in siyasi halefleri olan
Uygurlar devrinde de aynı mahiyette bir rol oynadılar. Dokuz Oğuzlar’ın akıbeti
meçhuldür. X.yüzyılda Seyhun kıyılarında yaşayan Oğuzlar başka bir el
(Budun=kavim) olup Batı Gök Türk topluluğu olan On Oklar’a mensup idiler.
Seyhun Oğuzları, başka bir Türk
eli (kavmi)’nin kendisiyle mukayese edilemeyecek derecede cihan tarihinde pek
mühim bir rol oynamışlardır. Selçuklu ve Osmanlı imparatorluklarını
onların kurduğunu söylemek elverir. Diğer taraftan Oğuzlar, Moğol istilasından
sonra kavmi varlığını tarihi hatıralarını ve harsını (Kültürünü) korumak bakımlarından
Türk âlemini temsil eden biricik kavim olmak vasfını da taşımaktadır.
Uygur, Karluk, Kıpçak ve diğer Türk
kavimleri Moğol istilası üzerine varlıklarını devam ettirememişler,
Moğol boyları ile karışıp kaynaşarak yeni kavimler meydana getirmişlerdir. Bu
yeni kavimlerin dili Türkçe ise de tarihi hatıraları, askeri teşkilat ve bir
çok gelenekleri Moğol vasıflarını taşıyordu. Bugünkü Doğu-Türkistan Türkleri,
Özbekistan, Kazakistan, Kara-Kalpak halkları İdil Boyu Türkleri, kısaca Orta
Asya’daki Türkler’in ezici çoğunluğu işte bu Türk-Moğol karışmasından
meydana gelmiş yeni kavimlerin torunlarıdır.
Bilhassa ticari münasebetler sebebi
ile X.yüzyıldan itibaren aralarında yayılmaya başladığını bildiğimiz İslamlığın
XI.yüzyılda Oğuzlar’dan ezici çoğunluğun dini haline geldiği görülür. Bunun
sonucunda Oğuzlar’a XI.yüzyılda TÜRKMEN adı verilmiştir ki, bu ad aşağı
yukarı iki asır sonra her yerde Oğuz’un yerini almış ve Oğuz sözü destanlar ile
hatıraları yaşatılan ataların adı olarak Türkmenler arasında
uzun müddet yaşamıştır.
Oğuzlardan 15-20 bin kişilik ordu
çıkarabilecek bir küme 1035 yılında Horasan’a geçmek zorunda kalmıştı. Bu bölge
ise zenginliği, askeri ve mülki teşkilatının mükemmelliği ile yalnız İslam
aleminin değil, dünyanın en kudretli devletlerinden biri olan Gazneli
imparatorluğuna ait idi. Bu Oğuzlar Selçuklu ailesinin idaresi altında
beş yıl süren devamlı ve çetin bir mücadele sonucunda Gazneli
imparatorluğunu yenerek Horasan’da devletlerini kurdular. (1040 tarihinde ve
16.000 atlı ile). Ancak fevkalade kelimesi ile vasıflandırılabilecek olan bu
hadisenin baş kahramanı, fikirleri ve icraatıyla Selçuk’un torunu Çağrı
Bey idi. Selçuklu devletinin hakimiyeti çok kısa zamanda Bizans
imparatorluğu hudutlarına kadar uzandı. Bu başarıda Seyhun boyundaki büyük Ana
Oğuz kümesinden birbirini izleyen dalgalar halindeki kümelerin İran’a gelmeleri
pek mühim bir amil (Etken,Faktör) olmuştur.
Oğuz Türkleri’nin İslam
aleminde görünmeleri gerçekten bu alem için mutlu bir olaydır. Çünkü, bu esnada
Yakın Doğu İslam Alemi, Bizans İmparatorluğu karşısında kendisini müdafaa
edemeyecek bir durumda bulunuyordu. İslam alemi manen böyle çürümüş idi ki, 3-4
bin kişilik bir Oğuz bölüğü tek başına Filistin ile Suriye’nin mühim bir
kısmını kolayca eline geçirmişti. Doğu ve Güney-Anadolu’daki Müslümanları
çıkararak Ani’yi (Kars’ın Doğusunda) Antakya, Urfa ve Lazkiye’yi geri almış,
Haleb bölgesini de nüfus ve hakimiyeti içine dahil etmiş bulunan Bizans’ın yeni
bir hamle ile Suriye ve hatta Mısır’a da hakim olarak İslam aleminin başına
daha büyük felaketler getirmesi her an beklenebilirdi. Arab unsurunun kendisini
toparlayıp Bizans’ın yeni saldırışlarını karşılayabilmesi, ancak belki ikinci
bir peygamberin çıkması ile kabil olabilirdi. Bundan ötürü Oğuz Türkleri ile
İslam alemi kendisini Bizans’a karşı koruyabilecek yeni ve gücü tükenmez bir
unsura kavuşmuş oldu. Gerçekten yakın doğu İslam aleminin bu yeni Müslüman
unsurunu yalnız Bizans tehlikesini geri atmakla kalmayarak, arablar’ın bir
türlü yapamadıklarını da başarıp, Anadolu’yu fethetmiş ve Bizans’ı bir daha
İslam alemine tehlikeler yaratmayacak bir duruma düşürmüşlerdir.
Arablar’ın hem Emeviler, hem de
Abbasiler devrinde bir çok defa bizzat halifelerin kumandasında muazzam ordular
halinde gelip de bir türlü alamadıkları Anadolu, Malazgirt savaşının galibi Alp
Arslan’ın 1071 yılındaki zaferinden sonra takip eden 8-10 yılı içinde
baştan başa açılmıştı. Fethi müteakip ülkenin her tarafı Oğuz kümeleri ile
doldu. Bunlar Türkistan ve İran’da yaşayan eldaşları tarafından daima besleniyor
ve yeni gelenler ile sayıları daima artıyordu. Fetihten sonra Anadolu ile
Türkistan arasında bir göç kanalı oluşmuştu. Bu kanal XIII.yüzyılın birinci
yarısının ortalarına doğru Türkistan, Horasan ve Azerbaycan’dan Anadolu’ya
birbiri arkasından kalabalık Türkmen kümeleri gelmeye başladı. Böylece
Oğuzların ezici çoğunluğu Anadolu’da toplandı. Seyhun boylarındaki şehirlerde
ve köylerde yaşayan oturak Oğuzlar’ında eldaşlarının yaşadığı emin bir ülke
olması gibi sebeplerden dolayı Anadolu’ya geldikleri ve sonuç olarak
Anadolu’nun pek büyük bir kısmı XI.yüzyıldan başlayıp XIV.yüzyıla kadar süren
yoğun göçler her bakımdan bir Oğuz (Türkmen) ülkesi vasfını aldı ki, bu hususu
XIV.yüzyıldaki yabancı müelliflerde açıkça fark etmişlerdi. Oğuzlar Anadolu’ya
gelirken maddi ve manevi harslarını da (Kültürlerini) beraberinde getirdiler.
Mezarı Sir Derya boylarında bulunan Dede Korkut’un manevi şahsiyeti
bile, destanları yanında; Anadolu’ya geldi. Oğuz Türkçesi birçoklarının sandığı
gibi, Anadolu ve İstanbul’da değil, daha buraya gelmeden önce, Türkistan’da
iken bu günki hususiyetlerini taşıyor ve orada da Türk lehçelerinin en incesi
ve en zarifi şeklinde vasıflandırılıyordu.
Bu vesile ile şu durumu çok kesin
bir gerçek olarak söylemek gerekir ki, Oğuzlar’ın Anadolu’ya getirdikleri
kültürleri ve bu arada her türlü gelenekleri bütün hususiyetleri ile zamanımıza
kadar kuvvetle yaşayıp gelmiştir. Günümüzdeki Anadolu Türkleri’nin de ataları
olan Oğuzlar’ın kültürleri ruhi davranışları ve antropolojik vasıfları
hakimdir. (Bugünkü Anadolu Türkleri’nin ruhi davranışları da ataları Oğuz
Türkler’ininkinden, farksızdır. Anadolu Türkleri sakin görünüşlü, serin kanlı,
duygularını pek belli etmeyen insanlardır; asık suratlı olmayıp güler yüzlü ve
tatlı bakışlıdır; çabuk kızmazlar ve birden farlayıp sönmezler. Halkın tabiri ile Anadolu
Türkü’nün kolayca “damarı tutmaz” yani derhal sinirlenmez fakat “ayranı
kabardımı” kasırga gibi eser, önünde durulmaz. Tıpkı Oğuz yiğitinin “acığı
tuttuğunda katı taşı kül eylediği” gibi.. onların başlıca vasıflarından biri de
kin tutmamalarıdır; öç alma duyguları da önlenemez bir aşırılıkta değildir;
çabuk barışırlar; merhamet duyguları da kuvvetlidir; şaka ve latifeden
hoşlanırlar; gerçekçi insanlardır, yani akılları hislerine hakim olabilir;
öğünme duygularında da aşırılık görülmez; onun için başkalarının meziyet ve
kabiliyetlerini inkar etmezler. Anadolu Türkleri ruhen infıratcı
(infırat=topluluktan ayrı durma) değil cemiyetçidir; toplu yani bir arada
yaşamaktan hoşlanırlar; milletlerine bağlı ve yurtsever oldukları da gerçek bir
vakıadır. Konuk ve yardımseverlikleri sadece insansever olmalarından ileri
gelir. Avrupalı, Asyalı ve Afrikalı insanlar arasında da fark gözetmez. Yüz
şekli ve beden yapılarına gelince, onlar umumiyetle düz kara saçlı, ela gözlü,
yuvarlak yüzlü, düz burunlu insanlardı; aralarında mavi gözlü olanları az veya
nadirdir; bu gibilere çok defa bu vasıfları bir sıfat olarak verilir. (Gök
Mehmet = mavi gözlü Mehmet, Gök kız = mavi gözlü kız) pek çoğunun cildleri
beyazdır; yüz ve ellerindeki esmerlik, güneş yakması ile ilgilidir. Boyları
ortadan uzun olup, gövde kısmı alt tarafa nazaran kısa değildir; onun için at
üstünde heybetli görünürler ve rahatça ok atarlar ve kılıç sallarlar.
Moğol istilası, eski Türk alemini
tamamen ortadan kaldırdığı, Türkistan ve Orta Doğu’da korkunç kıyımlar meydana
getirdiği gibi, mamur ve müreffeh Anadolu’nun da ızdıraplı bir devir
geçirmesine sebep olmuştur. Bununla beraber Moğol istilası ve hakimiyetinin
Batı Türklüğü bakımından birçok müsbet mühim neticeleri de görülmektedir.
Evvelce de işaret edildiği gibi, Oğuz yahut Türkmen kavminin Türkistan ve
İran’da yaşayan kümelerinin pek çoğu bu istila sebebi ile Anadolu’ya gelmişti.
Bu suretle Anadolu, maddeten ve manen Oğuz Türklüğü’nün yurdu vasfını kuvvetli
bir şekilde kazandı. Diğer taraftan Moğollar kendileri ile birlikte başka Türk
kavimlerine mensup pek çok insanı da getirmişlerdi ki bunlarda yakın Doğu
Türklüğünü kuvvetlendirmişlerdir. Üçüncü olarak Yakın-Doğu’da Türk Kültürünün
Fars ve Arab kültürleri yanında üçüncü bir kültür olarak kuvvetle var olması da
Moğol hakimiyeti devrinde görülmektedir. Bu arada İran’daki Moğol sarayında
kuvvetli bir Türklük şuuru doğmuş ve bunun sonucunda meydana getirilen
eserler, Batı Türkler’i yani Türkmenler’de kavmi duyguların daha şuurlu ve daha
yaygın bir hale gelmesinde mühim bir amil teşkil etmiştir.
Türkmenler, yani Türk Göçebe
toplulukları Anadolu’da Moğol hakimiyetine karşı her yerde yılmadan mücadele
etmişlerdir. Çünkü, onlar yerleşik Türk unsurunun aksine mücadele için
gereken teşkilata, inzibat ve savaşçılık ruhuna sahip idiler. Yerleşik Türk
halkına gelince, bunların aralarında birleşip kuvvetli bir mücadele cephesi
vücuda getirmeleri mümkün olamıyordu. Şayet Türkmenler olmasa idi Anadolu’daki
Moğol hakimiyetinin çok daha uzun süreceği muhakkak olduğu gibi, memleket
harici istila ve fetihlere de her zaman açık kalacaktı.
Oğuz
(Türkmen) asıllı Osmanlı hanedanının Anadolu’da yaptığı iş Bursa’dan
Boğaziçine kadar olan Marmara bölgesini fethetmesidir. Osmanlı hanedanı tarih
sahnesine çıktığı zaman Anadolu’daki Türk cemiyeti çoktan her şeye sahip bir
topluluk haline yükselmişti. Bu hanedan Türk cemiyetinin başına geçince orada
her şeyi hazır buldu. Osmanlılar batıda, Rumeli yakasında fetihlerde
bulunurlarken doğuda da Kara Koyunlular Timur’un istilası ile geciken
İran istikametindeki fetihlerini XV.yüzyılın başlarından itibaren tahakkuk
ettirmeye giriştiler. Böylece Anadolu’dan her iki yönde fetih yolu ile yayılma
hareketleri yapılmaya başladı.
Askeri sahada olduğu gibi, mülki
idarede de mükemmel bir teşkilata sahip bulunan Osmanlı devleti
Balkanlar’a devamlı, düzenli ve gelişmiş bir hayat getirmişti. Oradaki
Hıristiyanlar da bundan geniş ölçüde faydalandılar. Türkler Rum-eli’nde yoğun
bir şekilde bilhassa Varna, batıda Tatar-Pazarı ve güneyde Kavala arasındaki
bölgede yurt tutmuşlardı. Bunlar işaret edildiği gibi, Batı Anadolu, Marmara
bölgesi ve Orta Anadolu’dan gelmişlerdi. Bu gelenler arasında da Ak Koyunlu
obaları gibi, toplulukların da bulunduğunu biliyoruz. Balkanlar’a gelişin
hatırası Rum-eli Türkleri arasında unutulmayarak zamanımıza kadar yaşamıştır.
Adı geçen bölge hemen her bakımdan Anadolu’nun uzantısı mahiyetini almıştı.
Burada da Anadolu’da olduğu gibi şehir ve köylerdeki Türkler’in yanında, göçebe
yaşayışı sürdüren ehemmiyetli sayıda Türkler vardı ki, bunlara da Yörük
denilmekte idi. Rum-eli’nde Yörükler, türlü kollara ayrılıyor ve yaşadıkları
bölgelerin adları ile anılıyorlardı: Tanrı Dağı Yörükleri (Gümülcüne,
Karasu; Yenicesu, Drama ve Kavala’da), Nal-Döken Yörükleri (Bu günkü
Bulgaristan’da), Selanik Yörükleri (Makedonya ve Taselya’da), Vize Yörükleri
(Vize, Lüle-Burgaz, Çorlu ve Hayra-Bolu), Kocacık Yörükleri (Edirne,
Kırklar-Eli, Babaeski ve bugünkü Bulgaristan’ın bazı yerlerinde)
Osmanlı devletinin,
Kuzey-Afrika İslam ülkelerini Avrupalıların istilasından kurtardığı bir
vakıadır. Şayet bunda başarı göstermese idi, kuvvetli ihtimal ile şimdi oraları
Hıristiyan ülkeleri olarak görülecekti. Ne Arab unsuru ne de Berberiler,
İspanya’yı olduğu gibi Kuzey-Afrika’yı da koruyabildiler.
Kuzey Afrika’daki üç ülke Cezayir,
Tunus ve Trablus, Türkler tarafından Ocak adı verilen askeri teşkilatla
idare edilmiştir. Bu ocaklara alınacaklarda aranılan en mühim vasıf, onların
Anadolu Türkü olmaları idi. Arablar ve Berberiler Ocaklara alınmadıkları gibi,
Babaları Türk ve anaları yerlilerden olanlarda yüksek memuriyetlere
çıkarılmıyorlardı.
Ocak, ihtiyaçları olan Türkleri Batı
ve Güney Anadolu’dan temin ediyorlardı. Bu maksatla gönderilen heyetler, Batı
Anadolu’daki şehir ve kasabaları dolaşarak pazar yerlerinde: “Yorulmadan akça
kazanmak, terlemeden ölmek isteyenler bayrağımız altına gelsin” sözlerini nida
ettirip asker devşirirlerdi. Bu gidenler arasında saz şairleri de
bulunuyorlardı ki, söyledikleri Türkçe şiirler zamanımıza kadar gelmiştir.
Cezayir ocağının reisine verilen “Dayı” ünvanı da Anadolu Türkleri’nin
tanımadıkları büyüklerine, annelerinin kardeşlerine olduğu gibi dayı
demelerinden ileri geliyor. Yüzyılımızda Batı Anadolu’da Orta Anadolu’dan
gelene işçilerin başında bulunanlara verilmiş olan “Dayıbaşı” sözü de aynı
telakki ile ilgilidir. Böylece Batı ve Güney Batı Anadolu, babayiğit
evlatlarının mühim bir kısmını da, çoğu veya hepsi bir daha dönmemek üzere uzun
bir zaman Kuzey Afrika’ya göndermiştir. Bu gün bile Anadolu’da “akşamdan
Cezayir’e giden çok olur” şeklinde atalar sözü hala söylenir.
Osmanlı devletinin giriştiği
uzun süren harblerde yenilgilere uğraması Anadolu’daki hakimiyetlerini son
derecede zayıflatarak bu ülkede irili ufaklı derebeyi de denilen ayanların
ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Bunların devri, aşağı yukarı bir asır devam
etmiştir. İşte bu ayanlar devrinde Batı Anadolu’da Aydın, İzmir ve Manisa
vilayetlerinde zeybeklerin de ortaya çıktığı görülür. Bunlar devlet kuvvetine
karşı geliyorlar ve zenginlerden sızdırdıkları paraları ile geçiniyorlardı.
Zeybek kelimesinin nereden geldiği henüz aydınlatılmamış olduğu gibi, bunların
zuhurunda o bölgedeki oymakların amil olup olmadıkları da iyice bilinmiyor.
Zeybeklerin faaliyetlerine bir türlü son veremeyen devlet, savaşçılıklarından
dolayı onları XIX.yüzyılda, ücretli asker olarak ordusunda kullanmıştır.
XVI.yüzyılın başında Hind ticaretini
ele geçiren Portekizliler, Güney ve Doğu Arabistan için ciddi bir tehlike
teşkil etmişlerdi. Osmanlı hakimiyeti bu tehlikeyi de önledi. XVI. Ve
XVII.yüzyıllarda Arabistan’da Türklere umumiyetle, Karamani deniliyordu.
Bu husus her halde oraya gönderilen askerlerin çoğunun Karaman eyaletinden
olması ile ilgilidir. Anadolu Türkleri yiğitlikleri ile Arabistan ve Yemen
dahil olmak üzere büyük bir ün kazanmışlardır. Hatta bunu ifade etmek için:
“Vahidun Karamani elfun Yemani = bir Karamanlı bin Yemenli’ye bedeldir”
denilmiştir. Ancak Yemen’e gönderilen Türkler’in mühim bir kısmı vatanlarına
dönemiyorlardı. Bu Yemenli, Arap boyları ile çarpışmaktan ziyade salgın
hastalıktan (bilhassa kolera) ve bakımsızlıktan ileri geliyordu. Yemen’den geri
dönemeyen Türk gençlerinin milletimizin bağrında açtıkları yaraları ifade eden
hüzünlü türkülerin hala söylenmekte olduğu malumdur.
Osmanlı devleti, bu günkü
sınırları içinde Türkiye’yi ancak Kanuni devrinde idaresi altına alabilmişti.
Bu idarenin mahiyeti icabı Anadolu’da girdiği yerde, bilhassa köylüler ve
göçebeler tarafından memnunlukla karşılandığını ileri sürmek güçtür. Bu sebeple
XV. Ve XVI.yüzyıllarda görülen mezhebi ayaklanmalarda bile Osmanlı idare
sisteminin mahiyetinin ve onun kötü uygulanmasının büyük bir payı olduğu
şüphesizdir. XVI.yüzyılın son çeyreğinde çıkan İran ve Avusturya harpleri ve
onunla yakından ilgili bulunan korkunç Celali ayaklanmaları Anadolu’daki umumi
hatlarını muhafaza ederek gelen, eski içtimai düzeni tamamen ortadan kaldırdı.
Memleket harap bir duruma, halk da derin bir yoksulluk içine düştü. Her yerde
köklü ailelerin, yani bey zümresinin pek büyük bir kısmı yok oldu, geri
kalanları da iktisadi bakımdan fazla bir zarara uğramadılarsa da devlet
karşısında olduğu gibi, çevrelerindeki halk içinde de itibarlarını kaybettiler.
Hatta bunların bir çokları basit davranışlı, sefahate meyyal ve yoksullara
yardımdan uzak insanlar haline geldiler. Bu sonuncuların zamanımıza kadar gelen
mensuplarında da aynı hal görülür. Halbuki “beylik vermekle, yiğitlik
vuruşmakla olur” atalar sözünde de ifade edildiği gibi, Türk halkı, en eski
zamanlardan beri han, sultan ve beylere kendilerine faydalı olmak ve
yardımlarda bulunmakla görevli insanlar gözü ile bakıyorlardı. Avrupa
asilzadesinin ve krallarının saraylar, şatolar yaptırmaları karşısında
bizimkilerin içtimai eserler vücuda getirmeleri bilhassa bu telakkiden gelmektedir.
Böyle yapılmadığı takdirde “el mi yaman bey mi yaman, el yaman” atalar sözünün
de gösterdiği üzere beyler mevkilerini muhafaza etmekte güçlükler ile
karşılaşıyorlardı.
Şehir halkı zikredilen olaylardan
yani Celali hareketlerinden pek zarar görmedi. Köylülere gelince, asıl darbeyi
yiyen bu kitle olmuştur. Bu olaylar köylülere yoksulluk ve nüfus kaybı gibi
büyük felaketler getirmiştir ki, uzun asırlar boyunca bu kitle kendi kendine
kayıplarını telafi edememiştir. Köylü kitlesi arasında açılan bu derin yaraları
nüfus bakımından ancak Türk oymakları kapatmaya çalışmışlardır.
Göçebe Türk topluluklarına gelince,
adı geçen olaylar onlar üzerinde de tesirini göstermiş ve istisnasız düzenleri
bozulmuştur; bazıları dağılmışlar veya dağılma derecesine düşmüşlerdir;
bazıları da eskiden beri yaşadıkları yurtlarından ayrılarak başka yerlere göç
etmek zorunda kalmışlardır. Bununla beraber, göçebe unsur, hareket kabiliyeti
sayesinde iç karışıklıklar; harpler, salgın hastalıklar, sıtma ve kıtlıkların
tesirlerine, köylü ve şehirlere nazaran daha az maruz kalmıştır. Bu sebeple
onlar nüfus bakımından daha çok artmışlardır. Bu keyfiyet de yerleşik Türk
halkı arasında meydana gelmiş olan geniş nüfus boşluklarının doldurulmasına
imkan vermiştir.
Türk göçebe toplulukları Osmanlı
devrinde de Orta Asya’dan getirdikleri koyun ve atı besliyorlar ve yine onlar
gibi deveyi de taşıma vasıta (yüklet) olarak kullanıyorlardı. Osmanlı
devletinin de seferlerde askerin azığını develer ile taşıttığını biliyoruz.
Türk topluluklarının mühim bir
kısmının çadırları XIX.yüzyılda dahi, anayurttan getirilmiş olan umumiyetle ak
keçeden yapılmış değirmi çadırlardı. Bu Türk çadırları yakın doğuda
islamiyetten önce de tanınmıştı. Hatta, Hazreti Peygamberin bile
seferlerde Türk çadırında oturduğu söylenir. Kıldan mamul kara çadırların
kullanılması yoksullaşma ile ilgili görünüyor. Kıl çadırları münhasıran keçi
besleyen, oturdukları yerler sarp ve otlakları dar olan Yörükler
kullanıyorlardı. Fakat Türkler’in asıl milli çadırları, işaret edildiği gibi,
ak keçeden yapılmış toprak ev de denilen yuvarlak çadırlardır.
Anadolu’daki Türk cemiyeti birbirini
izleyen uzun ve yorucu harpler, salgın hastalıklar ve kıtlıklar sebebi ile bir
daha eski kuvvetini elde edemedi. Hatta XIX.yüzyılda Avrupalı seyyahlar,
Hıristiyanların aksine Türk Milletinin mahvolmaya doğru gittiğini müşahede
etmişlerdir. XVI. Ve XVII. yüzyıllarda çoğu Türk aslından olmayan Osmanlı
müellifleri, Anadolu Türkleri’ne bilhassa köylülere Etrak-i bi-idrak
(Akılsız Türkler) demişlerdir. Fakat bu müellifler ve bütün Osmanlı
idarecileri, Anadolu Türkleri’nin devletin asıl dayanağını teşkil ettiklerini
idrak edememişlerdir. Böylece Türk cemiyetine zaaf gelince Osmanlı devleti de
kudretini kaybetti. Osmanlı son asırlara kadar Anadolu’nun insanını ve
servetini görülmemiş bir israfla harcamış fakat ona hiçbir şey vermemiştir. Bu
yüzden Anadolu Türkleri yoksul ve geri kalmış bir cemiyet, Anadolu da harap bir
memleket haline gelmiştir. Anadolu halkı arasında idarecilere Osmanlı adı
veriliyordu. Bu adın verilmesi, mensuplarının saray ve ocaktan yetişmeleri ile
kavmi bakımdan Türk halkından çıkmamaları ile ilgilidir. Anadolu Türkleri
bunlara adeta yabancı ve istilacı bir zümrenin mensupları gözü ile
bakıyorlardı. Osmanlı sınıfının mensupları, Anadolu halkına bilhassa köylü ve
göçebelere göre mağrur, haşin, hilekâr, sözünde durmaz, vefasız ve gayri adil
ve benlikçi insanlardır. Bugün Doğu Anadolu’da şu deyiş hala hatırlanmaktadır.
“Salvarı şaltak Osmanlı
Eğeri kaltak Osmanlı
Ekende yok biçende yok
Yemede ortak Osmanlı”
Orta Anadolu’da
da şu deyiş söyleniyordu.
“Kara çadır ismi tutar
Beylik martin pas mı tutar
Ağlarsa anam ağlar
Osmanlı’dır yas mı tutar.”
Gerçekten XIX.yüzyılda anadolu’yu
gezen Avrupalı seyyahlar Anadolu Türkleri’nin yoksulluklarına rağmen asil
ruhlu, namuslu insanlar olup, kötü idareciler elinde yoksul ve geri kalmış bir
duruma düştüklerini yazarlar ki, bunun bir geçek olduğu şüphesizdir.
OĞUZLARIN
TARİHİ
1. Oğuz Adının Menşei :
Oğuz adının manası hakkında
eski eserlerde bilgilere rastgelinememiş olup, eski müellifler Türkmen
kelimesinin ne anlama geldiğini araştırmışlardır. Fakat Oğuz adı üzerinde hiç
durmamışlardır. İlhanlı hükümdarlarından Gazan Han devrinde
(1295-1304) veya Gazan’ın halefi Olceytü zamanında (1304-1316) yazılmış
olan Uygurca Oğuz Kağan destanında ilk süt demek olan ağız, Oğuz şeklinde
geçiyor. Hatta bazı bilginler Oğuz adının buradan geldiğini düşünmüşlerdir.
2. Gök Türkler devrinde Tokuz
(Dokuz) Oğuzlar :
Orhun kitabelerinde yerli-yabancı,
göçebe-yerleşik bütün siyasi ve kavmi topluluklar için budun kelimesi
kullanılıyor. Türük budun, Ediz budun, On ok budun, Tabgaç budun (=Çin
kavmi) Suğdak budun (Soğd kavmi). Kaşgarlı, budun kelimesini Arapçaya kavm sözü
ile tercüme etmiştir. Avrupalı
alimlerde budunu people, volk sözleri ile karşılıyor. Bunlar siyasi
bakımdan birbirlerinden ayrı topluluklardır. Her budunun kutsal sayılan bir
yurdu, kendisini yöneten bir hükümdarı vardır. Göçebe budunlar iki veya daha
fazla boylardan meydana gelmişlerdir. Bir budunun kaç boydan meydana geldiği
sayı ile ifade ediliyor: İki Ekiz (iki boylu Ediz Budunu), üç Karluk (üç boylu
Karluk budunu), Tokuz Oğuz, On Uygur.
Göçebe budunlardan çoğu Gök
Türkler’e tabi idiler. Tabi budunlar her yıl kağanlara vergi vermişlerdi.
Bu vergiler, herhalde yılkı ve koyun sürüleri şeklinde ödeniyordu. Kağanların
yendikleri budunların topraklarını ülkelerine katmak siyaseti gütmedikleri
görülmektedir. Bilakis onlar o topraklar ve sular idisiz yani sahipsiz
kalmasın diye yenilmiş budunu düzenleyip başına bir başbuğ geçirerek o
toprakları sahiplerine geri veriyorlardı.
Yine kitabelerde tat kelimesi
de görülür. Tat kelimesi Türkçe bilmeyen yabancı anlamında
kullanılmıştır. XI.yüzyılda sadece Orta Asya İranlıları’na değil, Uygurlara da
tat deniliyordu. Uygurlar içinde tat sözünün kullanılması, bize göre, onların
yerleşik olmaları ile ilgilidir. Şehir ve köylerde oturdukları için onlara tat
denilmiştir. Din ayrılığının bu adın verilmesinde amil olduğu pek düşünülemez. Safeviler
devrinde İran’daki Türkler de Farslara tat dedikleri gibi, Memlük Türkleri’ninde
Mısır’daki Fellahlar için aynı kelimeyi kullandıkları görülür.
T ü r ü k (Türk) Budun :
Gök Türk devletini kuran, kağanların mensup bulundukları ve dayandıkları
budundur. Kağanların bu budundan çıktıklarını göstermek için, bazen bu ad ile
vasıflandırılır. Türük Yamı Kağan, Türk Bilge Kağan. Türük adının
türü-(yahut törü) fiilinden – k eki ile yapılmış bir isim olduğu görülüyor. Kuvvetli
anlamındaki Türk sözüne gelince bu, Gök Türkler’den çok sonra,
X-XIII.yüzyıllara ait Uygur metinlerinde geçmektedir. Yani Kuvvetli ve Kudretli
anlamındaki Türk’e Türk adının ortaya çıkışından çok sonra, geç bir zamanda ve
tek bir Türk kavmine ait bazı metinlerde rast gelinmiştir, fakat ne kitabelerde,
ne Divanu lugati’t-Türk’de ve ne de diğer eserlerde olmadığı gibi şimdiki Türk
lehçelerinde de görülemiyor. Fazla olarak Türk kelimesinin Uygurlar arasında
kuvvetli ve Kudretli anlamında kullanılması, Gök Türkler’in şerefli
hatıralarından, büyük ünlerinden gelmiş olabilir. Bu sebeplerle Türük (Türk)
kavim adının tür fiilinden geldiği hakkındaki ilk defa A.Vambery
tarafından ileri sürülmüş olan görüşün gerçeği ifade ettiğinden asla şüphe
etmiyoruz. Göçebe demek olan Yörük kelimesi de XIV. Veya XV. Yüzyılda
Anadolu’da yörü fiilinden, böyle meydana gelmişti. Türük (Türk) yaratılmış,
doğmuş, türemiş demektir: “kişi oğlu kop ölgeli türümiş = insan oğlu sadece
ölmek için doğmuş.”
O ğ u z l a r : Tula
(Tugla) boylarında, ırmağın kuzeye doğru kıvrım yaptığı kısmında yaşadıkları
anlaşılıyor. Kitabelerde Oğuzlar kuzeyde yaşayan bir budun olarak gösteriliyor.
Onların da doğu komşuları Tatarlar idi. Dokuz boydan meydana gelmiş bir
budun olduğu için bazen onlara Tokuz Oğuz Budun denilir. Biz bu
dokuz boydan ancak ikisinin adını biliyoruz. Bunlar da Kunı ve Tonra
boylarıdır.
Aşağıda ayrıca söz edileceği üzere İl
Tiriş Kağan, Türk devletini yeniden kurmak için uğraşırken karşısında en
güçlü budun olarak Oğuzları bulmuştu. Onlar kağan ünvanlı bir hükümdar tarafından
idare olunuyorlardı. Bu sebeple Oğuzlar ile 5 defa savaşıldı. Baz Kağan
ünvanlı hükümdarları, beşinci savaşta yenilip bertaraf edilerek Oğuz devleti
yıkıldı. Böylece Oğuzlar itaat altına alındılar. Fakat birçok buduna yapıldığı
gibi başlarına kendilerinden veya hanedandan biri geçirilmedi. Türk budunu gibi
doğrudan doğruya kağana bağlandılar. Türk budunundan faksız veya az farklı bir
hukuki duruma sahip oldular. Bundan dolayı Tonyukuk kitabesinde “Türük Bilge
Kağan Türük Sir Budunug, Oğuz Budung igidü olurur” dediği gibi, Bilge Kağan da
türk budununa olduğu üzere Oğuz budununa ve beylerine birlikte hitap
etmektedir.
E d i z : Edizler iki
boydan meydana gelmişlerdi. Onun için kitabelerde bazen iki Ediz olarak
zikredilir. Yurtlarının Oğuzlara yakın bir yerde olduğu anlaşılmaktadır. Bu sebeple
715 yılında Oğuzlar ile Togu Balık’da yapılan savaştan sonra Edizlerin üzerine
yürüyen Tarduş Şad (Müstakbel Bilge Kağan) ile Köl Tigin Kuşlağak’da onları,
acınacak derecede ağır bir yenilgiye uğrattılar. Bu mağlubiyet üzerine Edizler
göç edip “sabı ağısı yımşak” olan Tabgaç budununa sığındılar fakat Bilge Kağan
hükümdar olunca geri gelip ona itaat ettiler. Sonra doğrudan doğruya kağan’a
bağlandılar. Bilge Kağan’ın oğlunun Tokuz Oğuz ile iki Ediz üzerine kağan
olduğunu söylemesi bu husustan ileri gelmiştir.
K ı r g ı z (Kitabelerde
Kırkız) : Bu budun, Gök Türkler devrinde ve sonraki zamanlarda kuzeyde,
başlıca Abakan bozkırında yaşamakta idi. Hükümdarlarının kağan ünvanını
kaşıması onların bu esnada kuvvetli bir topluluk olduğunu gösterir. Bundan
dolayı ne Gök Türkler, ne de Uygurlar Kırgızların siyasi varlıklarına son
veremediler. Buna karşılık Kırgızların 840 yılında aşağıya inerek Uygur
devletini yıkmak ve Orhun bölgesini fethetmek başarısını gösterdiklerini biliyoruz.
Kırgızlar’ın aslen Türk olmayan
kavimlerden biri olduğu iddiası ilim aleminde büyük bir ilgi görmüştür. Çin kaynaklarının
Kırgızlar’ın açık saçlı ve mavi gözlü insanlar olduklarını yazmaları ve İslam
müelliflerinden Gerdizi’nin de Kırgızlar’ın beyaz tenli ve kızıl saçlı olduklarını,
bunun da Saklablar (Silavlar) ile karışma sonucunda meydana çıktığını yazması
bu iddianın başlıca dayanaklarını oluşturmuştur. Ancak türk aleminin
merkezinden uzakta ve buradan sıra dağlar, sık ormanlar ile ayrılmış bir yerde
yaşayan Kırgızlar nasıl Türkleştiler? İşte
bunu izah etmek mümkün değildir. Böyle olunca da, bu iddianın bir değeri
kalmamış bulunuyor. Fazla olarak el-istahri ve Kaşgarlı gibi müellifler de
Kırgızları öz Türk kavimleri arasında sayarlar: “Çin ülkesinde türlü diller
konuşulur. Bu yüzden orada insanlar birbirlerini anlamazlar. Halbuki Toguz Guzz
(Uygur), Hızhız (Kırgız), Kimek, el Guzziyye (Oğuzlar) ve Harluhiyye (Karluklar)
den meydana gelen Türk’lerin dilleri birdir. Birbirlerini anlarlar. Hududu’l-alem,
Mes’udi ve diğerleri de Kırgızları Türk kavimleri arasında anarlar.
Tarduş : Bu budunun
yaşadığı yer iyice bilinemiyor. Bununla beraber yurtları ötüken yöresinden
uzakta değildi. Onlar kitabelere göre Gök Türkler’e sadık iki budundan biri
idiler. Daha sonra Uygurlar’a tabi oldular.
Tölis : Kitabelerde
çok defa Tarduşlar’la birlikte zikredilen Tölislerin de yurtlarını nerede
olduğu iyice bilinemiyor. Bu budunun adını Töliş şeklinde okumak için de
kuvvetli bir delil yoktur. Gök Türk kağanları bunların üzerinde de yine hanedan
azasından yabgular tayin ediyorlardı. Tarduş ve Tölisler’in adları sadece bu
tayinler dolayısı ile geçiyor.
Basmıl : Beşbalık
bölgesinde oturuyorlardı. Varlıklarını XI. Yüzyıla kadar sürdürmüşlerdir.
Başbuğları Iduk kut ünvanını taşırlardı.
Karluk : Bu budunun
yurdu Kara irtiş’in sağ tarafından Urungu Gölü ile Zaysan Gölü arasında idi; üç
boydan meydana geldikleri için bazen üç Karluk da denilirdi. Başbuğları
il-teber ünvanını taşırdı. Karluklar Doğu Gök Türk devletinin yıkılmasında
mühim rol oynadıkları gibi, 766 yılında da Başkent Suyab’ı zapt edip, Türgiş
devletine de son verdiler.
Az : Azlar Kırgızların
komşusu idiler. Yurtları Kögmen (Tannu Ola) dağının yakınlarında idi,
Başbuğlarının il-Teber ünvanını taşıdığı biliniyor.
Çik : Kem ırmağının
ötesinde yaşıyorlardı. Onlar Uygurlar zamanında çok daha faal idiler. Bu yüzden
Uygur il itmiş Bilge Kağan’ı epeyce uğraştırdılar. En sonunda Kağan onlara baş
eğdirip üzerlerine bir vali (tutug) tayin etti. Akibeti meçhul olan kavimlerden
biri de bu Çiklerdir.
İzgil : Bu topluluğun
nerede yaşadığı bilinemiyor. Esasen kitabelerde onlardan bir defa söz ediliyor.
Orada şöyle deniliyor: Amcam Kağan’ın devleti zayıflayıp budun ile hükümdar
arasında ikilik çıktığında izgil budun ile savaştık. Köl Tigin alp Salçı’nın
kır atına binip hücum etti. O at orada düştü. İzgil budun yok oldu.
Yer Bayırku : Çin
kaynaklarından öğrenildiğine göre, Yer Bayırku (Pa-ye-ko) dokuz boydan meydana
gelmişti. Türkler ve Moğollar arasında dokuz rakamının kutsal olduğunu
biliyoruz. Bu sebeple budunların, boylarının sayısını belirlemek üzere, dokuz
sıfatını almalarında bunun da mühim bir rolu olduğu şüphesizdir. Uygurlar On
Boy idiler. (On Uygur). Çin Kaynakları Uygurlar’ın dokuz boydan meydana
geldiklerini yazarlar ve dokuz boyun adlarını da verirler. Bu taktirde
Müslümanların Uygurlar’ı Togız Guzz (Tokuz Oğuz) adıyla anmaları daha kolay
izah edilebilir. Onların Yukarı Kerülen’de yaşadıkları söyleniyor. Bilge
Kağan’ın sözlerinden ise Bayırkular’ın yurtlarının kuzeyde, uzak bir yerde
olduğu anlaşılıyor. Bu sebeple onların yurdu Baykal çevresinde olmalıdır.
Kurikan : Üç boydan
meydana gelmişti. Kitabelerde kuzeydeki budunları sayılırken Kurikanlar da
Kırgızlar ile Otuz Tatar arasında zikredilir. Buna göre onlar adı geçen
budunların yurtlarının arasındaki yörede yaşadıkları görülüyor. Kurikanlar’ın
Yakutlar’ın ataları oldukları ileri sürülmüştür. Gök Türkler devrindeki üç
Kurikanlar Moğol asıllı bir budundur.
T a t a r : Oğuzlar’ın komşuları oldukları
biliniyor. Tatarlar, Gök Türkler çağında otuz boy halinde idiler. Bundan dolayı
onlara Otuz Tatar denilir. Fakat bu Otuz Tatar’dan sadece dokuzu siyasi bir
birlik meydana getirdiklerinden onlar da Tokuz Tatar adıyla anılır. Bu Tokuz
Tatar’ların gerek Gök Türkler devrinde, gerek Uygurlar zamanında Tokuz Oğuzlar
ile birlikte hareket ettikleri görülür. Tatarlar uzun müddet Moğollar’ı temsil
ettiklerinden adları bütün Moğol soyunun adı olmuştu. Batıdaki kavimler de bunu
bilhassa Türkler’den öğrenerek Moğollar’a da Tatar dediler.
K ı t a y : Güçlü bir Moğol ulusudur.
Kitabelerde güneyde Tabgaç budun, doğu da da Kıtaylar gösterilir. Kıtaylar Uzak
Doğu’da Kore’ye yakın bir yerde Çin sınırında oturuyorlardı. Kıtaylar X. yüzyılın
başlarında Kuzey Çin’i fethettiler ve Çin tarihinde Leau hanedanı adıyla yer
aldılar. Kıtaylar X. yüzyılın birinci yarısının ortalarında Orhun bölgesinden
Kırgızlar’ı çıkardılar (924). Bu, Türk
tarihi bakımından pek mühim bir hadisedir. Zira bunun sonucunda Türklerin
bilinen bu en eski tarihi yurtları Moğolca konuşan ulusların ülkeleri haline
geldi. Kıtaylar XII. Yüzyılda Çin’den kovulduktan sonra Türkistan’a gelip
burada, nüfusları fazla olmadığı halde, bir imparatorluk kurdular. İslam
tarihlerinde bu imparatorluğu kuranlara Kara Hıtay denilir. Buradaki Kara
sıfatı onlara Çin’den kovulmaları ile siyasi itibarlarını kaybetmeleri yüzünden
olabilir.
O n O k l a r
: Gök Türk devletini kuran Bumin Kağan 552 yılında boyları ile
birlikte on beyin başında kardeşi İstemi’yi batıya göndermişti. İstemi’nin
vazifesi batıdaki Juan Juanlara ait yerlere tasarruf etmek sonra da Isiğ göl’ün
doğusudaki yörelerinden Horasan içlerine kadar uzanan geniş toprakların sahibi
kudretli Eftalitler’in hakimiyetine son vermekti. İstemi vazifesini başarı ile
yerine getirdi. Eftalitler devletini ortadan kaldırarak Ceyhun ırmağına kadar
uzanan geniş toprakları ele geçirdi (565 yıllarında), o yeğeni Mukan ile kağanlık
mücadesine girişmedi, yabgu (melik, kral) ünvanını taşıyıp açtığı zengin ve
engin toprakları, önceye kadar (575) kudretli bir hükümdar olarak idare etti.
Halefi ve oğlu Tardu kağanlara karşı tabilik bağlarını kopardı. Kağan ünvanını
alarak istiklalini ilan etti (582-584). Böylece Çin seddinden (Türkçe adı :
Burkurka yahut Bukurka) Hazar Denizi’ne kadar uzanan imparatorluk, ikiye
bölündü. Aşağı yukarı Büyük Altaylar ile Doğu Türkistan’daki Hami’nin
doğusundaki dağlar iki devletin sınırlarını meydana getiriyordu.
Batı Gök Türk topluluğu on boydan
meydana gelmiştir. Kağanlar On boyun boy beylerine birer ok vermekte idiler.
Sonraları her ok bu boylardan birini ifade etti ve böylece On Boya ON OK
denildi. Verilmiş olan oklar onların kağanlara tabi olduklarını gösteriyordu.
Yani on ok tabiliği, bağımlılığı ifade ediyor, yay da hakimlik, metbuluk
manasına geliyordu. Ok ve Yay bu hukuki manalarını daha sonraları da
sürdürdüler.
Batı Gök Türk kağanlığı ülkesinde
yazı ve edebiyatları olan birçok kavim yaşıyordu. Bu kavimler aynı zamanda
varlıklı topluluklar idiler. Kağanların para kestikleri gümüş madenleri vardı.
Ünlü ipek yolu ülkelerinden geçiyordu. Bunlara ilave olarak Batı Türkleri iki
asırdan fazla bir zaman siyasi varlıklarını sürdürdüler. Bütün bunlara rağmen
Batı Gök Türkler’inden bize kayda değer kültür hatıraları gelmemiştir.
Doğu Gök Türkleri ise, pek önemli siyasi
tarihe sahip olmalarının yanında ülkelerinin kuytu bir yerde bulunmasına ve
oradaki sert coğrafi şartlara ve türlü mahrumiyetlere rağmen, alfabeye sahip
olmuşlar, onunla ölmez yadigarlar bırakmışlar; ticaretin ehemmiyetini
anlamışlar, şehir kurmayı da düşünmüşlerdir.
Gök Türkler’in en başta gelen
hasımları Tulae başında oturan Oğuzlar idiler, Oğuzlar tek başlarına Gök
Türkler ile baş edemeyeceklerini bildiklerinden müttefikler aramışlar ve bunu
haber alan Gök Türkler Tula kıyısında Oğuzlar ile karşılaştılar. Gök Türk
ordusu 2000, Oğuz Ordusu da 3000 kişi idi. Göğüs göğse savaşıldı. Oğuzlar
yenildiler. Bir çokları ırmağa düşüp boğuldular, bir çokları da kaçarken
öldürüldüler. Bu yenilme üzerine Oğuzlar’dan geri kalanları itaat ettiler. Bu
mühim başarıdan sonra Ötüken’e varıldı. Bunu duyan etraftaki toplulukların
hepsi gelip bağlılıklarını bildirdiler. Böylece Gök Türk devleti yeniden
kuruldu. (682). Türk Kara Kamag budununun ülküsüne varılmış, tutsaklık acıları
da son bulmuştu.
Gök Türkler’in sonu ne oldu? :
Orta Asya Türk tarihinin en mühim devrinin Gök Türkler devri olduğu şüphesizdi.
Gök Türk imparatorluğu Türkler’in orta Asya’da kurdukları en büyük devlet
olduğu gibi, Türk soyuna mensup hemen bütün topluluklarda son defa olarak bu
devletin bayrağı altında toplanmışlardı. Bunun sonucunda Türk adı bilhassa Orta
Doğu’da Türkçe konuşan bütün budunların umumi şeklinde bir mana kazandı. Bu
devrin dikkate değer hususiyetlerinden biri de Türk soyunun Orta Asya’nın batı
bölgesinde toplanarak oraları Türkleştirmeleridir.
Gök Türkler ilk zamanlarda alfabe ve
dil olarak Soğutça’yı kullandılar. Son zamanlarda da Türkçe yazdılar. Gök
Türkler yazılarında kullanmak üzere on iki hayvanlı bir takvim kullandılar.
Yapılan araştırmalara göre bu takvimin daha VI. yüzyılın sonlarında Çin’den
alındığı anlaşılıyor. Bu takvim sonra Gök Türkler’in halefleri Uygurlar
tarafından da kullanıldı. Bu takvimi Uygurlardan öğrenen Moğollar onu İran’a ve
hatta Anadolu’ya getirdiler; kendilerinden sonra bu Türk takvimi İran’da son
yüzyıllara kadar kullanıldı.
Gök Türkler bu alfabeleri ile kendi
dillerinde güzel yadigarlar bırakmışlardır. Bu yadigarlar Türk dilinin, Türk
Edebiyatının, Türk tarihinin, geniş manası ile Türk kültürünün en eski ve en
değerli kaynakları ve abideleridir.
3.Uygurlar Devrinde Tokuz
(Dokuz) Oğuzları : Uygurlar, dokuz Oğuzlar’ı nasıl ve ne zaman
idareleri altına aldılar, kesin bir şey söylemek mümkün olmuyor. Uygurlar’ın
Karluk ve Basmıllar ile nalışıp 742 yılında Ku-to Yabgu’nun üzerine
yürüdüklerinde Oğuzları’da harakete geçirmiş olmaları da muhtemeldir. Uygur
devletinin kuruluşunda Köl Bilge Kağan’ın en büyük yardımcısı oğlu Moyun Çor
idi. Köl Bilge Kağan 747 de (Domuz yılı) vefat etti, yerine Bolmış il itmiş
Bilge Kağan (Gökte Olmuş Devlet Kurmuş Bilgili Kağan) ünvanını aldı. İl İtmiş
Kağan 759 ve 760 yılında yazılan sonuncu kitabesinde çok aşındığı için
okunamayan cümlelerden sonra “anda kalmış budun On Uygur Tokuz Oğuz üze yüz
olurup” deniliyor. Burada mühim olan husus Uygurlar’ın on boydan meydana gelmiş
olduklarının ifade edilmesidir.
Yine il itmiş Kağan, Ozmış Kağan
üzerine yapılan yürüyüşü anlatmaya başlarken “Dokuz Oğuz budunun hepsini
topladım” demektedir. Bu da kendisinin o zaman (743) yılında “Dokuz Oğuzlar’ın
başına geçirilmiş olması ile ilgilidir. Fakat o kağan olduktan bir müddet sonra
Oğuzlar’ın ezici çokluğunu karşısında buldu. Kağan onları Sekiz Oğuz olarak
zikrediyor. Buna göre ancak bir boy kağana sadık kalmış bulunuyor. Oğuzlar, Gök
Türkler devrinde olduğu gibi, Uygur kağanına karşı da doğu komşuları Dokuz
Tatarlar ile birleşiyorlardı. Kağan’ın Oğuzlar ile Dokuz Tatarlar’ın
ayaklanmalarına son verdiği anlaşılıyor, fakat bunun nasıl olduğu üzerinde
bilgi yoktur.
Uygurlar’ın, bilindiği üzere,
medeniyet ve kültür bakımlarından Türk tarihinde müstesna bir mevkii vardır.
Türk dünyasına şehirciliği getiren onlardır. Uygurlar’a Kara Hanlılar’ın tat
demeleri, onların yerleşik hayat geçirmeleri ile ilgili olabilir. Uygurlar’da
Müslümanlara Çomak ve Çomak eri diyorlardı. Bu da Müslüman tacirlerinin ellerinde
çomak bulundurmalarından ileri gelmiş olmalıdır.
B. SEYHUN OĞUZLARI :
IX-XI. Yüzlılarda Türk Elleri.
Orta Asya Türk tarihinde Gök
Türkler’in yeri pek mühimdir. Onların tarihleri olmasa Orta Asya tarihi ilgi
çekiciliğinden çok şey kaybederdi. Gerçekten Gök Türk devletinin yıkılışından
sonra Türkler bir daha orta Asya da büyük ve kudretli bir imparatorluğa sahip
olamadılar. Orhun bölgesinde Gök Türkler’in yerini alan (744) Uygurlar, Batı
Türkleri üzerinde hakimiyet kuramadılar. Çin ile de Türk Bilge Kağan’ın yaptığı
barışı sürdürdüler ve hatta bunu dostluğa döndürdüler. Bu barışın Kırgızlar
devrinde de (840-924) de devam ettiği görülüyor.
K ı r g ı z :
IX.yüzyılda Türk dünyasında en mühim
hadise, Kırgızlar’ın Uygur devletini yıkarak Orhun bölgesini elerine
geçirmeleridir. Fakat, Sibirya’dan gelmiş olan bu Kırgız (Kırkız)lar, Orhun
bölgesini ellerine geçirmişlerdir. Fakat Sibirya’dan gelmiş olan bu Kırgız
(Kırkız) lar, Orhun kültürünü yok ettiler. 84 yıl siyasi varlıklarını
sürdürdükleri halde kendilerinden bize galiba hiç kitabe de gelmedi. Bu yüzden Kırgızlar
Orhun bölgesine “Barbarlığı” getiren bir kavim olarak vasıflandırılır. Kırgız
Hakanı “Kemciket” denilen şehirde oturmaktadır. Bundan başka Kırgızlar’ın
şehirleri yoktur. Ölülerini yakan tek Türk kavmi de onlardı. Kırgızlar
şimdi Kırgızistan denilen Orta Asya’daki yurtlarında XV.yüzyılın ikinci
yarısında Kalmuk Moğolları tarafından getirilmişlerdir. 924 yılında Moğol
soyundan Kıtaylar’ın saldırılarına dayanamayan Kırgızlar asıl yurtları olan
Yenisey bölgesine çekildiler. Onlardan bazı küçük zümreler de batıya kaçtılar.
Böylece Türkler’in tarihçe bilinen en eski yurtları kesin olarak Moğolca
konuşan ulusların ellerine geçti.
K a r l u k :
Karluklar 766 yılında Türgiş
devletine son vererek onların ülkelerini yurt edinmişlerdi. Fakat Karluklar
burada kuvvetli bir varlık gösteremediler. Parçalanmış dağınık ve tesirsiz bir
hayat geçirdiler. Hududu’l-alem’deki (Yazılış:982) Türk dünyasına ait
bilgilerin çoğu ve mühim bir kısmı IX. yüzyılın ilk çeyreğine ait bulunmakta
olup buna göre Karluk; adını taşıyan topluluğun yurdu, Taraz (Talas) ın
doğusundaki Kulan yöresinden başlayıp Isıg Göl’ün Güney Doğusundaki Uç şehrine
kadar uzanıyordu. Aynı esere göre Karluklar’ın yurdu bayındır ve Türk ülkelerinin
en zengin ve hoş bölgesidir. Karluklar da cana yakın, iyi huylu ve iyilik sever
insanlardır. Karluklar’ın Türk tarihindeki yerlerine gelince, bunu şöylece
ifade edebiliriz. Onlar (Karluklar) bütün boyları ile birlikte Isıg Göl çevresi
ile boyları, Çu ve Talas vadilerindeki (Argu ülkesi) Türk yerleşik hayatının
gelişmesinde pek mühim bir rol oynamışlardır.
Ç i g i l :
Çiğiller’in aslında Karluklar’ın
boylarından biri oldukları ve X. yüzyılda bu akrabalık bilinmekle beraber
Çiğiller artık müstakil bir kavim sayılmıştır. Bunların ekserisi kendi adını
taşıyan ‘Çigil’ bir şehirde oturdukları görülüyor. Kaynakta (Hududu’l-alem)
Çigil’in, Çigiller ile Karluklar arasında, büyük mamur ve zengin, İslam
sınırına yakın, tacirleri de bulunan bir şehir olduğu bildiriliyor. Bu şehri
Çigil şekilnde gösteren el_Mukaddesi’ye göre (yazılışı 985) Çigil surları ve
ayrıca hisarı olan küçük bir şehirdir. Camii de, çarşı da bulunmaktadır. Bugün Türkiye’de Çigil adlı dört köy
bulunuyor. Semt adları arasında da aynı şekilde birçok yer adının bulunduğu
şüphesizdir.
T o h s i :
Tuhsilar’ın da Karluk boy veya
obalarından biri olduğu bilinmektedir. Hududu’l-alem’de bu ad Tuhs, Kaşgarlı ve
Mervezi’de, gösterildiği gibi Tohsi şeklinde geçer. Bu ismin aslı ve manası
meçhuldur. Şayet bu kelime Türkçe ise aslının Toksı olması gerekir. Tohsılar
ili (la) kıyılarında Çigiller’in batısında, onlara komşu olarak yaşadıkları
gibi, daha batıda, Çu ırmağının ağzına yakın yöresinde de oturuyorlardı. Bu son
yörede Süyab, Biglilig, Özket, Lazine ve Ferahiye adlı şehir ve köyleri vardı.
Kaşgarlı Tohsılar’ın sadece Kuyaş’ta (ili kıyılarında) oturduklarını yazar.
Büyük alimimiz en yeğni (ehaffu) dilin Oğuzlar’ınki olduğunu söylerken en doğru
(eşahhu) dilin de Yağma ve Toshılar’ın dilleri olduğunu yazıyor ve buna
Hakaniye Türkçesi adını veriyor.
B u l a k :
Hududu’l-aleme göre Yağmalar’a
mensup bir topluluk olup, Tokuz Guzzlar ile karışmışlardır. Mervezi’ye göre Karluklar’ın bir boyudur.
Kaşgarlı’da Bulaklar hakkında kısaca bilgi verir. Buna göre Bulaklar’a Elke
Bulak da denilir. Onları Kıpçaklar tutsak almışlar ise de Ulu Tanrı onları
Kıpçakları’ın elinden kurtarmıştır. Bulaklar’ın Yağma ve Karluklar’dan
hangisine mensup olduğunu söylemek güçtür. Kaşgarlı’nın sözlerinden Bulaklar’ın
XI. yüzyılın ortalarında Yukaru Çu boylarında ve Balkaş’ın batısında
yaşadıklarını düşünmek herhalde yerindedir.
Y a ğ m a :
Bu Türk eli hakkında en eski bilgiye
Hududu’l-alem’de rast geliniyor. Bu bilgiye göre Yağmalar, Kaşgar ile onun kuzeyindeki Narin Irmağı arasında
bölgede yaşayan kalabalık bir topluluktur, hatta 1700 tanınmış oymakları,
(kabile) olduğu söylenir; silahları mükemmel olup güçlü ve savaşcı insanlardır.
Hükümdarları Toguz Guzz (Uygur) hükümdarının oğullarındandır. Onların Kaşgar
ile Artuç ve Hirgili adları köyleri vardır.
Gerdizi’de Yağmalar’ın mensup
oldukları Toguz Guzzlar’dan kaçarak Karluklar arasında geldikleri Karlukların
da onlara bir şey yapmadıkları anlatılır. Yağmalar’ın hükümdarlarına “Buğra
Han” denildiği yazılır.
Kaşgarlı’da Yağmalar hakkında şu
bilgiyi veriyor. Türkler’den bir topluluk olup, onlara “Kara Yağma” da denilir.
Yine de ona göre en doğru Türkçe
Yağmalar ile Tohsılar’ın dilleridir.
Yağmalar hakkında verilen şu
bilgiler Kara Hanlılar devletinin Yağmalar tarafından kurulduğuna şüphe
bırakmaz.
Kara Yağma = Kara Han, (Kara
Hanlı Hükümdarı)
Buğra Han (Yağmalar’ın
Hükümdarı) = Buğra Han (Kara Hanlı Hükümdarı)
Kaşgar (Yağmalar’ın şehri = Kaşgar
Kara Hanlıların kutsal şehri)
T ü r k m e n :
Bu Türkmenler Oğuzlar’dan ve
Karluklar’dan tamamen ayrı bir Türk elidir. Türkmen adının gerçek sahibi bu
topluluktur. Bu Türkmenler’in nüfusu az olduğu için onlardan sadece bir müellif
söz etmiştir. Bu müellifte eserini 985 yılında yazan el-Mukaddesi’dir.
Bu müellifin verdiği bilgilere göre Türkmenler İsficab ile Balasagun
arasında yaşıyorlar. İsficab’ın doğusundaki Beruket ve Bulaç adlı kasabalar
Türkmenler’e karşı uç şehirleridir. Türkmen Meliki Ordu adlı kasabada
oturmaktadır. El Mukaddesi Türkmenler’in korkudan Müslüman olduklarını
ve Türkmen Meliki’nin isficab hakimine armağanlar göndermekte olduğunu
da bildiriyor.
E z g i ş :
Bu el XI. yüzyılda Fergana’daki
özçend (özkend) de oturdukları belirtilmiştir.
Ç a r u k :
Bu Türk eli hakkında sadece Kaşgarlı
bilgi veriyor ve bu elin Kaşgar’ın doğusundaki Barçuk’da (Maral
Başı) oturduğunu yazıyor.
O g r a k :
Kaşgarlı Ograklar’ın Uygur
sınırında oturduklarını bildiriyor. Onlara Kara Yıgaç deniliyordu.
Ograklar’ın yiğitleri ile tanınmış bir el olduğu anlaşılıyor. Kaşgarlı’da
onlar ile ilgili bazı deyişler görülür.
Çaruk ve Ograklar,
Türkmenler’den daha da küçük topluluklar idiler. Kaşgarlı’da bunlardan başka
Aramüt adlı bir topluluk da görülür. Müellifimiz Aramutlar’ın Uygurlar’a yakın
bir yerde yaşadıklarını da bildiriyor ve ayrıca aynı adda bir yerin bulunduğunu
da kaydediyor.
H a l a ç (Kalaç) :
Halaçlar’dan bir küme Taraz’ın 5
fersah (30 Km.) doğusunda yaşamakta, onların kalabalık kısmı da Horasan’da yurt
tutmuş bulunmaktadır. İbn Hurdabbih eserini ikinci defa 886 da yazdığına göre
Halaçlar bu tarihten önce Horasan’a geçmiş bulunuyordu.
Horasan’a geçen Halaçlar oradan
Güneye, Süstan’a inerek Zemin Daver’de yurt tuttular. Onlardan bir kolun
Horasan’da kalmış olmaları mümkündür. Bu Halaçlar, Gazneliler, Gorlular’ın hizmetinde
bulunmuşlar, gerek bu devletin, gerek Gorlular devletinin Hindistan’a
yaptıkları seferlere katılmışlardır. Hatta bununla ilgili olarak onlardan bir
kısmı Hindistan’a göç ederek Gorlular devrinde orada yapılan fetihlerde mühim
roller oynamışlardır. Yaptığı fetihlerde Bengal ve Doğu Hindistan’a islamiyeti
götüren Emir İhtiyareddin Muhammed Halaci, nısbesinin de gösterdiği
gibi, Halaçlar’dan idi. Türk Delhi Sultanlığı devrinde (1206-1290)
gittikçe yükselen Halaçlar, 1290 yılında iktidarı ellerine alarak bu devlete
1320 yılına kadar süren parlak bir devir yaşatmışlardır.
Selçuklular devrinde Halaçlar’dan
bazı kolların İran’ın batı bölgelerine ve Anadolu’ya gelmiş olmaları mümkündür.
Anadolu’da ikisi Kalaç, ikisi de Kalaçlı olmak üzere dört köy vardır. Bunlardan
Kalaç adını taşıyan köyler Gerede ve Alaçam ilçelerinde Kalaçlı adlı köyler de
Daday ve Gerze ilçelerinde bulunuyor. Halaçla ilgili köy sayısı ise
yirmibirdir.
K i m e k :
Kimekler’in yurtları yukarı irtiş
boylarıdır. Zamanla yurtları batıya doğru genişlemiş ve Yayık (Ural) ırmağının
çıktığı sıra dağlara ulaşmıştı. Bu sıra dağlara eski Türklerin Ulug Tag ve
Kiçig Tag dediklerini biliyoruz. Kimek adının iki + imek’den geldiği hakkındaki
Marquart’ın görüşü ilim alemince kabul edilmiştir. İki imek yani iki
boydan meydana gelmiş imek eli demektir. İki Ediz, Üç Karluk gibi Kimekler’in
adı Orhun abidelerinde geçmiyor. Buna karşılık İbn Hurdadbih’den itibaren bütün
İslam kaynaklarında görülüyor. Kimeklerin Yemekiye adlı bir şehirleri olduğu ve
hakanın yazın orada oturduğu söylenir. Süratlı at süren bir atlının Taraz’dan
bu şehre ancak 80 günde ulaştığı kaydedilir. Bundan başka onların Su (irtiş)
kıyısında Çöp adlı bir köyleri olduğu mamur olan bu köyde çok insanın
toplandığı bilidirilir. Fakat Kimekler’in bir şehirleri olduğu diğer
kaynakların hiç birinde teyid edilmez. Esasen aynı kaynakta Kimekler’in
yazın süt içtikleri, kışın da kurutulmuş et (kak) yedikleri bildirilir.
Şehri olan bir topluluk şüphesiz başka şeyler de yerdi. Kimekler’in, samur,
kunduz, kakım ve tilki derileri, sahip oldukları servetin önemli bir kısmını
teşkil ediyordu. Kışın bu hayvanları kayaklarla kar üzerinde dolaşarak
avlarlardı. Maveraün-nehir li tüccarın zorlukları ve tehlikeleri göze alarak
Kimek ve Kırgızlar’a gitmeleri değerli kürkler satın almak içindi.
XI. yüzyılda Kimek adı ortadan
kalkmış ve bu el Kıfçak ve Yemek (İmek) ler tarafından temsil edilmiştir. Yemekler,
adı geçen yüzyılda da yine irtiş kıyılarında oturuyorlardı. Bu ırmak onlarca
çok kutsal sayılıyor, Gerdizi’ye göre ona ilah gözü ile bakılıyordu.
XII. Yüzyılda Yemekler’in bilhassa Bayavut oymağının mensupları Harizm
Şahlar ordusunda en önde yer aldılar.
K ı p ç ak : (Kıfçak)
Moğol devrinden önceki kaynakların
hemen hepsinde Kıfçak (Hifçak), görüldüğü gibi aslında Kimek elinin bir boyu
olan Kıpçaklar erken bir zamanda birlikten ayrılıp batıya göç ederek IX. yüzyılda
Tobol kıyıları ile ona yakın yerlerde yurt tutmuşlardır. Kaynaklarında müstakil
bir Türk eli olarak bilgi verilir. Kıpçaklar’dan bir kol da Anadolu’ya
gelmiştir. Selçuklu şehzadesi Rükmeddin Kılıç Aslan’ın ağabeyi Sultan İzzettin
Keykavus’a isyan ettiğinin haber alınması üzerine, Vezir Kadı İzzeddin çok para
sarfederek İva (Yıva) Gence, Gurbet (?) Öve Kıpçak’dan asker toplamıştı (1254).
Şimdi Anadolu’da bu Türk elinin adını taşıyan bir tek köy (Sivas-Hafik) vardır.
K a n g l ı (Anlı) :
Bu topluluğun adı ancak XIII. yüzyılda
yazılmış kaynaklarda geçer. Aşağı Seyhun boylarındaki hadiselere dair bilgi
veren Harizmşahlar devletinin resmi vesikalarında, ne de son Harizmşah
Celaleddin Mengü Berti’nin müverrihi Muhammed en Nesevi’nin eserinde bu
topluluğun adı geçer. 1253 yılında Fransa kralının elçisi olarak Moğolistan’a
Mengü Kaan’a giden W.Rubruk, Kangılar’ın (Cangle) Kuman yani Kıpçaklar’dan
olduklarını söyler. Milli destanlarında Kanklı (Kanglı)’ya araba manasının
verildiği görülüyor. Verilen şu izahlar sonucunda Kanglı (Kanklı) ’ların Kıpçak
asıllı olup, XI. yüzyılda yaşamış bir Kıpçak başbuğunun adını (Kanlı-kağnı)
taşıdıkları anlaşılmış bulunur.
P e ç e n e k :
Peçenekler kaynaklarda öz Türk
ellerinden biri olarak anılır. Bununla beraber onların orta asyadaki hayatları
hakkında söylenecek sözler, sadece tatmin edici olmayan bir takım tahminlerdir.
Peçenekler’in On Oklar’dan olmaları
ve hatta On Oklar’ın Tu-lu koluna mensup bulunmaları muhtemeldir. Çünkü Peçenek
boylarından biri Çor, diğer biri de Çopan adını taşıyordu. Çor’un Tu-yu koluna
mensup beylerin ünvanları olduğu ve Tu-lu boyunun beyinin de Çopan Çor
(Ç’ou-pan Ç’uo) ünvanını taşıdığı önce görülmüştü. Hatta Peçenekler’in, Tu-lu
kolunun önemli bir bölmünü içlerinde bulundurdukları bile söylenebilir. Zira
Peçenekler 8 boydan ve 40 obadan oluşmuş kalabalık bir eldi. Bu sekiz boydan
sadece ilk üçü (Irtim, Çor ve Yula) diğerlerinden daha yiğit ve daha soylu
sayılıyor ve bundan dolayı da onlara Kenger deniliyordu.
1- Oğuzlar’ın Yurdları.
X. Yüzyılın birinci yarısında
Oğuzlar, Hazar Denizi’nden Seyhun (Gök Türkler devrindeki Yinçü ögüz) ırmağının
orta yatağındaki Farab (XI. yüzyıldaki Türkçe adı ile Karaçuk) ve isficab
yörelerine kadar olan yer ile bu ırmağın kuzeyindeki bozkırlarda yaşıyorlardı.
Oğuz ülkesi batıda Hazar Denizi’ne dayanıyordu. X. yüzyılın başlarında o zamana
kadar meskun olmayan Hazar Denizi’nin doğu kıyısındaki Siyah-Kuh (Kara Dağ)
yarım adası onlar tarafından işgal ve iskan edilmiş ve bundan dolayı bu yarım
ada Mangışlağ adını almıştır. Güneyde İslam ülkeleri ile olan sınıra gelince,
güney batıda, yani Harizm ülkesinde sınır Curcan (Gürgenç) ve bilhassa bu
şehrin kuzey batısındaki Cit (Jit) kasabasından başlıyordu. Aral gölünün
güneyindeki Baratekin de sınır kasabalarından idi. Maveraün-nehr’de sınır
Buhara kuzeyindeki çölden başlayarak isficab bölgesine kadar uzanıyordu.
Seyhun’un sağ kıyısında, Karaçuk dağlarının eteğinde ve Yesi’ye bir günlük
mesafede bulunan berkitilmiş Savran (Sabran), Müslümanlar’ın Oğuzlar’a karşı
sınır şehri idi. Seyhun Savran’dan az ileride Oğuz ülkesine gidiyordu.
Gök Türkler’in Seyhun ırmağı’na
Yüncü ögüz (inci ırmağı) dediklerini biliyoruz. Seyhun’ un aşağı ve kısmen orta
yatağında derinlik 6-12 metre arasında değişmektedir, genişlik de 600-700
metredir. Irmak gemiciliğe müsaittir. X. yüzyılda, ırmağın ağzın yakın yerdeki
Oğuz yabgularının başkenti Yeni Kent’e gemilerle tahıl götürüldüğünü biliyoruz.
Bozkır bölgesi, ırmağın ağzından
doğuya doğru takriben 400 km. devam eder. Sonra ırmağa müvazi dağlar başlar ve
isficab’ın (Sayram) kuzeyine kadar gider. Bu güzel görünüşü sıra dağlar
Oğuzlar’ın ünlü dağları olan Karaçuk Dağlarıdır. Karaçuk’un adı Dede Korkut
destanlarında, destanların başkahramanı Salur Kazan Bey’i öven bir şiirde
de geçer. Bu dağın adı da Yakın Doğu’ya getirilmiştir. Ülkemizde Cizre’nin
güneyinde, Dicle’nin batısında ve Irak’da Altun Köprü’nün batısında Karaçuk
adlı dağlar vardır. Yine Dede Korkut destanlarında Salur Kazan Bey’in
sürüsüne bakan sadık ve kahraman çobanın Karaçuk adını taşıdığını biliyoruz.
Yine Dede Korkut destanlarında geçen
Kazlık dağına gelince bu dağın da Kazgurt gibi, Karaçuk dağlarının bir
kısmı olduğunu sanmaktayız. Yahut her ikisi aynı dağı ifade edebilir.
Kuzeydeki Kara Kum Oğuzları’ın
başlıca Yaylakları idi. İslam Coğrafyacıları Kara Kum’u biliyorlar ve ona “Oğuz
Çölü” adını veriyorlardı.
Güney’de Buhara’ya kadar uzanan
Kızıl Kum, XI. yüzyıldan itibaren daha fazla önem kazandı ve Kıpçak baskısı
yüzünden Oğuzlar’ın süreklice oturdukları bir yurt halini aldı.
Mangışlak (Mangışlag) ve Balhan (Balkan)
bölgeleri verimsiz yerler idiler. Bu ve aynı zamanda kuytu yöreler olmaları
yüzünden oralarda yaşayan Oğuzlar varlıklarını korudular. Bilindiği üzere bu
günkü Türkmenistan Cumhuriyeti Türkmenleri’nin çoğu Mangışlak’ta yaşamış
olan Oğuzlar’ın Torunlarıdır.
2- Oğuzlar’ın Yaşayış Tarzı :
X. yüzyıl başlarında Oğuz Eli’nin
çoğu göçebe hayatı geçiriyordu. Bahar (yaz) gelince kuzeydeki Kara Kum’a, Cim
(Emba) ırmağına doğru kuzey batıdaki yaylalara ve Aral ile Buzaçı ve Mangışlak
arasındaki bölgeye gidiyorlardı. Kış yaklaşınca da ekserisi Aşağı Seyhun
boylarına dönüyorlar ve kışı orada geçiriyorlardı. Yagbu ünvanını taşıyan
Oğuz hükümdarları kış mevsiminde ırmağın kıyısına yakın yerdeki Yeni Kent’de
oturuyorlardı. Yine aşağı Seyhun bölgesinde Cend ve Huvare adlı iki şehir daha
vardı. Yeni Kent, belirtildiği üzere, Oğuz hükümdarları olan yabguların başkentidir.
Yabgu kışın bu şehirde oturmakta, yazın kuzeyde bulunan yaylağına gitmektedir. Reşideddin’deki
Türkler’in tarihinde Yeni Kent’i Oğuz Han’ın kurduğu ve orayı başkent
yaptığı söylenir. XIV. yüzyılda Yeni Kent’de para basıldığını biliyoruz.
Oğuzlar’dan kalabalık bir kısmının
yerleşik hayata geçmelerinde başlıca etken, şüphesiz, bunların İslamlığı kabul
etmeleridir. Oğuzlar her halde Müslüman olduktan ve Samani devleti yıkıldıktan
sonra Sitgün (Süt Kend) Savran, (Sabran=Sepren), Karnak, Karaçuk, Suğnak
şehirlerini ellerine geçirdiler.
Göçebe Oğuzlar bu şehirlerde yaşayan
eldaşlarına küçükseme ile Yatuk (yani tembel) diyorlardı. Çünki, onlara
göre bu oturak eldaşları savaş yapmayarak tembel tembel şehirlerde
oturuyorlardı. Oğuz şehirlerinin çoğunda veya hepsinde Maveraün-nehr’in yerli
unsurları da bulunuyorlardı. Oğuzlar farsça konuşan bu unsurlara Sukak
diyorlardı.
Yerleşik Oğuzlar’ın, göçebe
eldaşlarının siyasi faaliyetleri ile göçlerine büyük ölçüde katılmayarak Moğol
istilasına kadar bu şehirlerde oturmakta devam ettikleri söylenebilir. Moğol
istilası sonucunda yerleşik halkın pek mühim bir kısmı yerlerini terk ederek
Horasan’a ve İran’ın diğer bazı yerlerine kaçtılar. Moğol istilasının İran’a da
yayılması üzerine Horasan’a ve İran’ın diğer yerlerine kaçmış olanlar emin bir
ülke olan Anadolu’ya geldiler. Anadolu’da göçebeler, köylüler ve şehirliler
arasında Horasan’a bağlanan bu gelişin hatırası asırlarca unutulmayarak
zamanımıza kadar yaşamıştır. Buradaki Horasan adı ile Türkistan da ifade
olunuyordu.
3- İktisadi Hayatları :
X. yüzyılın başlarında çoğunluğu
göçebe hayatı geçiren Oğuzlar’ın iktisadi faaliyetleri, bu yaşayışın icabı
olarak, başlıca hayvan yetiştiriciliğine dayanıyordu. Bu sebeple onların
servetlerini koyun sürüleri, yılkılar (at sürüleri) develer ve sığırlar teşkil
ediyordu. At binit olarak deve de yüklet olarak kullanılıyordu.
İbn Fadlan “Türk Develeri” sözü ile
şüphesiz bu gün Anadolu’da “buhur” denilen iki hörgüçlü develeri ifade
etmiştir. Yine aynı müellif Bulfarlar’ın at eti yediklerini kayd etmekte, fakat
Oğuzlar için böyle bir söz söylememektedir. Oğuz Sü-Başısı il-Doğan oğlu,
Etrek, ibn Fadlan ve arkadaşlarına olduğu gibi, kendi akrabaları için de koyun
kestirmişti. Fakat Oğuzlar’dan ölenlerin atlarının etinin yenildiğini aynı
müellif kaydetmektedir. Diğer taraftan Oğuz destanları da Oğuzlar’ın, diğer
Türk elleri gibi at ve hatta deve eti yediklerini göstermektedir. At eti, belki
de, onlarca her zaman değil, özel günlerde yenilmekte idi. Oğuzlar’ın Müslüman
olduktan sonra, umumiyetle at eti yemekten vaz geçtikleri anlaşılıyor. Çünki
mensup oldukları Hanefi mezhebi at eti yenmesini mübah görmüyordu.
Oğuzlar ile komşu İslam kavimleri
arasında canlı bir ticari faaliyetin mevcut olduğu görülüyor. Oğuzlar’ın
başlıca ticaret malı Koyun idi. Türk koyunun maveraün-nehr ve Horasan
koyunlarından ayrı bir soy olup, makbul tutulduğu anlaşılıyor ise de başlıca
vasıfları iyice bilinmiyor.
Oğuzlar İslam aleminde meşhur olan
Türk Keçesi de satmakta idiler. Yakubi Türker’in en iyi keçe imal eden kavim olduğunu
yazıyor. İbn Fadlan Harizm’de soğuk günlerde bir evin içinde kurulmuş olyan
Türk keçesinden yapılmış bir çadırda oturmuştur.
4- Dini İnanışları :
X. yüzyıl başlarında Oğuzlar,
Uygurlar müstesna olmak üzere diğer Türk elleri gibi kendi kavmi dini
inanışlarını devam ettiriyorlardı. İslam aleminde Türkler’in Allah fikrine
sahip oldukları ve bunu Tanrı adıyla ifade ettikleri biliniyordu. Türkler’in
yaratıcıya Uluğ Bayat adını verdikleri de İslam bilginlerine ulaşmıştı.
Fakat Oğuz din adamlarının Tanrı’nın sıfatları ile ilgili tasavvurları hakkında
kesin bir bilgi yoktur. Her halde Oğuzlar’dan sade kimselerin bu husustaki
tasavvurları pek geniş değildi ve onlardan bazıları Tanrı’ya insani vasıflar
izafe ediyorlardı. Oğuzlar’dan biri İbn Fadlan’a Tanrı’nın karısı olup
olmadığını sormuş, müellif de bu soru üzerine bir hayli tövbe ve istiğfar etmiş,
Oğuz da ayı şeyi yapmıştır.
İbn Fadlan ne bir mabet gördüğünden
ne de bir din adamı ile görüştüğünden açıkça bahseder. Fakat Oğuzlar’ın
hakimleri olduğunu biliyoruz. Oğuzlar bu manevi şahsiyetlerine büyük bir saygı
gösteriyorlardı. Hatta bu hakimlerin Oğuzlar’ın kanları ve davarları (malları)
üzerinde hüküm sahibi bulundukları söyleniyor ki, bu ifadeden manevi
şahsiyetlerin Oğuz eli üzerinde ne kadar önemli bir tesir ve nüfusları olduğu
iyice anlaşılır. İşte bizim Korkut-Ata (Dede Korkut) bu hakimlerden biri
idi. Tabiplik yapan, geleceğe ait keşiflerde bulunan, yapılacak bir teşebbüsün
uğurlu olup olmayacağına karar veren, dini törenlere başkanlık eden bu manevi
şahsiyetlere Oğuzlar’ın Kam mı dedikleri, yoksa başka bir ad mı (mesela Dede)
verdikleri bilinemiyor. XII. ve daha sonraki yüzyıllarda dini şahsiyetler ata
ünvanı ile anılıyorlardı. Eski Türkler’de kan, baba demekti. Sonra onun yerini
Ata aldı. Atanın yerini de yine din adamlarının ünvanı olan baba aldı.
Ölü gömme adetlerine gelince onlar
ölülerini Gök Türkler gibi, sırtlarında elbiseleri, üzerlerinde silahları ve
yanlarında diğer şahsi eşyaları ile birlikte gömüyorlardı. Ölü oda şeklinde
açılan bir mezara oturtulup, eline içki dolu (herhalde kımız) bir kadeh
veriliyor ve önüne de yine içki dolu kap konuluyordu. Mezar bir oda gibi
açılıyor, tavanı yapıldıktan sonra onun üzerine de çamurdan kubbeye benzer
külah kısmı ilave ediliyordu. Oğuzlar’ın bu mezarları ile Türkiye’de bilhassa
Selçuklu devrinde yaygın bir şekilde görülen ve mütehassıslar tarafından Türk
çadırına benzetilen kümbetler arasında yakın bir benzerliğin varlığına işaret
edilebilir. Hazar ötesi Türkmenlerinin de mezarlarının üzerine tümsek gibi
şekiller yaptıklarını ve buna Yozka dediklerini biliyoruz.
Gömülme işi bittikten sonra, ölünün
atları kesilerek yenirdi ki bu da bütün Türk kavimlerinde görülen yuğu aşı
geleneği idi. Türkiye’de bu gelenek yüzyıllar boyu sürüp gelmiş ve şimdi de aynı
kalmak suretiyle köy, kasaba ve hatta şehirlerde yaşamaktadır. Ölen sağlığında
bazı kimseleri öldürmüş ise, bunların ağaçtan resimleri yapılıp mezarın üzerine
konulurdu. İnanışa göre bir adamın öldürdüğü kimse veya kimseler cennette
öldürenin hizmetçileri olacakladır. Bu da anlaşılacağı üzere, Gök Türkler’deki
balbal geleneğinden başka bir şey değildir. Oğuzlar aynı zamanda başlıca Türk
ellerinde olduğu gibi yuğ aşında yenilen atların başlarını, ayaklarını ve
derilerini mezarın üzerinde bulunan sırıklara asarlardı. Onların inanışına
göre, ölen cennete etleri yenilen ve derileri sırıklara asılan bu atlar ile
gidecekti. Bu yapılmadığı takdirde ölen, yorucu cennet yolculuğunu yayan yapmak
mecburiyetinde kalacaktı. Oğuzlar yine dini inanışlarının tesiri ile suya
girmiyorlar, yabancıların da yıkanmalarına engel oluyorlardı. Çünkü suya
girmekte onların, kendilerini büyüleyeceğinden korkarlar ve böyle yapanları
para cezasına çarptırırlardı. Bütün Türklerdeki köklü bir inanışa göre, su
kutludur ve arıdır. Yıkanmak kutlu ve arı olan suyu kirletmek ve böylecek büyük
bir günah işlemek demektir. Bu ise uğursuzluğa ve felakete (bu arada belki
insan ve hayvan hastalıklarına da) sebep olur. Onlar yine dini inanışları ile
ilgili olarak giyimlerini eskiyinceye kadar üzerlerinden çıkarmıyorlardı. Yine
Oğuzlar, Müslümanların aksine olarak, başına vurarak koyunu öldürüyorlardı.
Oğuzlar hastalanan kimselerin (yakın
akrabaları da olsa) yalarına yaklaşmazlardı. Hasta olana kul ve karavaşlar
(cariye) hizmet ederlerdi. Yoksullar ise tamamen kaderleri ile baş başa
bırakılırdı. Bu husus şüphesiz bulaşıcı ve salgın hastalıklara yakalanmaktan
korkmalarından ileri geliyordu.
5- Başka Gelenek ve Görenekleri :
X. yüzyılda Oğuz elinde kadınlar,
diğer Türk ellerinde ve cahiliye devri Araplarında olduğu gibi erkeklerden
kaçmazlar ve yüzlerini de örtmezlerdi. Bu husus Türkiye’de oymaklarda ve
köylerde zamanımıza kadar devam ede gelmiştir. Hatta XIX. yüzyılda Güney
Anadolu’da bir seyahat yapan Fransız araştırıcılarından V. Langlois, bu münasebetle
Türkmenleri Yakın Doğu’daki medeni insanlar olarak vasıflandırır. Oğuzlar’ın ne
zina, ne de gulamparalık gibi yaygın gelenekleri vardı. Esasen Türk kadınları
İslam dünyasında iffetli kadınlar olarak tanınmışlardı.
Oğuzlarda öldürülenin öcünü almak yani
kan davası adeti de vardı. Yine onlarda Cahiliye devri Araplarında olduğu gibi
baba ölünce oğlu üvey annesi ile evlenebiliyordu. İbn Fadlan’ın gördüğü Oğuz
Sü-başısı Etrek, babası öldükten sonra üvey annesi ile evlenmişti.
Oğuzların milli yemekleri diğer bazı
Türk ellerinde olduğu gibi tutmaç idi. Tutmaç, tarih boyunca birçok kaynaklarda
Türklerin milli yemeği olarak geçer. Tuğrul Beğ’in Horasan’da iken bir davette
yediği badem tatlısı için “iyi tutmaç imiş, lakin sarımsağı eksik” dediği
söylenir. Bu yemeğin Memlükler’de Türkiye Selçukluları ve Osmanlı saraylarında
da yenildiğini biliyoruz. Tutmaç, Türkler’in hakimiyet sürdükleri İran ve Arap
ülkelerinde de tanınmıştı.
Oğuzlar sakallarını tıraş etmekte ve
yalnız bıyık bırakmakta idiler. Türkiye’de de bu geleneğin uzun müddet devam
ettiğini, din adamlarından başka halkın ve askerlerin sakallarını
yülüdüklerini, yani tıraş ettiklerini biliyoruz. Alevi Türkler’in bu gün dahi
sakallarını istisnasız tıraş etmeleri bu çok eski geleneğin devamıdır. Buna karşılık
Oğuzlar, bütün Türkler gibi saçlarını kesmiyorlardı. XI. yüzyılda Ermeniler,
Oğuzlar ile karşılaştıklarında dikkatlerini en fazla onların uzun saçları ile
yayları çekmişti.
Oğuzların kıyafetlerine gelince, bu
hususta hemen hiçbir şey bilmiyoruz. 1038 yılında Nişabur’a giren Tuğrul Bey’in
kıyafetine dair yapılan tasvir bu hususta belki bize faydalı olabilir. Onun
başında ketenden bir sarık (asabe-i tüzi) sırtında bir cins kumaştan yapılmış
uzun kollu, uzun etekli ve önden ilikli bir kaftan (kaba-yi mulham) ve ayağında keçe çizmeler, kolunda gerilmiş
bir yay, kemerinde üç ok vardı.
Oğuzlar yaşadıkları hayat tarzı ve
muhitin çetin şartlarının tesiri ile oldukça sert mizaçlı kimseler idiler.
Savaşçı olmak başlıca faziletlerinden biri sayılıyordu. Buna karşılık onlar,
namuslu, doğru ve konuk sever insanlardı. Türklerin son zamanlara kadar bu
hasletlerini muhafaza ettikleri görülüyor. XIX. yüzyılda dahi Anadolu Türkleri,
gezginler tarafından bu hasletleri ile vasıflandırılmışlardır. Oğuzlar,
büyüklerine (dini ve siyasi) son derece bağlı ve saygılı insanlar idi. Boş
inançlara inandıkları ve hislerinin de oldukça tesiri altında kaldıkları
görülüyor.
Oğuzlar’ın konuştuğu Türkçe, daha
Anadolu’ya gelmeden Türkistan’da iken Türk lehçelerinin yeğnisi en incesi
(zarif) sayılıyordu. Kaşgarlı bu hususu bilhassa belirtir. Yine aynı müellif, yalnız
Oğuz lehçesinde bulunan bazı kelimeleri de bildirir.
6.
Oğuzların İslamiyet’e Girişi:
X. yüzyılın ilk çeyreğinde
Süt-Kent’de Müslümanlığı kabul etmiş mühim bir Türk topluluğunun yaşadığı
görülüyor. Bunların Oğuzlar’dan olduğundan şüphe yoktur. Oğuzlar arasında
İslamiyet ancak XI. yüzyılda hakim bir din haline gelebilmiştir.
Oğuzlardan Müslümanlığı kabul eden
zümrelerle, onları gayri Müslim kardeşlerinden ayırt etmek için Maveraün-nehir
Müslümanlarca Türkmen adı veriliyordu. Daha önce söylendiği gibi Orta Asya’da
ilk defa Müslümanlığı kabul eden Türk kavmi Balasagun ile Mirki arasında
yaşayan Türkmenler olduğu için Türkmen adı, Maveraün-nehir Müslümanları
arasında “Müslüman Türk” şeklinde hususi bir manada da kullanılmaya başlandı.
Böylece Oğuzlardan da Müslüman olan zümrelere “Türkmen” denildi. Türkmen adının
Oğuzlardan Müslüman olanlara verildiği hususu Biruni’nin sözlerinin de
gösterdiği gibi her türlü şüpheden uzaktır. Gerdidi ve Beyhaki gibi Gazneli
müverrihleri Oğuzları Müslüman Türk anlamında olarak Türkmen adı ile
zikretmişlerdir. Buna karşılık yakın doğu müellifleri onlardan el-Guzz yani
Oğuz adıyla söz ediyorlar. Çünki oğuzlar kendilerine Türkmen demiyorlardı. Onlar,
Müslümanlar tarafından her yerde kendilerine verilen bu adı uzun bir zaman
benimsemediler. XIII. yüzyıl başlarından itibaren artık her yerde Türkmen,
Oğuzun yerini aldı. Ancak Oğuz da unutulmadı. O da şanlı atalarının adı olarak
uzun bir zaman hatıralarda yaşadı.
7. Oğuz Yabgu Devleti:
Oğuzların başında Yabgu ünvanlı
hükümdarlarının bulunduğu bir devletleri vardı. Oğuzların eski zamanlarda da
yani Türgişler ve Aşinalar (=Gök Türk hanedanı) devrinde de yabgular tarafından
idare edildiklerinde şüphe yoktur. Asıl kaynaklarda bu yabgulardan hiç birinin
adı geçmez. Ancak Cami’üt-tevarih’teki Oğuzların destani tarihlerinde
yabgular’dan bazılarının adı görülür. Yine orada bu yabgu (yavku) lar kayı
boyundan gösterilir.
Yabgular’ın en yüksek iki görevlisi
Köl irkin ile Sü Başı’dın bunlardan Köl irkin yabgunun veziridir. İrkin’in On
Oklar’dan Nu-şe-pi koluna mensup beylerin unvanları olduğu daha önce
görülmüştü.
Sü başı’ya gelince, bu ordu
kumandanı demektir. Bütün türk devletlerinde kullanılan ve Orhun kitabelerinde
geçen bu deyimi Selçuklular Anadolu’ya getirdiler. Selçuklu devrinde Sü Başı,
vilayetlerin valileri tarafından taşındı. Osmanlı devrinde bu deyim Su başı
şeklinde söylendi ve bilhassa şehirlerin zabıta amiri manasında kullanıldı.
Mes’udi Oğuzların, Türklerin en
savaşçı eli olduğunu söylüyor. Oğuzların silah ve avadanlıkları mükemmeldi. Bu
silahlar arasında diğer Türk kavimlerinde olduğu gibi, ok başta geliyordu ki,
bunu Türklerin milli silahı şeklinde vasıflandırmak yanlış sayılmaz. Yukarıda
da söylendiği gibi Ermenilerin de dikkatini bu silahları çekmişti. İbn Fadlan
Subaşı Etrek’in nasıl keskin bir nişancı olduğunu bir misalle anlatır. Kargı
(süngü)ve kılıç da başlıca silahlarındandı. Bütün Türkler gibi binici olup, at
üzerinde savaşırlardı. Esasen atları pek çoktu. Ermeni müverrihi Aristagues,
romantik bir ifade ile, Atlarının kartallar gibi süratli gittiğini söylüyor.
Oğuzların güney komşuları
Müslümanlar, bu zamanda tarihlerinin en mutlu devirlerinden birini
yaşıyorlardı. Maveraün-nehr, yani Ceyhun (Amu Derya) ve Seyhun (Sir Derya)
ırmakları arasındaki bölge verimli topraklara sahip bir ülke olmakla beraber
müstesna mevkii dolayısı ile orada ticaret ve sanayi de pek gelişmişti. Her iki
ülkenin sanayi mamülleri için en büyük Pazar itil’den Çin seddine uzanan geniş
Türk alemi idi. İslam Coğrafyacıları, Maveraün-nehr halkının sahip olduğu
manevi hasletleri birer birer sayarlar. İşte bunun neticesinde IX-XI.
Yüzyıllarda bu iki ülkeden Harizmi (ölm.850), Buhari (ölm.869), Maturidi
(ölm.944), Farabi (ölm. 950), Cevheri (ölm. 1010), İbn Sina (ölm. 1037), Biruni
(ölm. 1051), Merginani (ölm. 1197) ve diğerleri gibi islam’ın en büyük ilim
adamları yetişti.
8- Oğuz
Devletinin Sonu:
Oğuz devletinin nasıl ve ne zaman
ortadan kalktığı ile ilgili Camiüt-tevarih’teki destani tarihte şu haber
vardır. Oğuz hükümdarı Ali Han Amu (Ceyhun) suyunun öte yakasında yaşayan
kalabalık Oğuz kümesinin başına çocuk yaştaki oğlu Kılıç Aslan’ı geçirdi. Kılıç
Aslan’ın yanında atabeği Büğdüz Kuzucu bulunuyordu. Kuzucu çok yaşlı bir
insandı (180 yaşında deniliyor). Kılıç Aslan delikanlı olunca vaktini kötü
haraketlerle geçirmeye başladı. Bu arada beylerin kızlarına da tecavüzde
bulundu. Bu yüzden halk ona zalim Şah Melik dediler. O, atabeğinin öğütlerine
de kulak asmadı. Fakat beylerin kendisini öldüreceklerini haber alınca korkup
Yeni Kent’e, babasının yanına kaçtı. 40.000 atlı çıkaran Horasan’daki bu oğuz
kümesinin başına Tuğrul geçti. O Toksurmuş İci adlı yoksul bir çadırcının oğlu
idi. Tukok ve Arslan (Kılıç Arslan) adlı kardeşleri vardı. Ali Han 20.000
atlının başında oğlu Şah Melik’i, Tuğrul’un üzerine yolladı ise de Şah Melik
yenilip bazı beyleri ile birlikte tutsak düştü. Şah Melik iki parça edilerek
hayatına son verildi. Ali Han’da iki yıl sonra Yeni Kent’de öldü. Onun ölümü
üzerine Oğuz eli dağıldı. (Tarihi eserlerde de bir Şah Melik vardı. Bu şah
Melik’in Oğuz yabgusu ve hatta Oğuz asıllı olduğunu kabul etmek güçtür.)
C. SELÇUKLU DEVLETİNİN
KURULUŞU :
Selçuklu devletinin kuruluşu, Oğuz
Türkleri’nin tarihinde pek mühim bir dönüm noktasıdır. Bu devletin kurulması
ile islam’ın siyasi hakimiyeti Oğuzların eline geçtiği gibi Anadolu ve ona
komşu ülkelerde onların yurdu olmuştur. Oğuz Türkleri, Yakın Doğu İslam
dünyasının bilhassa X. yüzyılın başlarından itibaren siyasi bakımdan zayıf bir
duruma düşmesinden faydalanarak adım adım ilerleyen Bizans’ı geri atmakla
kalmamış, onun asıl dayanağı olan Küçük Asya’yı fethetmek sureti ile bu
devletin çökmesinde ve yıkılmasında amil olmuştur.
Selçuk, Oğuzlar’ın Kınık
boyuna (şüphesiz bu boyun bey ailesine) mensuptur. Oğuz boylarının siyasi ve
içtimai mevkilerine göre yapılan Cami üt-tevarih’teki cedvelde Kınıklar 24. yani
en sonuncu sırada gösteriliyor. Buna bakarak hüküm vermek gerekirse Kınıklar,
Oğuzların en eski tarihlerinde pek mühim bir rol oynamamış olacaklardır.
Selçuklular’ın Horasana Gelişi;
Mayıs 1035 ayında Selçukluların
Horasana geldikleri bildiriliyordu. Selçukluların devletlerini Horasan’a
getirmiş oldukları görülüyor. Selçuk’un hayatta kalan biricik oğlu Musa, beygu
yani yabgu unvanı taşıyordu. Daha önce yazıldığı gibi Musa’nın oğlu Yusuf
evvelce Selçuklu Oğuzları’nın başı olan inanç Beygu unvanı ile anılmıştır.
Fakat Musa’nın şeklen de olsa Selçukluların başı olduğuna dair bir delil
yoktur. Musa Beygu, Muhammet Tuğrul Bey ve Davud Çağrı Bey Horasan divan Reisi
Suri’ye bir mektup gönderdiler. Bu mektupta Selçuklular kendilerini halifenin
Mevlaları (tabileri) olarak zikrediyorlar ki, dikkate değer. Bu vasıflandırma
ile onlar herhalde kendilerinin kuvvet ve devlet sahibi kimseler olduklarını
göstermek istiyorlardı. O zamanlarda irili ufaklı bütün hükümdarların
kendilerini bu şekilde vasıflandırdıklarını biliyoruz. Selçuklular mektupta
Horasan’a gelmelerine yol açan sebepleri kısaca zikrettikten sonra içlerinden
biri daima sarayda bulunmak üzere Sultan’ın hizmetine girmek istediklerini,
buna karşılık Nesa ve Ferave vilayetlerinin kendilerine dirlik olarak
verilmesini buna karşılık Balhan dağından, Dihistan’dan, Harizm sınırından ve
Ceyhun tarafından gelebilecek akınları önleyeceklerini, Irak ve Harizm
Türkmenlerini de kovacaklarını bildirdiler. Selçukluların istedikleri Nesa ve
Ferave bugün Kızıl Arvat (Kızıl Ribat) vilayetleri göçebe hayata elverişli
olduğu gibi, kendi emniyetleri bakımından da onlar için pek uygun yerler idi.
Çünkü, Nesa ve Ferave şehitleri çölün başladığı yerde bulunuyorlardı. Onlar
çoluk çocuklarını, göçkünlerini, davarlarını herhangi bir tehlike anında çöle
götürecekler, sıkıştıkları zaman kendileri de oraya sığınacaklardı. Nitekim
çölün onları en muhkem kalelerden daha iyi bir şekilde koruduğu aşağıda
görülecektir. Diğer taraftan Balhan’da, Mangışlak’da ve Seyhun boylarında Oğuz
kümeleri ile de kolayca temas ve münasebet sağlamış olacaktır.
Selçukluların Horasan’a gelmeleri
büyük bir heyecan ve kaygı yarattı. Bir Gazneli devlet adamı haberi duyunca
“Horasan elden gitti” diye bağırmış, vezir “Ahmed b. Abd us-Samed ise, Irak
Türkmenleri’ni kastederek, bugüne kadar işimiz çobanlar ile idi, şimdi ülke
zapteden emirler geldiler” demiştir. Sultan Mesud’a gelince, o da bu gelişin
küçümsenecek bir
hadise
olmadığını çok iyi takdir etmişti. Sık sık söylediği “10.000 Türk atlısı” sözü
ile onlara hal bakımdan ehemmiyet verdiğini gösteriyordu.
Mesud vezirin durumun iyice
anlaşılması için biraz beklemesi teklifini, çok defa yaptığı gibi kabul etmedi;
kumandaların da kendisini desteklemesiyle Hacib Beg-Doğdu kumandasında 17.000
kişilik çok iyi donatılmış bir orduyu Selçuklular’ın üzerine yolladı. Bu ordu
Selçukluları Horasandan çıkaracak idi. Selçuklular Gazneli ordusunun üzerlerine
geldiğini duyduklarında herhangi bir heyecan ve telaşa kapılmadılar. Çünkü
müracaatlarına böyle bir cevapla mukabele edileceğini de düşünmüşlerdi; bu
sebeple ihtiyatlı ve hazırlıklı idiler; silahları iyi olmamakla beraber maneviyatları
yüksek idi. Her bakımdan mükemel bir surette donatılmış olan Gazneli ordusunda
filler de vardı. Bu kuvvete başkumandan Beğ Doğdu da dahil olmak üzere herkes
Türkistan’ı fethetmeye muktedir bir ordu gözü ile bakıyordu. Fakat Nesa
yöresinde yapılan karşılaşmada bu şekilde vasıflandırılan Gazneli ordusu ağır
bir bozguna uğradı ve bütün ağırlıklarını da kaybetti (19 Şaban 426- 29 Haziran 1035). Selçuklular Gazneli
ordusunu bozkırlarda çok uygulanan pusu kurmak usulü ile yenmişlerdi. Bu
savaşta bundan sonrakilerde olduğu gibi en mühim rolu Çağrı Bey (Davud) oynadı.
Nesa Savaşı, Selçuklular için
maddeten ve manen mühim kazançlar sağladı. Gazneli Devleti Dihistan’ı Çağrı
Beğ’e, Nesayı Tuğrul Beğ’e ve Ferave’yi de Musa Beygu’ya veriyordu. Buna
karşılık onlar Sultan’a tabi olacaklar ve hatta içlerinden biri daima Sultan’ın
katında bulunacaktı. Fakat Selçuklular bu barışa ehemmiyet vermediler ve onu
ciddiye almadılar. Hatta yapılan barışla ilgili olarak Selçuklular’a hil’at,
menşur, sancak, külah ve Türk geleneğine göre, eğerli at ve altın kemer getiren
Gazneli elçisi, onların Gazneli devleti hakkında alaycı konuşmalar yaptıklarını
ve hilatları yere attıklarını duymuştu. Gerçekten bu yenilginin öcü alınacağı
yerde, hemen barışa yanaşılması Gazneli Devleti’nin şeref ve itibarını kırmış
ve Sultan Mes’ud’un zayıf bir şahsiyet olduğunu iyice meydana koymuştur.
Selçuklular’ın bu zaferden sonra
idareleri altında bulunan Oğuz kümesinin muhtelif yerlerden gelen oymakların
katılması ile çoğaldığı muhakkaktır. Nitekim Irak Oğuzları’ndan bir bölüğün
onlara katılmış olduğunu biliyoruz. Bu Selçuklu başarısına müvazi olarak,
Yağmurlu ve Kızıllı Oğuzlar’ı ile Balhan Türkmenleri de Rey bölgesine hakim
olmuşlardır. Selçukluların Horasan’a gelmeleri ve bir kısım sınır bölgelerini
işgal etmeleri ile Balhan ve Ceyhun yolları açılmış ve buradan Horasan’a
Türkmenler gelmeye başlamıştır. Irak Oğuzları’da 428 (1037) yılında şüphesiz
Selçukluların Horasan’da kazandıkları başarılardan cesaret alarak harekete
geçtiler.
D. SELÇUKLULAR DEVRİDE OĞUZLAR
(TÜRKMENLER) :
Çağrı Bey, Gazneliler’e karşı
başarılı savaşlar yapıp onların elini tamamen Horasan’dan kesti. Kara
Hanlılar’a da galip gelerek bu hanedan ile iyi bir barış yaptı. İsyan eden
Harizm hakimi cezalandırıldığı gibi, o taraftaki Kıpçaklar’ın beyini de
Müslüman etti ve onunla dünürlük kurdu. Kardeşi Tuğrul Bey’in Rey’e gitmesinden
sonra bütün Horasan kendisine kaldı. Bundan başka Kirman da oğullarından Kara
Arslan unvanlı Kavurt Bey’in elinde bulunuyordu. Çağrı Bey görüldüğü gibi birinci
sınıf bir kumandan, siyasi meselelerde isabetli rey ve fikre sahip dirayetli
bir siyaset adamı olmasına rağmen, hükümdarlığı zamanında fazla ihtiraslı bir
insan olarak görülmüyor. Halbuki başarılarını da ileriye götürebilirdi. O
bozkırlardaki sıkıntılı hayatlarını daima hatırlayarak yükseldiği mevkiden
duyduğu memnuniyeti ifade etmiştir. Çağrı Bey 70 yaşlarında vefat ettiği zaman
(ölm.1059) başta Alp-Arslan olmak üzere birçok oğlu ve halife ve hükümdarlar
ile evli birçok kızı vardı.
Selçuklu ailesi tarafından başları
kabul edilen Tuğrul Bey 1055 yılında halifenin ısrarlı daveti üzerine Bağdat’a
haraket etti. Halife Selçuklu hükümdarına üst üste 7 hil’at giydirdi ki bu, 7
iklimin yani dünyanın hakimiyetinin kendisine tevcihi demekti. Halife ayrıca
Tuğrul Bey’e “doğunun ve batının Hükümdarı” (Melik ul-maşrik ve’l-mağrib)
ünvanı ile hitap etti ve bunu ifade etmek üzere ayrıca iki kılıç kuşattı. Bu,
İslam aleminin cismani hakimiyetinin resmen Türk Hükümdarına tefvizi idi ki, o
zamana kadar hiçbir kimseye böyle bir şey yapılmamıştı.
Fakat bu sırada üzücü, kaygı verici
bir haber geldi. Buna göre Musul’dan Hemedan’a dönen kardeşi İbrahim Yınal
Oğuzların mühim bir kısmını etrafına toplayarak isyan bayrağını kaldırmıştı.
Rey civarında Heftaze Bulan’da yapılan savaşta İbrahim Yınal yenilerek esir
düştü. Tuğrul Bey bu sefer ana bir kardeşini affetmedi, çünkü kendisine
sıkıntılı ve ızdıraplı günler yaşatmıştı. İbrahim Yınal, Türkler’de asil
kimselerin kanlarının dökülmemesi geleneğine uyularak yayının kirişi ile boğuldu.
İbrahim’in kardeşi Er-Taş’ın oğullarından ikisi de öldürüldüler. (9 Cuma-de’l
ahire 23 Temmuz.1059) işte Selçuklu hanedanı arasındaki mücadelelere ait ilk
hazin hadise budur. İbrahim Yınal “Yınallı” denilen Oğuz bölüğünün başında,
Selçuklu devletinin kuruluşunda emeği geçmiş bir Prens idi. Oğuzlar’ın Tuğrul
Bey’e kızgınlığı ve saltanat hırsı onu hiç de layık olmadığı bu akibete
götürdüğü.
İki kardeş arasındaki bu mücadele
esnasında Arslan ul-bes-asiri de yanındaki Türkler ve Araplar ile Bağdad’a girmiş,
halife, sarayı yağmalandıktan sonra, yakalanıp çöle götürülmüştü. Bağdad’ta ve
Irak’ın diğer bazı yerlerinde ilk ve son defa olarak Mısır halifesi adına hutbe
okundu. Tuğrul Bey, ağabeyi Çağrı Bey’in ölümü üzerine (Mart, 1060)
yeğenlerinin işlerini yoluna koyduktan sonra Irak’a yöneldi. Halife, makamına
iade edildi ve Arslan da ortadan kaldırılarak Irak’ın işleri düzene sokuldu.
Bundan sonra ülkesine dönem Tuğrul Bey’in zevcesi Altuncan öldü. Bu hatun
akıllı ve Tuğrul Bey’e çok bağlı idi. Kocasına işlerinde yardım ediyordu. Bu
sebeple Tuğrul Bey çok kederlenmiş ve onun için yas tutmuştu. (452-1060) bir
müddet sonra Tuğrul Bey Halife’nin kızı ile evlenmeye talip oldu. Halife
el-Kaim Biemrillah, Tuğrul Bey’in isteğine ilk önce muvafakat etti ise de sonra
verdiği sözden döndü. İki taraf arasına soğukluk girdi. Selçuklu hükümdarı
Halife’nin dirliklerine el koydurttu. Halife de onu Bağdad’tan çıkıp gitmekle
tehdit ediyordu. Halifenin sonradan reddetmesi Abbasoğulları’nın, Peygamberin
akrabaları dolayısıyla sıfatıyla, kendilerine kutsiyet atfetmeleri ile ilgili
idi. Gerçekten halifeler o zamana kadar aileden olmayan bir kimseye, galiba kız
vermemişlerdi. Fazla olarak halife kızını çok seviyordu. Tuğrul Bey’e gelince,
o bu izdivaç ile sadece şereflenmek istiyordu. Peygamber ailesinin güveyisi
olmak ona daha fazla şan, şeref ve bahtiyarlık verecek idi. Kendisinin ağır
basması üzerine nihayet halife istemeye istemeye buna razı oldu. Tuğrul Bey bu
sırada 70 yaşında bulunuyordu. Bağdat’ta muhteşem bir düğün yapıldı. Halife
kızının ayrılmasından keder içinde iken Selçuklu Hükümdarının sarayın avlusunda
Türkçe şarkılar söyleniyor ve Tuğrul Bey, yetmiş yaşında olmasına rağmen Türk
geleneğince, beyleri ile birlikte milli oyun oynuyordu. Müverrihlerin tasvirine
göre, onun beyleri ile birlikte oynadığı oyun halay veya ona benzeyen bir oyun
olacaktır. Gazneli Mes’ud’un 25-30 yıl önce bir çöl kasabasını çok gördüğü bu
Oğuz Beyi, şimdi İslam dünyasının en büyük hükümdarı ve halifenin güveyisi
olmuştu. Fakat Tuğrul Bey’in bu sevinçli ve mutlu günleri çok sürmedi. Düğünden
bir müddet sonra eski hastalığı tekrar baş gösterdi. Böyle olduğu halde, Bağdad’a
gelişinden takriben iki ay sonra, hastalığı geçmeden ülkesine döndü. Onun bu
durumda iken Bağdad’tan ayrılması, ülkesinde mühim bir hadisenin çıkmış olması
ile ilgili idi. Bu ise Kutulmuş’un isyanıdır. Filhakika Tuğrul Bey’in veziri
Amid ul-mülk Kündüri’nin Kutulmuş’u Damağan yakınındaki Gird-Kuh kalesinde
kuşattığını biliyoruz. Bu esnada, düğünden yedi ay sonra Tuğrul Bey Rey’de
vefat etti. (S.Ramazan 455 Cuma = 4 Eylül 1063) ve orada gömüldüğü; kendi
adıyla anılan türbesi şimdi Tahran’ın bir semti haline gelen Rey’de bir evin
avlusunda durmaktadır.
Tuğrul Bey, dirayetli, doğru sözlü,
iyi kalpli, yumuşak huylu, merhametli, merd, cesur ve cömert bir insandı. Bütün
bu meziyetleri ile o, çevresindeki insanlar üzerinde etkili oluyordu. Ailesi
içinde en fazla intibak kabiliyetine sahip insan da Tuğrul Bey idi. Bunun için
Nişabur’un yağmasına engel olması bir misal olarak zikredilebilir. Çağrı Bey,
Tuğrul Bey’e şehrin yağma edilmesini teklif ediyordu. Çünkü bu, bir gelenek
idi. Böyle yapılmadığı takdirde Oğuzlar’ın kendilerinden yüz çevirmeleri, bir
başkasının etrafında toplanmaları daima mümkündü. Halbuki bu yeni alem de bu
gibi hareketler ile devlet kurmak ve idare etmek her zaman beklenirdi. Neticede
Tuğrul Bey’in bıçak çekerek kendisini öldüreceğini söylemesi üzerine Çağrı Bey
teklifinden derhal vaz geçti.
Tuğrul Bey’in istediği gibi halktan
30.000 altın toplandı. Çağrı Bey bu parayı askerlere dağıttı. Başka bir
kaynakta 40.000 altın deniliyor ve bu meblağın bir kısmının Tuğrul Bey’in kendi
parası ile karşılandığı anlatılıyor. Çağrı Bey de yağmayı kendisi için
istemediği gibi, görüldüğü üzere alınan parayı da askerlere dağıtmıştı. Onun Dendanekan
zaferi üzerine ele geçen Gazneli ordusunun zengin ağırlığını askerlerine
yağmalatmış, kendisi için hiçbir şey almamıştı. Tuğrul Bey’in icraatı bize onun
gayelerinin nasıl geniş ve yüksek olduğunu gösteriyor. Temsil kabiliyetine
sahip oluşu, değerli insanları takdir etmesi, başarılarının başlıca amilleri
arasında sayılabilir. Aynı zamanda cömert ve dini emirlere riayetkar bir
şahsiyet idi.
Tuğrul Bey, kardeşi Çağrı Bey ile
birlikte Oğuz Türkleri’nin tarihine yön vermiş büyük bir şahsiyettir. Ağabeyi
ile birlikte büyük gayretler sarfederek yabancı bir ülkede bir devlet kurmaları
ve bu devletin sınırlarının Bizans İmparatorluğuna kadar götürülmesi.
Anadolu’nun fethini ve Oğuz Türkleri’nin bu ülkeyi Yurd edinmelerini
sağlamıştır. Kurulan büyük devlet kendisi ile ağabeyinin eseridir. Onlar olmasa
idi, idare ettikleri Oğuz kümesi, Uzlar, Irak Oğuzları ve Sultan Sancar’ı yenen
Oğuzlar gibi dağılıp gidecekti.
Tuğrul Bey’in çocuğu olmamıştı.
Bundan dolayı vasiyeti üzerine veziri, ağabeyinin oğullarından Süleyman’ı
hükümdar ilan etmiş ise de, kumandanlar ve askerlerin isteği üzerine ağabeyinin
diğer oğlu Horasan hükümdarı Alp-Arslan ona halef olmuştur. Fakat
Gird-Kuh kalesinde bulunan Arslan Yabgu’nun oğlu Kutulmuş, başına Türkmenleri
toplayarak (sayılarının 50.000 olduğu söyleniyor) onun karşısına çıkmıştı.
Yapılan savaşta Kutulmuş yenildi ve savaş meydanına yakın bir yerde ölü
bulundu. Alp-Arslan tutsak alınan Kutulmuş’un kardeşi Tigin ve oğlu Mansur ile
Türkmen beylerini öldürtmek istedi ise de vezir Nizam ul-Mülk buna engel oldu.
Fakat Alp-Arslan, Kutulmuş’un ölümüne ağlamış ve yas tutmaktan da kendini
alamamıştı.
Alp-Arslan ile Tuğrul ve Çağrı
beylerin devletleri bir idare altında birleşti ve SELÇUKLU DEVLETİ KUVVETLİ BİR
İMPARATORLUK HALİNİ ALDI. Alp-Arslan amcasının evlendiği Abbasi seyyidesini
armağanlar ile birlikte Bağdad’a gönderdi. Onun bu seyide ile evlenmemesinin ve
kendisinden sonra gelen Selçuklu hükümdarlarının da halifelerden kız
istememelerinin bir sebebi olmalıdır. Bu sebep de Tuğrul Bey’in izdivaçtan 6-7
ay gibi kısa bir zaman sonra ölmesinden, halifelerden baskı ile “kız almanın
uğurlu olmadığı” şeklinde kuvvetli bir inanışın meydana gelmesi ile ilgili
olmalıdır. Meşhur Bermek oğullarından Cafer’in akıbeti de bu hususta bir misal olarak
hatıralarda yaşıyordu. Dikkate şayandır ki Emeviler de kendi ailelerinden
olmayanlara kız vermemişlerdir.
Alp-Arslan 1064 yılında Doğu Anadolu
ve Gürcistan’a bir sefer yaptıktan sonra 1065-1066 yılında üst Yurt ve
Mangışlak taraflarına gitti. Alp-Arslan, buradan Seyhun kıyısındaki Cend
şehrine uzandı. Bunun da gayesi sadece büyük dedesi Selçuk’un kabrini ziyaret
etmekti. Alp-Arslan’ın büyük dedesi Selçuk’un kabrini ziyaret için Cend’e kadar
gitmesi, onun şüphesiz atalarına karşı duyduğu sevgi ve bağlılığı gösterir.
Alp-Arslan devrinde, Bizans
topraklarına yapılan akınlar sıklaşmış ve şiddetlenmişti. 1070 yılında Fatimi
halifesinin veziri, Mısır’ı teslim edeceğini bildirerek Selçuklu Hükümdarını bu
ülkeye gelmeye teşvik etti. Bunun üzerine Alp-Arslan Diyarbekir tarikiyle
Suriye’ye gitti. Bunu haber alan Halep hükümdarı Mirdas-oğlu Mahmud, Halep
kadısını Sultan’a karşılayıcı gönderdi. Fırat’ı geçtiği esnada zeki ve bilgili
Arap, Alp-Arslan’ı memnun eden şu sözleri söyledi “Ey efendimiz, Ulu
Tanrı’nın bu teveccühüne şükrediniz. Çünkü bu ırmağı bir Türk hükümdarı olarak
ilk defa siz giçiyorsunuz.”
Alp-Arslan Halep önüne kondu. Şehrin
hakimi Mirdas-oğlu Mahmud korkusundan Sultan’ın huzuruna gelemediği için Halep
bir müddet muhasara edildi. Güç bir duruma düşen Mirdas-oğlu en sonunda Oğuzlar
gibi giyinerek yani Oğuz kılığına girip Alp-Arslan’ın katına geldi. Affa nail
olup Halep yine kendisine verildi. Alp-Arslan buradan Dimaşk’a (Şam) doğru
haraket etmiş ve bir günlük yol gitmiş idi ki Bizans İmparatoru Romanos
Diogenes’in muazzam bir ordu ile sefere çıktığı haberi geldi. Bunun üzerine
Alp-Arslan imparatoru karşılamak için sür’atle geri döndü. İki hükümdar 26
Ağustos 1071 de Malazgird’te Rahva Ovasında karşılaştılar. Bizans ordusunun
sayısı Türk ordusunun kinden çok fazla idi.
Alp-Arslan Türk usullerinden birini tatbik ederek Bizans ordusunu
görülmemiş bir yenilgiye uğrattı. Savaş esnasında Bizans ordusunda bulunan
Peçenekler’in ve Oğuzlar’ın (Uz-Guzz), bir kısmı veya hepsi soydaşlarının
tarafına geçtiler. Bu geçmede, daha önce de belirtildiği gibi milliyet
duygusunun amil olduğu şüphesizdir.
Malazgird savaşı Anadolu’nun Türkler
tarafından fethini sağlamış ve burası Oğuz Türkleri’nin yurdu olmuştur.
Alp-Arslan ertesi yıl doğuda, Ceyhun taraflarında beklenmeyen bir ölümün
kurbanı oldu (1072). Çağdaşları, Alp-Arslan’a tarihte gelip geçmiş en büyük
hükümdarlardan biri nazariyle bakmışlar, onu kudret haşmetin en büyük mümessili
saymışlardır. Asıl adı Muhammed olup, Alp-Arslan onun unvanıdır. O, aynı
zamanda Adil Sultan ünvanı ile de anılır. Esasen kardeşlerinden Kavurd da
“Kara-Arslan Beğ”, halife el-Kaim Biemrillah’ın karısı olan kız kardeşlerinden
Hatice’nin de Arslan Hatun ünvanını taşıdıklarını biliyoruz. Alp-Arslan’da
birinci sınıf insanlara mahsus büyük meziyetlerden başka mensup bulunduğu
kavmin davranışları hakim olduğu gibi, kavmi şuura sahip bir hükümdar olarak da
görülüyor.
Alp-Arslan’ın Türklük şuuruna sahip
bulunduğunu ve Türklüğü övdüğünü biliyoruz. Bazı Avrupalı araştırıcıların yarı
Araplaşmış bir emir gibi gördükleri Suriye hükümdarı Nureddin Mahmud, Mısır
Fatimi halifesine gönderdiği bir mektupta Müslümanlığın Haçlılar’a karşı ancak
Türkler’in okları sayesinde müdafaa edilebildiğini bildirmiştir.
Alp-Arslan’ın oğlu Melik-Şah
devri (1072-1092) Selçuklu imparatorluğunun en fazla genişlediği bir devirdir.
Selçuklu imparatorluğu hudutları bu devirde Seyhun’dan, Adalar Denizine kadar
uzanıyordu; Kara-Hanlılar imparatorluğa tabi bulunuyordu. Bu devirde, bilhassa
Kutulmuş’un oğulları (Mansur ve Süleyman) ile birçok Oğuz beyi Anadolu’nun
fethine girişerek 10 yıl içinde bu ülkenin Adalar Denizi ve Boğaziçi’ne kadar
uzanan pek büyük kısmını fethettiler.
Melik-Şah devri, Müslim ve gayri
Müslim müelliflerce bir adalet devri olarak vasıflandırılır. 1092 de
Melik-Şah’ın ölümü üzerine bu devir sona erdi.
XIII. yüzyıldan itibaren oğuzlara
artık her yerde Türkmen denilmiştir.
Selçuklu devletini kurdukları gibi,
onun hudutlarını da genişleten Oğuzlar oldular. Devletin kurulması üzerinde
anayurttan bölük bölük, küme küme gelen Oğuzlar, devlet tarafından Bizans ucuna
gönderiliyordu. Bu bilhassa onların karışıklık çıkarmalarını önlemek için
yapılıyordu. Ayrıca bu tedbirde otlak sıkıntısına meydan vermemek hususu da söz
konusu idi.
İslam hanedanlarının hassa
ordularını Türk memluklarından teşkil etmeleri meselesine gelince, bu onların
kolayca tedarik edilebilmelerinden değil, askerliğin gerektirdiği başlıca
vasıfların taşımalarından ileri geliyordu. Nitekim Mısır’da en pahalı satın
alınan memlüklerin Türk soyundan olduklarını biliyoruz. Türkler mükemmel
biniciler olup, at üstünde arkaya bile maharetle ok atmakta ve kargı
kullanmakta idiler; fazla olarak iklim şartlarına mütehammil, disipline
alışkın, cesur ve soğuk kanlı ve müverrihlerin ifadesi ile savaşlarda dünyanın
en sabırlı insanları idiler. Biricik kusurları olarak gece savaşlarında, diğer
bazı kavimlere nazaran, daha az başarılı oldukları söylenir. Bu da onların
geceleri cin (çıvı) çarpmasından korkmalarından ileri gelmiştir. Ortak
hususları belirttikten sonra şimdi onları, anayurtdakiler de dahil olmak üzere,
ayrı ayrı incelemeye çalışalım.
Maveraün-nehr:
XII. yüzyılın birinci yarısında asıl
Maveraün-nehr’de iki kalabalık göçebe topluluk yaşıyordu. Oğuzlar ve Karluklar.
Bu topluluklardan her ikisinin de sıkıştırmalar sonucu buralara geldikleri
şüphesizdir.
Bu Oğuz kümesi her iki koldan
oymaklar olduğu için, Boz Ok, Üç Ok adları ile iki kola ayrılıyordu. Oğuzlar
Kara Hanlıların hizmetinde idiler ve hanlar münasebetlerinin de iyi olduğu
biliniyor. Onlar, büyük bir ihtimal ile Buhara’nın kuzey doğusundaki
topraklarda yaşamakta idiler. Bu Oğuzlar 1141 de Karluklar tarafından Horasan’a
gitmeye mecbur bırakıldılar. Sultan Sancar’ı tutsak alan Oğuzlar işte bu
Oğuzlar’dır.
Horasan:
Bu
Oğuzlar, Horasan’a gelmeden önce Maveraün-nehr’de yaşıyor ve Karluklar gibi,
Kara Hanlı hükümdarı Muhammed Arslan Han’ın (1101-1132) hizmetinde
bulunuyorlardı. Bunların Seyhun boylarından Maveraün-nehr’e inmeleri
Kanlı-Kıpçaklar’ın sıkıştırmaları ile ilgili olmalıdır. Bu oğuzlar üç-ok ve Boz
Ok adıyla iki kola ayrılmakta idiler. Üç Okların başında Dad Bey ünvanlı Hızır
oğlu, İshak oğlu Tuti (Dudu), Boz-Ok’larındakinde de Abdulhamid oğlu Korkut Bey
vardı. Horasan’ın geniş bir kısmına hakim olan Oğuzlar’ın sadece cesur savaşcılar
değil, savaş usullerini bilen ve onları maharetle uygulayan insanlar oldukları
görülüyor. Ancak başlarında Selçuklu ailesi gibi dirayetli bir aile olmadığı
veya içlerinden devlet adamı vasıflarına sahip bir kimse çıkmadığı için
zaferlerinden gerektiği gibi faydalanamamışlar ve bir devlet kuramamışlardır.
Beyleri yapılan geniş ölçüdeki yağmalar için fazla kınamaya hakkımız yoktur.
Çünkü buyruklarındaki Oğuzlar’ın kendilerine bağlılıkları bu husus ile yakından
ilgilidir. Beylerin başlarında bulundukları topluluklar üzerlerindeki nüfuzları
hudutsuz değildi. Türk tarihinde görülen vakıa şudur ki doyumluk yani ganimet
varsa ne güzel, yoksa bağlılık ve itaat ortadan kalkıyor ve han, sultan, bey
mevkiini koruyamıyor.
Anadolu:
Malazgirt savaşını takip eden 10 yıl
içinde Türkler Adalar denizi ve Marmara’ya kadar olan yerleri fethettiler.
Fakat Asrın sonlarında başlayan Haçlı seferleri yüzünden başta Batı-Anadolu ve
Marmara bölgeleri olmak üzere fethettikleri yerlerin mühim bir kısmını kaybedip
orta Anadolu’ya çekilmek zorunda kaldılar. Haçlı seferleri dolayısıyla
kuvvetlenen Bizans, Türkleri Orta-Anadolu’dan da atak ümidine kapılmıştı. Ancak
II. Kılıç-Arslan (1155-1192) 1176 da Bizanslıları ağır bir bozguna uğratarak bu
ümidi tamamıyla suya düşürdü. Türkler bu zaferden sonra yavaş yavaş Bizans
aleyhine toprakları genişletmeye başladılar. 1243 yılındaki Köse-Dağ
bozgunundan önce kuzeyde ve güneyde denize ulaşılmış ve batıda Denizli ve
Kütahya ötesine kadar gidilmişti. Güney’de Çukur-Ova’daki Ermeni krallığı ise
vergi ve asker vermeye mecbur edilmiş olmakla beraber, bu krallık, Haçlıların
desteği ile yine Tarsus’dan Nur Dağlarına kadar uzanan bölgeyi elinde
tutabilmiştir.
Türkiye Selçukluları ailesinin atası
Arslan, Oğuzların yabgusu, yani kralı idi. Oğlu Kutulmuş da buna dayanarak
saltanat davasına girişmiş ve Kutulmuş’un oğulları ise Anadolu’daki fetihlerini
Oğuzlara dayanarak yapmışlardı.
Oğuzlar veya Türkmenler, Selçuklu
devletini kurdukları gibi, bu devletin genişlemesinde de başlıca rolü
oynadılar. Daha devletin kuruluşuyla başlayan ve sonuna kadar devam eden
hanedan azası arasındaki saltanat mücadelelerine, emirlerin isyanlarına,
hükümdarlar ile kendi kavimleri arasında anlaşmazlıklara ve savaşlara rağmen,
Türk hakimiyetinin devamlı olmasında onlar pek mühim bir amil oldular. Orta
Asya’dan gelen göç dalgaları Türkmenleri sürekli olarak besliyor, varlıkları
korumalarını sağlıyordu. Selçuklulardan başka, Fars’daki Salgurlular, Dinar ve
Oğulları, Berçem Oğulları, Kıfçak Oğulları, Kara-Belililer, Yaruklular, Şumla
oğulları, Bey-Tiginliler, Artuklular, İnal-oğulları, Toğan-Arslanlılar,
Saltuklular ve Mengücüklüler’de kendilerinden (Türkmen asıllı) idiler. İran’da
Selçuklu hanedanının ortadan kalkması onların siyasi ehemmiyetini gölgelememiş,
belki de arttırmıştır.
E.MOĞOL İSTİLASINDAN SONRA
TÜRKMENLER
Moğol istilasının en mühim
sonuçlarından biri de Orta Asya Türk etnografyasının değiştirilmiş olmasıdır.
Uygur, Karluk, Kıpçak ve diğer bazı Türk kavimleri, bu istila neticesinde
çözülerek geniş ölçüde kavmi hüviyetlerini kaybettiler. Bunlar ile Moğol
oymaklarının birleşmesinden yeni kavimler meydana geldi ki, bunların dili Türk
ve siyasi mazileri Moğol idi. Meşhur Timur bunun tam bir örneğidir. Böylece bu
gün Orta-Asya’daki Özbek, Kazak, Kara-Kalpak, Doğu Türkistan Türkleri, bu
karışma ve kaynaşmadan meydana gelmiş yeni kavimlerdir. Yüz şekilleri ve
dilleri Kırgızların Moğollar ile karışmış olduklarını gösteriyor.
Moğol istilası, İslam aleminin
çehresini de tamamıyla değiştirdi. Halifesiyle, memlük askeriyle, parlak kültürü
ve zengin ticari hayatıyla eski alem ortadan kalktı. Moğol istilasından sonra
ortaya çıkan yeni alemde Türk kültürü mühim bir mevkii kazandı. Bu ise
Anadolu’da olduğu gibi, Maveraün-nehr’de, Azerbeycan’da Türk nüfusunun eskisine
nisbetle çok yoğunlaşmış bulunması ile ilgilidir. Yalnız bu hususta Anadolu
Türk ülkeleri arasında en başta geliyordu. Türk dili, Osmanlı imparatorluğunda
XVI. yüzyılda rakipsiz bir duruma gelmişken Türkistan denilen Maveraün-nehr’de,
XX. yüzyılın başlarında dahi farsça, hala resmi dil olarak kullanılıyordu.
1- Hazar-Ötesi Türkmenleri
Türkmenler Moğol hakimiyetinden
sonra da eskisi gibi, yakın Doğu’nun en büyük siyasi kuvveti olmakta devam
ettiler. Moğol istilası yüzünden Türkmenlerin pek çoğu Anadolu’da toplanmıştı.
Onlar XV. asırdan itibaren İran’ın
siyasi kaderini de ellerine aldılar ve bunu XX. asrın ilk yarısının ortalarına
kadar sürdürdüler. Moğol istilası üzerine Maveraün-nehr, Horasan ve
Azerbaycan’da yaşayan Türkmenler’in pek çoğu Anadolu’ya geldiler. Bunlar
istilanın önünden kaçmışlardı Mangışlak’da X. yüzyıldan beri yaşamakta olan
Oğuzlar bu istiladan pek müteessir olmadılar. Çünkü, yurtları Mangışlak istila
sahası üzerinde olmayıp kenarda kalıyordu. Bununla beraber, onlar ilk önce
Altın – Ordu hanlarına, sonra da Hive’de oturan hanlara tabi oldular.
Mangışlak’taki, Türkmenler’in mühim bir kısmı Salur boyundan idi. Ebül-Gazi
Han’ın Secere-i Terakime’sindeki bir kayda göre, Şah-Melik’in öldürülmesinden
dolayı baş gösteren dağılma üzerine, Oğuzlar’dan pek önemli bir küme
Mangışlak’a gitmiştir. Bu Oğuz kümesinin içinde her boydan olmakla beraber
çoğunluğunu Eymür, Döğer, İğdir, Çavuldur, KARKIN, Salur ve Ağar boylarına
mensup kollar meydana getiriyordu. Mangışlak’a giden bu Oğuz kümesinin
başında yine aynı müellife göre Kılık Bey, Kazan Bey ve Karaman Bey vardı. Bu
sözlerden Mangışlak’ın Oğuz elinin dağılması sonucunda bir Oğuz yurdu haline
geldiğine inanıldığı anlaşılıyor. Mangışlak’taki Salurlar’ın içki (iç) Salur ve
Taşkı (Dış) Salur olmak üzere iki kola ayrıldıkları biliniyor. Türkmenler,
XVII. yüzyılda Yomut, Ensarı, Teke ve Sarık gibi büyük Türkmen topluluklarının
Salurlar’dan çıktığına inanıyorlardı. Eğer bu iddia doğru ise, bugünkü
Türkmenistan Türkmenleri’nin ezici çoğunluğunun aslında Salurlar’dan olduğunu
kabul etmek icap eder.
Hazar-ötesi Türkmenleri’nin başlıca
hangi boylardan geldikleri sorusuna gelince, bu hususta, ehemmiyetlerine göre
şu isimler zikredilebilir: Salur, Çavuldur, (Çavundur-Çavdur), İgdir, Yazır,
Eymür (Eymir), KARKIN, bunlar Balhan ve Horasan bölgelerine Mangışlak’dan
gelmişlerdir. Onlar arasında nüfusları çok daha az Oğuz boy obaları ise
Bayındır, Beğdili ve Kayı’dır. Üç-Oklar’ın Boz-Oklar’a nazaran sayıca daha
fazla oldukları da bir gerçektir.
Ebu’l-Gazi’nin eserlerinden öğrendiğimize
göre, XVII. yüzyılda Türkmenler’in elinde birçok Oğuz-nameler görülmekte idi.
Bu Oğuz-nameler’in muhtevaları hakkında tam bir bilgiye sahip değiliz. Çünkü
hiç biri bize kadar gelmemiştir. Yalnız şu kadarını biliyoruz ki, bu
Oğuz-nameler’de de Dede-Korkut ve Salur Kazan ile ilgili haberler bulunmakta
idi. Bu Oğuz-nameler’e Cami’üt-Tevarih’in ne kaynak olup olmadığı hususunda
kesin bir şey söylemek mümkün değildir.
Oğuz-nameler XIV-XVII. yüzyıllar
arasında Harizm’den Rumeli’ne kadar bütün Oğuz Türklüğü’nün yaşadığı yerlerde
söyleniyor ve okunuyordu. Bu, bütün Batı Türklüğü’nde ortak bir gelenekti. XVII.
yüzyıldan itibaren bu Oğuz-nameler’in yerini Kör-Oğlu destanı aldı. Kör-Oğlu,
XVI. yüzyılın ikinci yarısının ortalarında Bolu sancağının Gerede kazasında,
onbeş yirmi adamla haydutluk yapmaya başlamış bir yiğit idi. Kendisinin adı
geçen kazanın Sayuk (Şimdi:Sayık) köyünden olduğu biliniyor. İyice
anlaşıldığına göre sonra bu işi Tokat-Sivas arasındaki Çamlı-Bel’de devam
ettirmiş ve belki sonra İran’a gitmek zorunda kalmıştır. Aşıklar XVII. yüzyılda
onun yiğitliklerini anlatan destanlar okumaya başladılar. Fazla olarak, Ferhat
ile Şirin, Tahir ile Zühre, Kerem ile Aslı gibi halk hikayeleri de İran ve
Anadolu Türkleri’nde olduğu gibi Sayın Hanlı Türkmenleri’nin de en sevdikleri
hikayelerdi. Böylece, mezhep ayrılığına rağmen, Oğuz eli’nin üç ayrı yerde
(Anadolu, İran, Hazar-ötesi) bulunan toplulukları arasında yeni ortak kültür
meydana geldi ki bu, pek dikkate şayan bir husustur. Hazar-ötesi Türkmenler’i,
siyasi bir varlık gösterememişlerse de, Mahdum Kulu (XVIII. yüzyıl) gibi, büyük
bir şair yetiştirmişlerdir. XIX. yüzyılda Türkiye’deki son Türkmen oymaklarının
da Dadal-Oğlu, El-Beğli-Oğlu ve Gündeşli-Oğlu gibi tanınmış şairleri
olduğunu biliyoruz. Bu münasebetle, Barthold’unda söylediği gibi, Türkmenler’in
her zaman her yerde daima milli şairler yetiştirmiş olduklarını belirtmek
lazımdır.
2- İran:
İran’a gelen Moğollar’ın gayet iyi
yetiştirilmiş ve mükemmel teşkilatlı bir orduları olduğu gibi, tecrübeli
memurların başında bulunduğu bir büroya da sahip idiler. Bu büroda Uygur yazısı
ve 12 hayvanlı Türk takvimi kullanılıyordu. İran’da Uygur yazısı Moğollar’dan
sonra bırakıldı ise de 12 hayvanlı Türk takvimi son asra kadar kullanılmakta
devam etti. Bu divanda yazı dili olarak Moğolca’nın yanında Türkçenin de
kullanıldığı hükmünü verebilecek bazı deliller vardır. Devletin dayandığı ulus
hakim kümeyi meydana getiren Moğol unsuru ile onların maiyetinde bulunan
Türkler’den müteşekkildi. Moğol unsuru,Menkut, Arlat (Arulat), Suğanut, Suldus,
Bisuut, Oryankat, Kurulas.. olmak üzere Moğol ulusuna mensup boyların obaları
ile Celayir, Sunit, Tatar, Kireyit, Uyrat ve Saire gibi Moğolca konuşan
kavimlerin kollarından meydana gelmişti.
Türkler’e gelince, bunların pek
mühim bir kısmını Uygurlar teşkil ediyordu. Uygurlar yalnız devlet memuru ve
din adamı olarak değil, kalabalık sayıda asker olarak da gelmişlerdi. Uygurlar’dan
başka Kıpçak, Karluk, Küçey ve Saire gibi Türk kavimlerine mensup çok sayıda
unsurlarda gelmiştir. Bunların bir kısmı Moğol hanları ve beylerinin maiyetleri
ve askerleri arasında bulunmakta idiler. Böylece İran Moğolları arasında
başlıca iki dil konuşuluyordu: Moğolca ve Türkçe. Moğolca’nın, gittikçe
ehemmiyetini kaybetmekle beraber, XIV. yüzyılın ikinci yarısına kadar
konuşulduğu biliniyor. İlk Moğol hanları Halegü, Abaka ve hatta Argun’un Türkçe
bildikleri şüphelidir. Gazan ve halefleri bu dili biliyorlardı. Esasen,
Moğollar arasındaki Türk unsurunun ehemmiyet kazanması da bu hükümdar ile
başlar. Moğollar’ın islamiyeti kabulleri ile Türkleşmeleri arasında bir
muvaziliğin varlığı görülür.
Emirler arasındaki mücadeleler
sonucunda ilhanlı imparatorluğu parçalanarak bir takım küçük devletler meydana
geldi. Bu arada Türkmen Kara-Koyulu oymadığı da durumdan faydalanarak gittikçe
kuvvetini artırıp Musul-Erzurum arasındaki bölgenin geniş bir kısmına hakim
oldu. XIV. yüzyılın sonlarına doğru onlar Nahçivan, Hoy ve diğer bazı yerler
olmak üzere İran’ın uç vilayetlerini de ele geçirdikleri gibi, vakit vakit Tebriz’i
dahi işgalleri altına aldılar. Kara-Koyunlular sonra hakimiyetlerini Süstan’a
kadar uzattılar. Bu başarıları Kara-Yusuf’un küçük oğlu ve ikinci halefi
Cihan-Şah elde etmişti. Cihan-Şah bize Türkçe şiirler bırakmış Türk
hükümdarlarından biridir. Onun Tebriz’de yaptırdığı önemli bir sanat eseri olan
Gök-Mescid’de zamanımıza kadar gelmiştir. Kara-Koyunlu topluluğu İran’daki
Türkmen ve Türk Oymakların da katılması ile oldukça büyük bir ulus haline
geldi. Bu eli meydana getiren başlıca boylar şunlardı: Şa’dlu, Baharlu,
Alpağut, Duharlu, Ağaç-Eri, Hacılu, Karamanlu, Çekürlü. Bu boylar Kara-Koyunlu
devleti yıkıldıktan sonra da varlıklarını uzun bir müddet devam ettirdiler.
Kara-Koyunlu hanedanına Baranlu
denilmekte idi ki, bu adın nereden geldiği anlaşılamamıştır. Bunun gibi bu
oymadığın Oğuz boylarından hangisine mensup da bilinemiyor. Minorsky
Kara-Koyunlular’ın Yıva boyundan geldikleri fikrindedir ki şimdiki durumda en
isabetli tahmin de bu gibi görünüyor.
Kara-Koyunlular’ın ezeli rakipleri
Ak-Koyunlular, Diyarbekir belgesinde yaşıyorlardı; beylerinden Kara-Yülük Osman
Bey, merkezi Amid olmak üzere bir beylik kurdu. Torunu Uzun Hasan Beğ ise (ölm.
1478) Kara-Koyunlu Cihan Şah’ı ve Horasan-Türkistan hükümdarı Timurlu
Ebu-Said’i yenerek, bu beyliği bir imparatorluk haline getirdi. Bu Ak-Koyunlu
imparatorluğu Erzincan’dan Horasan’a, Basra’dan Şirvan’a kadar uzanıyordu.
Böylece, beşinci defa olarak Anadolu’dan gelen siyasi bir güç İran’a hakim
olmuştu. Uzun-Hasan Beğ az tanınmış büyük bir hükümdardır. Adil, halka karşı
şefkat ve merhamet hisleriyle dolu, ahlaki değerlere bağlı bir insandı;
kendisinden önce konulmuş bazı vergileri haksız sayarak iptal etmiş ve
vergilerin adil bir şekilde tarh ve tahsil edilmesi için bir kanunname vücuda
getirmişti ki, bu kanun-name Safeviler devrinde de uzun bir zaman
kullanılmıştır. Hasan Beğ, aynı zamanda İran’ın bazı bölgelerindeki kötü
geleneklerin ve alışkanlıkların ortadan kaldırılması için de mücadele etmiştir.
İlim adamlarına da çok itibar eder, huzurunda her hafta Cuma gecesi onlara ilmi
muhasebeler yaptırırdı.
Hasan Beğ’in bu güne kadar iyice
bilinmeyen bir tarafı da kendinde kuvvetli bir milli şuurun varlığıdır. Hasan
Beğ, kendisini Anadolu Türkler’nin hükümdarı sayıyor ve Oğuz Han’ın soyundan
gelmekte övünüyordu. Bu arada Hazar-ötesi Türkmenler’nin de kendi kavminden
olduğunu biliyordu. Ak-koyunlu oymağı Oğuzların 24 boyundan Bayındır boyuna
mensuptur. Bununla ilgili olarak Ak-Koyunlular daha Hamza Beğ’den (ölm.1444)
itibaren paralarına, fermanlarına, bayraklarına, Bayındır boyunun damgasını
koydurmuşlardır. Osmanlı hanedanın da kavmi şuurun canlanmasında
Ak-Koyunlular’ın mühim bir rolü olduğu anlaşılıyor. Hasan Beğ, ibadet için
okunmak üzere Kuran’ı Türkçeye tercüme ettirmişti; fakat o zamanki din
adamlarının ve alimlerin kendisini desteklememeleri yüzünden bu teşebbüs
muvaffak olamamıştır. Hasan Beğ’in bu hareketi galiba Türkler arasında
Cumhuriyet devrine kadar yapılmış ilk ve son teşebbüstür.
Türk tarihinde, hanedana mensup
şahısların vilayetlerinin idaresine gönderildiklerini biliyoruz. Yine
tarihimizde hükümdarın ölümünü müteakip hanedan azası arasında saltanat
mücadelesinin çıkmaması nadir görülen bir vakıadır. Hatta, hanedan azasından
biri hükümdar olduktan sonra da akrabaları tarafından rahat bırakılmıyordu. Bu
meselede Türkler’de hakim olan telakki “hak kuvvetlinin” düsturudur. Bu telakki
Türkler İslam olduktan sonra da değişmeyerek eskisi gibi devam etti. Fatih gibi
bir hükümdarın bile bu telakkiye bağlı kaldığı, hatta hükümdarlık makamını
eline geçiren oğluna “nizam_ı alem için” kardeşlerini öldürmek hakkını verdiği
malumdur. Tarihimizde saltanat veraseti işinin sıkı bir kaideye bağlanmaması
devletin başına kuvvetli şahsiyetlerin geçmesine imkan veriyorsa da, yapılan
mücadeleler Türk devletlerinin gelişmelerini önlediği gibi, daha mühim olarak
da onların zayıflama ve yıkılmalarında en baş amili teşkil ediyordu.
İşte, Ak-Koyulu devletinin
yıkılmasında da bu hususun pek mühim bir amil olduğu görülüyor.
Türkiye’ye gelince dirayetli bir
hükümdar sayılmayan II. Bayezid, bu yıllarda devlet işlerini büsbütün paşalara
bırakmıştı. Beğlerbeğiler ve sancak beğleri ve onlardan sonra gelenler
bulundukları yerleri istedikleri gibi idare ediyorlar ve birçok bölgelerde
halka baskı da yapıyorlardı. Harekete geçmek için bundan daha müsait bir zaman
olamazdı. Bu sebeple Gilan’da bulunan Şeyh-Haydar’ın oğlu İsmail yanındaki
sadık birkaç kişi ile oradan ayrıldı ve müritlerini toplamak için birkaç yüz
kişi ile Erzincan yöresindeki Saru-Kaya yaylağına geldi (1500). Şah İsmail
Saru-Kaya’dan adamlar göndererek müritlerini yanına gelmeye davet etti. Bu
davet üzerine köylü ve göçebe Türkler, görülmemiş bir sevinçle her taraftan
bölük bölük onun katına geldiler. Hatta bu münasebetle Dulkadir ilinde gerdeğe
girmek üzere bulunan bir gencin davet haberinin gelmesi üzerine gerdeğe
girmeyip sevinçle Erzincan yolunu tutuğu anlatılır. Şah İsmail her taraftan
koşup gelen müritlerinin başında Erzincan’dan hareket etti. İlk hedef Şirvan
idi. Gerçekten Şirvan Şah’ı kolayca mağlup eden Şah İsmail, Ak-Koyunlu
Hükümdarı Elvend Beğ ile karşılaştı. Nahçivan yöresinde yapılan savaşta (1501)
Elvend ağır bir bozguna uğradı. İsmail zaferden sonra Tebriz’e geldi ve orada
hutbeyi 12 imam ve sonra da kendi adına okuttu. Bu surette Şi’i mezhepli Safevi
devleti kuruldu (1501). Şah İsmail bundan sonra üst üste zaferler kazanarak 10
yıl içinde hakimiyetinin sınırlarını Ceyhun’dan Fırat’a kadar uzattı; II. Bayezid,
ülkesinin yanı başında İslam alemini parçalıyıcı Şi’i bir devlet kurulurken,
devrin en kuvvetli ordusuna sahip olduğu halde buna tamamen seyirci kaldığı
gibi, kendi teb’aasından binlerce kişinin de devletin kurulmasına katılmasını
da önlememiştir.
Safevi devletinin kuruluşu
Türkiye’deki Şi’iler arasında öyle derin bir heyecan yaratmıştı ki, onlar
birbirlerine “Şah” sözü ile selam veriyorlar, uzun ve yorucu bir yolculuğa
katlanıp şahlarını ziyarete gidiyorlardı. Kendilerine şah yerine Peygamber’in merkatını
ziyaret etmeleri tavsiye edildiğinde “biz ölüyü değil, diriyi ziyarete gideriz”
cevabını veriyorlardı. Yavuz Selim’in Şah İsmail’e karşı büyük bir azimle
giriştiği teşebbüs, Şi’iliğin Türkiye’de daha fazla yayılmasını önlemiş, Doğu
ve Güney Doğu Anadolu’yu Osmanlı Devletine kazandırmış, Şah İsmail’in zaferler
silsilesine son vererek onu yeise düşürmüştür. Fakat, bilhassa Yeniçeriler’in
itaatsizliği, devlet erkanının onun kadar mes’elenin ehemmiyetini kavramamış
olmaları yüzünden istenilen sonuca varılamamıştır.
Şah-İsmail yukarıda söylendiği gibi
Erzincan’da başına topladığı Anadolu Türkleri sayesinde devletini kurmuştur.
Kızıl-Baş ulusunu teşkil eden ilk sıradaki oymaklar şunlardır: Ustacalı-Usta,
Hacılu (Safevi eserlerinde Ustaclu) Dumlu, Tekelü, Zulkadr, Şamlu.
Devletin kuruluşunda ve ilk
devirlerde asıl mühim rolleri bu oymak ve topluluklar oynamışlardır. Afşar
(Avşar), Dulkadırlu (imanlu Avşarı), Haleb Türkmenler’i (Gündüzlü ve Alplu
Afşarı) ve Ak-Koyunlu Afşarlar’ından (daha önce İran’a gelen ve Kuh-giluye’de
oturan Mansur Beğ Afşarları) teşekkül etmiştir.
Safevi kaynaklarında Kızılbaş adı,
Safevi devletini kuran ve kuruluş yıllarında devlet hizmetine giren Türk
teşekküllerine veriliyordu. Onlar imtiyazlı bir topluluk idiler ve Kızılbaş adını
da gururla taşıyorlardı. Yine kaynaklarda devlete de devlet-i Kızılbaş, şahlara
da Padişah-ı Kızılbaş, İran’a da ülke-i Kızılbaş diyorlardı. Onlar aynı zamanda
Türk olmaktan da övünç duyuyorlar, yerli halka tat diyerek kendilerini onlardan
ayırt ediyorlardı.
Safevi devletinin kuruluşu başlıca
şu sonuçları meydana getirmiştir.
1- İslam aleminin ortasında bir şi’i
dünyası vücuda gelmiş ve İran tecrit edilmiş bir ülke durumuna düşmüştür.
Böylece bu ülkenin İslam dünyasında her bakımdan (siyasi, iktisadi ve harsi)
oynadığı mühim rol de sona ermiştir. Buna karşılık Safevi devleti İran’a uzun
bir zamandan beri özlenen siyasi istikrar ve huzuru getirmiştir.
2- Safevi devletinin kurulması,
Türkiye ile Orta Asya arasındaki her türlü alaka ve münasebetlerin kesilmesine
sebep olmuştur. Safeviler’in İran’ı Anadolu ile Türkistan arasında aşılması güç
bir sed teşkil etmiştir.
3- Safevi faaliyeti Anadolu’dan
altıncı, fakat en devamlı en kalabalık bir güç haraketini sağlamıştır. Bu
göçler İran’daki Türk unsurunu kuvvetlendirerek, bu unsuru bilhassa
Azerbaycan’da nüfusça da hakim bir duruma getirmiş, buna karşılık, Doğu ve
Güney Doğu Anadolu’daki Türk unsurunu zayıflatmıştır. Şurası bir gerçektir ki,
Doğu-Anadolu Safevi idaresinde kalsaydı, bir müddet sonra burada Türkçeden
başka hiçbir dil konuşulmayacaktı. Osmanlı idaresi bu bölgedeki göçebe Türk
unsurunu dahi yerinde tutamadı. Onların bir kısmı İran’a, bir kısmı da
Orta-Anadolu’ya göç etmek zorunda kaldılar.
Bütün bunlara rağmen Anadolu ile
İran’daki Türkler arasında kültür münasebetleri yüzyıllar boyunca sürüp geldi.
Bu hususta ozanların halefleri olan aşıklar, bilhassa büyük bir rol oynadılar.
Kerem ile Aslı, Arzu ile Kanber, Şah İsmail, Aşık Garip gibi İran Türkleri
arasında teşekkül eden halk romanları Anadolu Türkleri’nin de halk romanları
oldu. Buna karşılık Kör-Oğlu destanı Anadolu’dan İran’a gitti ve bu destan
onların da milli destanı haline geldi. Nasrettin Hoca fıkraları da Kör-Oğlu
destanı gibi, Anadolu’dan Azerbaycan’a gitmiştir.
Safevi Devletine son veren Nadir-Şah
dikkate şayan bir şahsiyettir. Nadir-Şah (1736-1747), İran’dan Afganları ve
Osmanlılar’ı çıkardıktan Hindistan’a kadar giden başarılı seferlerde
bulunmuştur. Nadir Şah Afşar boyunun Kırklu obasından idi. Kendisinde kavmi
duyguların kuvvetli olduğu görülüyor. Nadir Şah Osmanlı hanedanının, mensup
olduğu Türkmen kavminin en büyük ailesi olduğunu söylüyor ve İstanbul’a
gönderdiği mektuplarda sık sık kavmi akrabalıktan söz ediyordu.
İran’da siyasi birliği, aynı asrın
sonlarında Kaçar (İran eserlerinde Kacar) hanedanı kurdu. 1925 yılına kadar
hüküm süren bu hanedan, İranda’ki son Türk sülalesidir. Kaçarlar kendilerini
daima Türk hissetmişler, Türkçe konuşmuşlar ve atalarının İran’a Hülagü Han ile
birlikte geldiklerine inanmışlardır. Geniş bir Türk şuuruna sahip idiler. Kaçar
şehzadeleri arasında Çingiz Mirza, Hülegü Mirza, Timur Mirza, Uluğ Beğ Mirza
gibi isim taşıyanlar olduğu gibi Selçuk Mirza, Tuğrul Mirza, Alp Arslan Mirza,
Sancar Mirza, Ildırım Mirza ve Sultan Selim Mirza adları da görülür. Yukarıda
da yazıldığı gibi, Kaçarlar, XV. yüzyılın sonlarına doğru Ak-Koyulular devrinde
Anadolu’dan İran’a gelmişler ve kuzey Azerbaycan’a yurt tutmuşlardı. Onların
Anadolu’daki yurtları ise, Boz-ok (Yozgat) bölgesinde idi.
3-Moğol Devri ve Ondan Sonraki
Zamanda Anadolu:
Moğol istilası üzerine Anadolu’ya
Türkistan, Horasan, Erran ve Azerbaycan’dan pek çok Türkmen geldi ve memleketin
her tarafı bunlar ile doldu. XIII. yüzyılın ortalarında, Selçuklu ülkesine
yabancıların “Türkiye” ve “Türkistan” adını vermeleri, bu husus
ile ilgilidir. Fakat Türkistan’dan yalnız Türk göçebe toplulukları değil,
onunda yanında, yarı yerleşik ve tam yerleşik köylü-şehirli Türk unsurlarından
da mühim nüfusun Anadolu’ya geldiği anlaşılıyor. Moğol istilası sonucunda
Türkistan’ın yaşanmayacak bir duruma gelmesi bunda en mühim bir amil olmuştur.
Hatta İran’dan da aydınlardan, tacirlerden ve sanatkarlardan mühim bir zümrenin
geldiğini biliyoruz. Anadolu’ya gelen Türkmenler’in bir kısmı, bu ülkede kendi
iktisadi faaliyetlerine uygun yerler bulamadıklarından, ormanlık ve dağlık
yerlerde yurt tutmak mecburiyetinde kaldılar. Bunların Maraş bölgesindeki
ormanda yaşayanlarına Ağaç-Eri adı verildi. Bu yaşamanın sonucu olarak
Ağaç-Eriler’in torunlarının mühim bir kısmı ağaç işçiliği ile meşgul oldular.
Bunlar Tahtacı olarak bilinen topluluktur.
1277 yılında Mısır-Suriye Türk
Memlükleri hükümdarı Bey-Pars Selçuklu devletinde iktidarı elinde tutan Pervane
Muineddin Süleyman’ın daveti üzerine Anadolu’ya yürüdü ve Elbistan ovasında
Toku ve Tudaun’n kumandasındaki Moğol ordusunu ağır bir yenilgiye uğrattı.
Bey-Pars’ın Anadolu’ya gelmesini fırsat bilen Karaman-oğlu Mehmed Beğ Konya üzerine
yürüdü (1277) Mehmed Beğ’in buyruğundaki Türkmenler, zamanın müverrihi tarafından
“kızıl börklü ve ayağı çarıklı” şekilde vasıfladırılıyor. Mehmed Beğ Konya’yı
zaptetti ve tarihlerin Cimri adını verdikleri bir Selçuklu şehzadesini
tahta çıkardı. Mehmet Beğ’de vezir oldu. İlk alınan kararlardan biri “bundan
sonra devlet dairesinde, sarayda, toplantılarda ve meydanda Türkçe’den başka
dil konuşulmaması hakkında idi ki bu, Türk kültür tarihi bakımından çok önemli
bir hadisedir. Karamanoğlu Mehmet Beğ’in üzerine Moğol şehzadesi Kongurtay
gönderilmişti. Mehmet Beğ Moğollar’a karşı yiğitçe müdafaaya girişti; fakat, bizzat
çıktığı bir keşif hareketi esnasında tesadüfen Moğollar’ın ok yağmuruna
tutularak şehid düştü. Konya’da Türk dilinden başka hiçbir dilin konuşulmamasını
isteyen Mehmed Beğ’in ölümü acı bir şekilde sona erdi. Bununla beraber Mehmed
Beğ’in ölümü acı bir kayıp olmuşsa da Karamanlılar’ın kuvveti kırılmamış ve
Moğollar ile mücadele azimleri zayıflamamıştı. Onlar Anadolu Türklüğü’nün
Moğollar’a karşı en mücadeleci unsuru olmuşlardır. Bununla ilgili olarak Moğol
hükümdarı Gazan Han (1295-1304) şöyle demiştir; şu Türkmenler ve
Karamanlılar olmasa Moğol atlıları güneşin battığı yere kadar giderler.”
Bizans ucuna gelince, bu uzun hudud
bölgesinde Türkmenler eskiden beri kalabalık kümeler halinde yaşıyorlardı.
Moğol istilası ve baskısı üzerine bu uç bölgelerindeki Türkmen kümelerinin
nüfusları pek fazlalaşmıştı. Öyle ki, coğrafyacı İbn-Said (ölm.1274 veya 1286)
bunlardan yalnız Denizli bölgesinde yaşayan Türkmenler’in 200.000 çadır kadar
olduklarının söylendiğini yazar. Bu Türkmenler Bizans topraklarına akınlar
yapıyorlar, elde ettikleri tutsakları tacirlere satıyorlardı. Bununla beraber
bu Türkmenler hayatlarını yalnız akıncılık yapmakla geçirmiyorlar, dokudukları
değerli halıları harice satıyorlar, Mısır’a ve başka yerlere kereste de
gönderiyorlardı. Barthold bu Türkmenler’in halı dokuma sanatını Orta
Asya’dan getirmiş olmalarının pek muhtemel olduğunu yazıyor. Mamafih
Anadolu’nun diğer yerlerinde yaşayan oymaklarda da halı ve kilim dokunuyordu. Mesela
Ertuğrul ve Osman Bey’lerin idaresinde Söğüt’den Domaniç’e yaylaya gidip gelen
Kayı oymağının kadın ve kızları da halı ve kilim dokuyorlardı. Osman Bey bu
halı ve kilimlerden komşu Rum beylerine armağanlar veriyordu. XIII. ve XIV. yüzyıllarda
Aksaray’da da pek güzel halılar dokunuyordu.
Denizli (asıl adı: Tonuzlu)
Türkmenleri XIII. yüzyılın ikinci yarısında denize ulaşarak bu günkü Muğla
bölgesinde Menteşe beyliğini kurdular. Selçuklu Devleti’nin zayıflaması üzerine
Denizli’de inanç-oğulları ve Isparta ile Antalya bölgesinde yine Türkmenler
tarafından Hamid-oğulları beylikleri kuruldu.
Eskiden beri Kütahya dolaylarında da
mühim bir Türkmen kümesi vardı. 1277 yılında bu bölgede Germiyanlar’ın yaşadığı
görülür. Bunlar 1240 tarihinde Malatya bölgesinde oturuyorlardı. Onlar bu
tarafa Moğol baskısı üzerine 1240 tarihinden sonra geldiler. Batı Anadolu’nun
diğer bölgelerini de Aydın-oğlu Mehmed, Saru-Han ve Karesi adlı beyler açtılar
ve Aydın-oğulları, Saru-Han oğulları ve Karesi-oğulları (Balıkesir bölgesinde)
beyliklerini kurdular. Bu fetihler XIV. yüzyılın ilk çeyreğinde sona ermişti. Marmara
bölgesi ise Söğüt yöresinde yaşayan Osman Bey ve oğlu tarafından fethedildi.
Osman’da bir Türkmen beyi idi; babası Ertuğrul, oymağı ile birlikte Söğüt’e
Ankara taraflarından gelmişti (Bunun Moğol baskısı üzerine 1277 yılından az
sonra olması muhtemeldir.). Osmanlı ailesinin atalarının Anadolu’ya gelişleri
meselesine gelince, onların Moğol istilası sebebi ile yaşamakta oldukları Mevr
yakınındaki Mahan’dan Anadolu’ya geldikleri hakkında eski Osmanlı tarihlerinde
bulunan rivayeti reddetmek için esaslı hiçbir sebep yoktur.
Daha önce de işaret edildiği gibi
XIII. yüzyılda Suriye’de kalabalık bir Türkmen kümesi yaşıyordu. Bu kümenin pek
mühim bir kısmı yazın Sivas’ın güney yörelerine ve Uzun-Yayla’ya çıkıyordu.
Bunlara Şamlu, Şam Türkleri veya Şam Türkmenleri deniliyordu. Bu Türkmenler
Boz-Ok ve Üç-Ok şeklindeki eski Oğuz ikili teşkilatını muhafaza ediyorlardı.
Büyük siyasi hadiseler, birbirini izleyen yer değiştirmelerine ve uzun bir
zamana rağmen, bu ikili teşkilatın devam etmesine hayret edilir. Boz-Oklar,
başlıca Haleb çevresinde ve Amik ovasında yaşıyorlardı. Daha kalabalık olan bu
Türkmen kümesindeki Boz-oklar başlıca şu boylar tarafından temsil ediliyordu:
Bayat, Avşar, Beğ-Dili, Döğer.
XV. yüzyıl başlarken onlar için
beklenmeyen sevindirici bir hadise oldu ki, bu da Timur’un Kara-Tatarlar’ın
çoğunu Anadolu’dan göçürmesi idi. Türkmenler gecikmeksizin Tatarlar’dan boşalan
yerlerde, bilhassa bunlardan Yozgat bölgesinde yurt tuttular. Bu yurt tutanlar
Türkmenler’in Boz-Ok adını taşıdılar. Ancak çok sonraları Boz-Ok, bölgenin adı
oldu ve bu Boz-Ok adı Cumhuriyet devrine kadar muhafaza edildi. Boz-Ok yöresi
Osmanlı fethine kadar Dulkadirli beyliği’nin idaresinde bulunuyordu. Üç-Oklar’a
gelince, onların pek çoğu Türk-Memlük ordusunun yanında Çukur-Ova bölgesinin
fethine katılmış ve burada yurt tutmuştur.
XIV. yüzyılda, daha önceki yüzyılda
olduğu gibi, göçebe anlamında Yörük (yörü-fiilinden) sözü kullanılıyor ve bu
söz Halep Türkmenleri gibi teşekküllere de veriliyordu. Fakat daha sonraları
Yörük adı gerçek anlamını kaybetmiş ve Batı-Anadolu ile Güney Batı-Anadolu’daki
Oymakların umumi adı olmuştur. Buna göre Yörük adının kavmi hiçbir manası
yoktur. (Bu hususta tafsilat için; Faruk Sümer XVI. asırda Anadolu, Suriye ve
Irak’ta yaşayan Türk aşiretlerin umumi bir bakış, iktisat fakültesi mecmuası
XI, s, 518-522 adılı makaleye bak.) Yörükler de Oğuz boylarından gelmektedir.
XVI. yüzyılda kavim adı olan Türkmen kelimesi ile vasıflandırılan başlıca
eller; Haleb Türkmenleri, Boz-Ulus, Dulkadırlılar ile Boz-Ok’taki oymaklardı.
Daha sonlarları bu ad Haleb Türkmenleri ile Boz-Ulus’a münhasır kaldı. Bu iki
elden XVIII. yüzyıldan itibaren Orta ve Batı Anadolu’ya gelenler de Türkmen
denilmiş, hatta köylerde ve kasabalarda yerleştikten sonra da zamanımıza kadar
bu adla anılmışlardır. Bu gün Orta ve Batı-Anadolu’da bazı yerlerde yan yana
Türk, Yörük ve Türkmen köylerini görmek mümkündür. Bunun izahı şudur: Türk
denilen köyler, o bölge veya yörenin Selçuklular ve beylikler devrinde
yerleşmiş en eski Türk halkına ait olan yerlerdir. Yörük adıyla vasıflandırılan
köyler, oralarda XVII. yüzyıldan önce yaşayan ve son asırlarda yerleşen
Yörükler’in kurdukları köylerdir. Türkmen köyleri ise XVII. yüzyıldan itibaren
Orta ve sonra Batı Anadolu ile Marmara bölgesine göç etmiş ve son asırlarda oralarda
yerleşmiş Boz-Ulus, Haleb Türkmenleri ve Yeni-il’e mensup oymaklar tarafından
meydana getirilmiş olanlardır. Dikkate değer keyfiyettir ki, Osmanlı devrinde
Boz-Ulus ve Haleb Türkmenleri gibi eller bile Yörükler’den daha erken yerleşik
hayata geçmişlerdir. Bugün Türkmenler’den hemen hemen hiçbir göçebe teşekkül
görülmez. Fakat Toroslar’da çok az da olsa ve yarı göçebe olarak hala bu hayatı
devam ettiren Yörük oymaklarına rast gelinir.
Kısaca, Türk, Türkmen, Manav, Yörük,
Çepni, Tahtacı, Alevi, Kızıl-Baş adları ile anılan topluluklar arasında kavmi
hiçbir fark olmayıp hepsi Oğuz elinden gelmişlerdir.
4-Haleb Türkenleri:
XVI. yüzyılda Haleb Türkmenleri
başlıca; Beğ-Dili. Harbendelü, Bayat, İnallu, Köpeklü-Avşarı, Gündüzlü Avşarı
gibi büyük teşekküller ile Karkın, Alayuntlu, Bahadurlu, Kara-Koyunlu ve
Saire gibi oymaklardan müteşekkil idi.
Dulkadırlı: Bu el başlıca
Maraş-Elbistan bölgesinde yaşamaktadır. Bu ele mensup tam göçebe oymaklar,
kışın Amik ovasına, Haleb dolaylarına ve Çukur-Ova’ya inerlerdi. Dulkadırlı
elinden birçok bölükler, İran’a gitmiş oldukları gibi, ona mensup bir kol da
Diyarbekir bölgesindeki Boz-Ulus’a katılmış bulunmakta idi. Ayrıca yine bu ele
mensup teşekküller, Yozgat bölgesinde yerleşmişler ve ayrıca Sivas’ın güneyinde
Yeni-ili meydana getirmişlerdir. Daha XVI. yüzyılın başlarında bu el’e
mensup oymakların Ankara bölgesine kadar sokulmuş oldukları görülüyor. Kayseri
ve Kır-Şehir bölgeleri de bu el’in yerleşme sahaları arasında idi. Daha
sonraları onlardan mühim bir kısmının (Cerid, Tecirli ve Ağça-Koyunlu) Çukur
Ova’da oturak yaşayışa geçtiklerini biliyoruz. Bu büyük el, başlıca şu
boylardan meydana gelmişti.
1-Anamaslı öbür adı Karacalı
(Bazı obaları: Yazır, Sevinçlü, Oruç-Beğlü, Ulaşlı, Urçanlu, Kazancılu,
Söylemezlü, Yol-Basanlu, Kara-Haytalı)
2-Dokuz, öbür Bışanlu (bazı
obaları: Karkın, Karamanlu, Kürd-Mihmadlu, Avcı, Demrek, Hacılar, Neccarlu,
Dokuz-Koyunlu, Bazlamaçlu, Kara Göncülü)
3-Küreciler
4-Cerid (bazı obaları: Bayır-Cerid, Kara-Hasanlu,
Oruç-Gazilü, Mamalu)
5-Peçenek
6-Kavurgalu
7-Elçi
8-Döngelelü
9-Küşne
10-Yuvalı (yahut Kara-Yuvalı)
11-Tekelü
12-Varsak
13-Ağça-Koyunlu (en önemli obaları:
Çalışlu, Musa Hacılu-Musacalu, Kozanlu, Hamidlü)
14-Eymir
15-Çimelü
16-Kızıllu
17-İmanlu-Afşarı
18-Çağırğanlı
19-Avcı
20-Gündeşlü
21-Tecirlü
22-Eşkinciler (bazı obaları: Dede
Karkın, Karaca Ahmedlü, Süli Şeyhlü.)
Dulkadırlı eli’nin Kars (Kadirli)
yöresinde yaşayan oymakları ise şunlardı: Varsak, Demürcüli, Selmanlı, Zakirlü,
Karamanlı, Kavurgalu, Geçlik, Eşkinciler.
Sis (bugün Kozan) sancağında da:
Savcı-Hacılu. Eğlen-Oğlu, Ayru-Damlu, Kavurgalu ve Avşar teşekkülleri yurt
tutmuştur.
5-Çukur Ova:
Bu bölgeyi terk etmiş olan Üç-Oklar
toprağa bağlanmışlar ve kısmen boy teşkilatını kaybetmişlerdir. Bölgenin
açılmasında mühim roller oynamış olan Yüreğirler ve Kınıkların’ın XVI. yüzyılda
yerleştikleri yerlerde yalnız adları kalmıştır. Henüz tamamiyle çözülmeyerek
oymak teşkilatlarını muhafaza edenler: Kara-isalu, Koş-Temur, Ulaş, Gökçelü ve
Elvan boylarıdır.
6-Tarablus-Şam:
Bu yörede yaşayan Türkmen topluluğu
da başlıca: Salur, Eymir-Gazilü, Boğayırlı, Süleymanlu ve Sair oymaklardan
müteşekkildi.
7-Boz Ulus:
Boz-Ulus, Diyarbekir Türkmenleri,
Dulkadırlı Oymakları ve Haleb Türkmeni oymakları olmak üzere üç koldan meydana
gelmiştir.
Diyarbekir Türkmenleri; Eski
Ak-Koyunlu Eli’nin kalıntısı olan Diyarbekir Türkmenleri’nin başlıca oymakları
şunlardı: Tabanlu, Oğul-Beğlu, Musullu, Pürnek, Halza-Hacılu, Koca-Hacılu, İzzeddin-Hacılu,
Süleyman-Hacılu, Şeyhlü, Danişmendlü, Salarlu, Çavundur, Dodurga, Döğer,
Karkın, Avşar, Beğ-Dili, Alpavut.
Dulkadırlu Oymakları; Cerit
Sultan-Hacılu, Kürd Mihmadlu (Dokuz’dan), Köçeklu, Küşne, Anamuslu, Avcı,
Dodurga, Cecelü, Çimelü, Avşar, Karaca-Arablu, Eymir, Gündeşlü, Çağırğanlu,
Kızıl-Kocalı, Şam-Bayadı, Karkın Musacalu-Musa-Hacılu (Ağça-Koyunlu’dan).
Haleb Türkmeni Oymakları: Köpeklü-Avşarı,
Gündüzlü-Avşarı, Harbendelü, Beğ-Dili Acürlü, İnallu, Bayat, Kara-Koyunlu.
8-Yeni-İl:
Yeni-il Sivas’ın güneyindeki
Mancılık, Gürün ve Hekim-Han arasındaki bölgede yaşayan oymakların adıdır.
9-Ulu-Yörük Türkleri:
Ulu-Yörük, başlıca Sivas, Amasya ve
Tokat bölgelerinde yaşamakta olup, bu topluluğun bazı oymakları batıda Kırşehir
ve Ankara bölgelerine kadar yayılmışlardır. Daha sonraları bazı oymakları
Eskişehir bölgesine, oradan da Balıkesir yöresine gitmişlerdir. Ulu Yörük
başlıca üç kümeye ayrılır. Yüzde-Pare, Orta-Pare, Şark-Pare. Bu kümeleri teşkil
eden oymaklar bölük adını taşıyor. Bu topluluğu meydana getiren başlıca
bölüklerden her biri muayyen kışlaklara sahip bulunmakta ve onun üzerinde
çiftçilik yapmaktadır. Ulu-Yörük Türkler’i topluluğu geçmişi ve teşkilatı İlhanlılar
devrine kadar gider. Bu topluluğu meydana getiren başlıca bölükler şunlardır.
İl-Beğlü, Çepni, Kulağuzlu,
Ak-Kuzulu, Ak-Salur, Tatlu, Gerampa, Gökçelü, Şerefeddinlü, Çunğar (Moğolca: Ca’ungar=Sol),
Ballı, Çapanlu, İkizlü, Çavurçı (Moğolca:Caverçi), Ustacalu (Usta
Hacılu-Ustaclu), Dodurga, Özlü, Kırıklı, Kara-Farihlu, Turgutlu, Ağça-Koyunlu
(Dulkadırlı’dan), Ali-Beğlü, Kuzu-Güllü, Kara-Keçilü, İnallı (Haleb
Türkmenleri’nden).
10-Boz-Ok:
(Bu günkü Yozgat bölgesi ve komşu bazı
yöreler): Burası daha önce de işaret edildiği gibi, Kara-tatar denilen
Moğollar’ın başlıca yaşadıkları bir yer idi. Timur’un bunlardan çoğunu
beraberinde Türkistan’a götürmesi üzerine XV. yüzyılın ilk yıllarında Boz-Ok
Türkmenleri, yani Dulkadırlı eline mensup teşekküller burada güçlüğe
uğramaksızın yurd tuttular.
a. G e d ü k : Kara-Yahyalu,
Delü_Alilü, Ağçalı (en mühim obası: Hacılar), Ağça-koyunlu (Dulkadırlı’dan),
Şam Bayadı (Dulkadırlı’dan).
b. K a r a – T a ş : Ali Beğlü,
Ağçalu, Tecirlü (Dulkadırlı’dan), Kızıl-Kocalu (başlıca oymaklarından: Ali
Şarlu).
c. A k – D a ğ : Karalu, Kırklu,
Hisar-Beğlü, Kızıl Kocalu Sevgülen (en büyük oymağı: Saru-Halillu).
d. B o ğ a z l a y a n : Çiçeklü,
Kulağuzlu.
e. İ l i – S u : Tatar (Moğol),
Arslan-Beğlü, Ağçalu.
f. S o r g u n : Zakirlu, Kızıl-Kocalu.
Bunlardan işaret edilmeyen bir çok
oymak da Dulkadırlıdan idiler.
11-At-Çekenler ve Komşu Oymaklar:
Marco Polo’nun dediği gibi,
Türkmenler Anadolu’da soylu atlar yetiştiriyorlardı. Bilhassa Konya
bölgesindeki Türk oymakları Karaman-Oğulları ve Osmanlılar devrinde her yerde
aranan atlar yetiştirmekte devam etmişlerdir. Bunlar önceleri vergilerini
yetiştirdikleri atlardan verdiklerinden kendilerine At-çeken denilmiştir.
At-Çekenler başlıca Larende (Karaman), Ak-Şehir ve Koç-Hisar gölü arasındaki
bölgede yaşıyorlardı.
a.E s k i – İ l :
Davudlar, Kureyş-Melik-Şah,
Bynu-Yumru, Kurulu.
b. T u r ğ u d :
Kusunlu, Yapa (ünlü bir oylam),
Çepni, Reyhanlı, Saruca Ahmetdlü, Şah Beğ Nökerleri.
c. B a y b u r d :
Emir-Hacılu, Oğul Beğlü, Kayı,
Farsaklar, Peçenek, Tatar (Moğol).
d. A k – S a r a y :
Bektaşlu Tatar (büyük bir oymak,
beyleri Şey’ünlillah oğlu Ali Beğ = Beyazıd), Elçili Tatarı.
e. K o ş (K o ç) – H i s a r:
Boz-Kırlu, (Boz Kır adlı beyden),
Boz-Doğan, Urunğuş, Hindlü, Cüneydlu, Celayir.
f. Ü r g ü b : Cemallu, Yavalu.
g. N i ğ d e :
Bereketlu, Dündarlu, Bulgarlu
(Güneydeki Bulgar dağından)
h. D e v e l ü : Benderi-Beği.
ı. D e v e l ü K a r a – H i s a r’ı: Yahyalu.
j. I l g ı n : Moğol Samarağı,
Elçili (Alçi) Tatarı.
k. İ s h a k l u : Selçuklu, Kondu,
Kutlu-Boğa Tatarları, Kapucu tatarları, diğer adı: Boğaz Tatarı, Muğal
Tatarları. Bu oymaklardan bazıları iç-il’den (Boz-Kırlu, Boz-Doğan) bazıları da
Tarsus-Adana bölgesinden (Koç-Temür, Kusunlu, Farsak-Varsak, Urunğuş, Dündarlu,
Bulgarlu) gelmişlerdir.
12- İç-İl :
İç-İl Selçuklular zamanında
fethedilmeye başlanmış ve bu fetih Karaman-oğulları devrinde tamamlanmıştır.
Buradaki Türkler Çukur-Ova’dakilerden ayrı bir siyasi maziye sahiptirler. Bunlar
hemen münhasıran Karaman-Oğulları’nın Türkmenleri olup, onların güvendikleri
unsuru teşkil etmişler ve başlıca dayanakları olmuştur. İç-il II.Bayezid
devrinde altı yöreye ayrılmıştı. Ermenek, Selinti (bugünkü: Gazi Paşa), Gülnar,
Silifke, Karı-Taş ve Mut. Buradaki Türk halkının mühim bir kısmı tam yerleşik
hayat sürmektedir. II. Bayezid devrinde Boz-Doğan’dan ve Boz-Kırlu’dan olmak
üzere mühim kolların Orta Anadolu’daki Koç-Hisar yöresine göç etmiş oldukları
görülüyor. Yine aynı devirde daha az ehemmiyetli oymakların da Teke (Antalya)
bölgesine göç ettiklerini biliyoruz. Kıbrıs’ın fethinden sonra, iç-il
bölgesinden vakit vakit bu adaya da göçmen gönderilmiştir. Böylece bu günkü
Kıbrıs Türklerinin mühim bir kısmı iç-il Yörükleri’nin torunlarıdır.
13- Menteşe:
Menteşe (bu günkü Muğla vilayeti)
sancağından yarı göçebe olmak üzere, bazı oymaklar yaşamaktadır. Bu oymakların
başlıcaları şunlardır: Kayı, Horzum (herhalde Hovarizm’den), Barza
Kızılca-Yalınc, Kızılca-Keçilü, İskender Beğ.
14-Hamid Sancağından zikre değer bir
teşekkül, Karamanlu oymağıdır.
15-Aydın:
Bu sancakta Karaca-Koyunlu adlı
Yörük topluluğu görülmektedir. Bu topluluk geniş bir sahaya yayılmış olup, çok
küçük oymaklardan meydana gelmiştir. Bu topluluk içinde Tarucular (Darıcılar),
Elliciler, Çullular gibi bazı büyük oymaklarda vardır.
16-Kütahya:
Bu sancağın bilhassa Denizli
yöresinde, oldukça mühim bir Yörük topluluğu görülmektedir. Bu
topluluğu meydana getiren
başlıca büyük oymaklar
şunlardır: Kayı, Ak-Koyunlu,
Boz-Guş, Kılcan, Ak-Keçilü, Kaşıkçı, Müselleman-ı Toylı, Avşar, Ala-Yundlu.
17-A n k a r a :
Ankara sancağının her tarafından
yarı göçebe ve çoğu az nüfuslu oymaklara rastgelinir. Sancağın Kasaba kazasında
Yaylalu ve Aziz-Beğlü, Kara Keçilü, Tos-Boğa, Beğ-Pazarı, Sivri-Hisar ve
Sultan-önü kazalarında da mühim bir kısmını Gençlü oymağının meydana getirdiği
Ulu-Yörük teşekkülü yaşamaktadır. Yukarıda adı geçen oymaklardan Tos-Boğa eski
Osmanlı tarihlerinde Moğol olarak vasıflandırılır. Kara Keçililer’e gelince
bunlar bu gün Eski-Şehir ve komşu yörelerde yaşadığını gördüğümüz Kara-Keçililer’dir.
Ankara sancağındaki bu Kara Keçililer de Ulu-Yörük’e bağlı ve Kır-Şehir
toprağında yaşayan Büyük Kara-Keçili oymağının bir kolunu teşkil ediyorlardı.
Türkiye’nin bu yüzyıldaki kavmi
duruma gelince, elimizdeki tahrir defterleri sayesinde bunu teferruatına kadar
tesbit etmek mümkündür. Bu defterlere göre Türkiye’nin Adalar Denizi’nden
Fırat’a ve Trabzon’a kadar olan kısmında Türk nüfusu pek hakim olup azınlık
olarak yalnız Rum ve Ermeniler vardı.
Kanuni’nin Nahçivan seferinden
(1548) sonra 20.000 akçalık ve daha fazla gelir getiren dirliklerin
kapı-kullarına verilmesinin kanun haline gelmesi ile Türk sipahilerinin terakki
imkanı ortadan kalkmıştı. En küçük askeri vazifeler için kullar veya onların
oğulları tarafından doldurulmuyorsa o zaman Anadolu Türkleri diğer bütün kavmi
unsurlara tercih edilerek, hizmete alınmakta idiler. Arap, Laz, Tat, Sartlı
gibi unsurlar ise askeri hizmetlere kabul edilmiyorlardı, bazı hadiseler
yüzünden kendilerine güvenilmeyen Çepniler’in askeri hizmete alınmaları
yasaklanmış ve evvelce alınmış olanların da çıkarılmaları emredilmişti. Hülasa
XVI. yüzyılda devletin gözde askeri zümresini kullar ve onların oğulları teşkil
ediyordu. Ondan sonra da Anadolu Türkleri geliyordu. Fakat bunlara da mühim
vazifeler verilmiyordu. Halbuki Anadolu Türkleri de Yeniçeriler gibi, maaşlı
asker olmak istiyorlardı. Bu sebeple babasından sonra tahta geçmeye hazırlanan
Kanuni’nin oğullarından Bayezid onlardan kolayca 7.000 kişilik ücretli bir ordu
vücuda getirmişti. Ağabeyi Selim’de babasının tavsiyelerine uyarak aynı şekilde
haraket etti ve Anadolu Türkleri’nden yine ücretli bir ordu teşkil etti.
Şehzade Bayezid 1559 yılında isyan hareketine giriştiği zaman etrafında mühim
bir kuvvet toplanmıştı. Bu kuvvet, Anadolu’lu timarlı sipahiler ve onların
maiyetlerinden meydana gelmiş idi. Bu ikincilerin başlıca Karaman ilinde
yaşayan, Boz-Kırlı gibi oymaklar ile Dulkadırlı ve Yeni-il Türkmenleri’ne
mensup oldukları anlaşılıyor.
Tedkikçiler tarafından Bayezid ile
Selim arasındaki mücadeleye “Anadolu halkı ve bilhassa timarlı sipahiler ile
Kapı-kulları ve ocaklı rical arasında siyasi bir hak davası” nazarı ile
bakılmıştır. Ancak Selim’in de buyruğunda Anadolu Türkleri’nden toplanmış mühim
bir kuvvet bulunuyordu. Hatta bu kuvvetin mensuplarına Yeniçeri ocağına
kaydedilecekleri va’d edilmiş ise de Selim hükümdar olduğu halde, bu va’d
Yeniçeriler’in muhalefeti yüzünden yerine getirilmemişti.
XVI. yüzyılın ikinci yarısından
itibaren Anadolu’da başlıca iki unsur huzursuzluk yaratıyordu: medrese talebeleri
(suhte=softa) ve levendler. Anadolu da Selçuklular devrinden beri tahsile
verilen ehemmiyet ile XVI. yüzyıldaki iktisadi sıkıntı ve devşirme ocağının
gelişmesi gibi sebeplerden, medrese talebeleri bu yüzyılda görülmemiş bir
ölçüde çoğalmıştı. Bu talebeler, kendilerine uygun iş bulamadıklarından küçük
zümreler halinde, medreselerin bulunduğu bölge veya yörelerde faaliyette
bulunuyorlardı. Bunlar başlıca cer, nezir ve kurban adları ile para toplayarak
geçiniyorlardı. Başlıca mücadele ettikleri unsurlar nefret ettikleri hükümet
memurları ile Yeniçeriler idi.
İdarecilerin sık sık baskılarına
maruz kalmaları yüzünden Anadolu Türk köylüsüne mensup gençlerin, birçokları
medreselere giderlerken bir kısmı da toprağı bırakıp bulundukları yerlerden
ayrılıyorlardı. Çift-bozan denilen bu gençlerin birçokları bir iş tutmak için
şehirlere gittikleri gibi, birçokları da sancak beği ve beğlerbeğilerin hizmetine
giriyorlar ve onların kapı halkını teşkil ediyorlardı. Bu çift bozanların bir
kısmı ise iş bulamadıklarından çeteler teşkil edip soygunculuk yapmakta idiler.
Bunlara levend (cemi levendat) adı veriliyordu. İşte, meşhur Kör-Oğlu Ruşen’de
bu çetelerden birinin başında olup, kendisinin 988 (1580) tarihinde Gerede ile
Bolu arasında haydutluk yaptığı görülüyor. Bu tarihte Celali olarak
vasıflandıran Kör-Oğlu’nun 992 (1584) tarihinde de faaliyetine devam ettiği,
askeri memur ve kadıların korkularından onun yaptıklarını gizledikleri
bildiriliyor.
1577 de başlayan İran harbinin
hilafına 12 yıl sürdü. Bu harbin sonunda gerçi Türk imparatorluğunun sınırı
Hazar Denizi’ne kadar dayandı ise de bu, pek çok insan ve para sarfına mal
olmuş ve halk daha fazla bir sıkıntı içine düşmüştü. İşte, Kör-Oğlu,
Ispartalı Nesli-Oğlu Mehmed Çavuş, Kizir-Oğlu Mustafa ve diğer Celaliler’in
ortaya çıkarak uzun yıllar soygunculuk yapabilmeleri de, bu harbin uzun bir
zaman sürüp gitmesi ile ilgilidir.
Celalilik Anadolu’da telafisi kabil
olmayan derin yaralar açmıştı. Yağma ve tahriplerden ve onun meydana getirdiği
açlıktan köylüler yerlerini bırakıp gittiler. 1603 yılından itibaren bu hadise
dehşet verici bir mahiyet aldı. Açlıktan ve soğuktan çok insan öldü. Bu yüzden
köylerin mühim bir kısmı uzun bir zaman yıkıntı ve ören, tarlalar da “gen” yani
ekilmemiş bir halde kaldı. Bu hadise Anadolu’da bazı hudut ve kıyı bölgeleri
istisna edilirse, her yerde sarsıcı bir tesir göstermekle beraber, en fazla
tahribatı Sivas’dan Kütahya ve Afyon’a kadar geniş Orta-Anadolu bölgesinde ve
Çukur-Ova’da yaptı. Çukur-Ova bölgesinin pek mühim bir kısmında bu hadiseden
sonra XIX. yüzyılın ikinci yarısına kadar daha ekim yapılamadı. Hülasa, Celali
hareketleri Anadolu’da gerek nüfusça, gerek arazice büyük boşluklar meydana
getirdi. Bu arada her yerde eski büyük Türk ailelerinin de pek çoğu yok olup
gitti.
Celali hareketleri Ulu-Yörük
(başlıca Sivas-Amasya bölgesi), Boz-Ok oymakları, Ankara Yörükleri, Konya
bölgesinde yaşayan At-Çekenler gibi Orta-Anadolu’da yaşayan toplulukların da
dağılmasına sebep oldu. Bu hareketlerin nispeten son bulduğu zamanın hemen
arkasından kışın Mardin’in güneyinde çölde başlayan ve yazın Erzurum-Erzincan
arasında yaylalarda yaşayan eski Ak-Koyunlu elinin kalıntısı Boz-Ulus da Orta
Anadolu bölgesine çıkageldi (1613). Hükümet Boz-Ulus’un Anadolu’ya
gelmelerinden memnun olmadı ve Anadolu ve Karaman beğlerbeğlerine emr-i
şerifler göndererek Boz-Ulus’un eski yerine yollanmasını istedi. Fakat emir
hiçbir zaman tatbik edilmedi ve Boz-Ulus orta Anadolu’da kaldı. Adalar denizi
kıyılarına ve Balıkesir taraflarına kadar gittiler ve oralara yerleşip kaldılar.
Orta ve Batı Anadolu’da Türkmen adlı oymakların görülmesi Boz-Ulus’un gelişi
ile ilgilidir.
İkinci Viyana kuşatması üzerine
Avusturya ve müttefikleri ile başlayan harbi uzamasından asker sıkıntısı
çekilmeye başlanmıştı. Evvelce Türk oymaklarına ordusunda yer vermeyen devlet,
1690 yılında Avusturya’ya yapacağı sefer için Türkmenler’den de asker istedi.
Boz-Ulus, Haleb Türkmenleri, Yeni-il, Dulkadırlı ve diğerleri bu sefere
katıldılarsa da Salankamen savaşında (Ağustos 1691) top ateşine dayanamayarak
savaş meydanından uzaklaştılar.
Aynı yılda devlet tarafından Türkmen
oymaklarının tahribe uğramış bölgelerde yerleştirilmesi işine girişildi.
Orta-Anadolu’ya gelmiş bulunan Boz-Ulus, dört kümeye ayrılmıştı. Birinci küme
Ankara’nın güney-doğusundaki Bala kazası dahilinde ve buna komşu yerlerde
yaşıyordu. Bu kolun başında Tabanlu boyu bulunduğu için Boz-Ulus’un bu koluna
Tabanlu mukataası adı verilir. Bu kolu idare etmiş olan beğ ailesi Bala’nın
üç-Em köyünde oturmuş olup, nesli bu güne kadar devam etmiştir. Boz-Ulus
beğlerinin mahalli idareciler ve merkez ile ilgili yazışmalara dair pek çok
vesikadan müteşekkil zengin arşivi, aile nezdinde olmak üzere zamanımıza kadar
gelmiştir.
Boz-Ulus’a bağlı Karaca Kürd Türkmen
oymağı ile yine Türkmen Kurudlu ve başka bazı oymaklar Kır-Şehir’de yurd
tuttukları gibi bu ele mensup birkaç oymak da Nev-Şehir ve çevresinde
yerleştiler.
İkinci Boz-Ulus kolu Akşehir-Ilgın
çevresinde ve buna yakın yerlerde yurd tutmuşlardı. Bu kol başlıca
Hamza-Hacılu, Avşar, Küşne, Şereflü, Danişmendlü ve diğer oymaklardan meydana
gelmiştir. Üçüncü Boz-Ulus kolu Afyon ve Kütahya sancaklarında yaşıyor ve
başlıca Oğul-Beğlü, Küçeklu, İzzeddinlu, Kürd-Mihmadlu ve Gündeşlü
oymaklarından müteşekkil bulunuyordu. Bunlar da bu sancaklar dahilinde,
onlardan bazı obalar da Balıkesir ve Saru-Han taraflarında oturak hayata
geçtiler.
Dördüncü Boz-Ulus kolu da Aydın
sancağında sakindi. Bunlar da bu sancak dahilinde yerleşip kaldılar. Gerek
Orta-Anadolu’da, gerek Batı-Anadolu’da bugün Türkmen adını taşıyan köylülerin
çoğu Boz-Ulus’a mensuptur.
1691 yılında devlet tarafından beş
bölgede iskan hareketine girişilmişti. Bunlardan biri Danişmendlü adlı büyük
Türkmen teşekkülünü Aydın, Balıkesir, Afyon, Isparta ve Denizli vilayetlerinde
yerleştirmek işi idi ki, bunda başarı gösterilmiştir. Bu büyük Danişmendlü
teşekkülünün bizim Boz-Ulus’a mensup olduğu anlaşılıyor.
Dulkadırlı oymaklarından yirmi
kadarı Çukur-Ova; Ayas, Berendi, Kınık bölgelerine yerleştirildi ise de
başarılı bir sonuç alınamadı.
Üçüncü iskan yeri de Haleb’in kuzey
doğusunda, Menbiç’in batı ve güney batısındaki yöre idi, buraya da il Beğliler
yerleştirildi. Fakat bu il Beğliler (Türkmenler arasında hatıraların telkin
ettiği gibi) Sivas’ın güney batısındaki köylerde oturan ve oymak adını şimdide
koruyan il-Beğliler değildir. Bu il-beğlileri Maraş-ilbeğlileri’dir. Anadolu da
Türk iskanı böyle olmuştur. Yani bir oymak umumiyetle kışlağında nüfusu
nispetinde köy veya köyler kurarak yerleşmiştir. Türkiye de böyle doğmuştur.
XIX. yüzyılda, Çukur-Ova’da
dere-beğlik idaresi devam etmekte idi. Osmanlı valilerinin hükmü belki çok defa
Adana şehitlerinden pek ileri gitmiyordu. Bu dere-beğlerinin en kuvvetlisi,
Kozan-oğulları olup, nüfus ve hakimiyetleri bu günkü Kozan, Kadirli ve
Saim-Beğli yörelerini içine alıyordu. Kozan-Oğulları, adlarını ormanlık
dağlarda oturduklarından alan Varsak Türkleri’nden idiler. Kozan-Oğulları her
ne kadar kudretli dere-beğleri olmakla, idare ettikleri halktan farksız sade
bir hayat sürmüşler ve çevrenin gelenek ve göreneklerine riayet etmişlerdir.
Onların servet toplamaya ve mal edinmeye çalışmadıkları söylendiği gibi,
Kayseri’ye ve diğer yerlere tahsile giden hemşerilerine maddi yardımda
bulundukları da bildirilir. Bu gün dahi halk arasında onlara dair iyi hatıralar
anlatılmaktadır. Diğer bir dere-beği ailesi de Payas yöresinin hâkimleri olan
Küçük Ali Oğulları idi. Ünlü şair Dadal-Oğlu bu aileleri yörenin
fatihleri ve Osmanlılar’dan önceki hâkimleri olan Özer-oğulları’da bağlıyorsa
da bu husus çok şüphelidir. XVIII. yüzyılda Dulkadırlı ulusuna mensup
Döngelelü, Ulaşlu, Çalışlu, Develü ve Kebelü gibi oymaklar Kurt Kulağı ile
Burnaz köprüsü yöresinde yaşamakta idiler. Bunlar 1735 tarihinden birkaç yıl
önce İslahiye taraflarında yaşayan Okçu-izzeddinlü oymağının yaylağı olan Gâvur
dağına çıkıp devlete olan vergi borçlarını ödemekten kaçınmışlardı. İşte
Fırka-i islahiyye’nin te’dip edip Osmaniye şehrinde ve civarında yerleştirdiği Gâvur
dağının Türk sakinleri bu oymaklardan gelmektedir. Küçük-Ali Oğulları’nın da bu
oymaklardan birine mensup olmaları muhtemeldir.
Şair Dadal-Oğlu, Küçük-Ali
Oğulları’nın samur kürklü ve hanımlarını da “İstanbul fesli” olarak
vasıflandırmakla beraber Küçük-Ali Oğulları’nın, kudretlerine nisbetle, çok
sade bir hayat geçirmeleri bir Avrupalı kadın seyyahı hayretler içinde
bırakmıştı. Bu ailenin başlıca gelirini tüccardan ve hatta hac kafilelerinden
aldıkları bac teşkil ediyordu.
Dadal-Oğlu’nun Osmanlı’ya meydan
okuduğu, sivri cıdalı Avşar yiğitlerinin sarıçiçekli yaylalara bir an önce
varmak için acele ettikleri bir vakitte “Osmanlı tavşan avına araba ile
gittiği” gibi, topu ve tüfeği ile ansızın çıka geldi. Gerçekten büyük âlim
Cevdet Paşa’nın mülki idareciliğini, hemşehrisi Derviş Paşa’nın kumandanlığını
yaptığı Fırka-i islahiyye 1865 yılında bu âlemi beklenmeyen bir süratle ortadan
kaldırdı. Dere-beği aileleri oradan uzaklaştırıldılar. Oymaklarda
yerleştirildiler. Bunlardan Tecirli ve Ceridler kışlak yurtlarında iskân olmayı
isteyerek birinciler umumiyetle Osmaniye’de, ikinciler de Ceyhan kazası dâhilinde
12 köyde yerleştiler.
Hükümetin Fırka-i islahiyye’yi
göndermekteki asıl gayesi ise Çukur-Ovalılar’a daha iyi bir hayat sağlamak
hususu ile değil, yabancıların karışmasından çekinmesinden ve şiddetle çekmekte
olduğu asker sıkıntısını gidermek maksatları ile ilgili idi. XIX. yüzyılın
ikinci yarısına gelinceye kadar Türkler’in devletin dayandığı asli unsur
olduklarının Osmanlı hükümdarları ve devlet adamlarınca anlaşılmış bulunduğu
hakkında elimizde hiçbir delil yoktur. Mezkür asrın ikinci yarısında Cevdet
Paşa, Abdulhamid’in sadrazamı Said Paşa ve hatta Abdülhamid’in bu hususu
“anlamış oldukları söylenebilir.” Ancak bu asırda Anadolu’yu gezen Avrupalılar,
yoksul, fakat asil ruhlu ve namuslu olarak gördükleri Türk milletinin ölmekte,
fena idareciler elinde mahvolmakta olduğunu söylüyorlardı. Yine bu seyyahlara
göre, aynı ülkede yaşayan Hristiyanlar ise müreffeh bir hayat sürmekte,
Türkler’in nüfusunun azalmasına karşılık onlarınki gittikçe çoğalmakta idi.
Filhakika Rumlar’ın ve Ermeniler’in
bilhassa XIX. yüzyılda Anadolu’da daha önce bulunmadıkları yörelerdeki şehir,
kasaba ve köylerde yerleşmişlerdir. Bu çok önemli olay henüz mütehassıslarca da
bilinmiyor. Gayrı Müslimlerin bu yerleşme haraketleri çok geniş ölçüde
yapılmıştır. Yalnız Marmara bölgesindeki Ermeniler’in oturdukları köyler ve bu
bölgedeki Ermeni varlığı bir iki asır önceye (en erken: XVII. yüzyıl) ait
olabilir. XVI. yüzyılda yazılmış tahrir defterleri ile XX. yüzyılın
başlarındaki umumi kaynakların karşılaştırılması ile bile bu gerçek bütün
ayrıntıları ile çok açık bir şekilde meydana çıkarılabilir.
Diğer bir husus da şehirlerde oturan
Gayri Müslimlere, başka yerlerden gelen kavimdaşlarının katılmalarıdır. XVI. yüzyıldan
beri görülen bu katılmalar şehirlerdeki azınlıkların nüfuslarının artışında en
önemli etken olmuştur. 1615 yılında Maraş şehrinde 20 Ermeni ailesi vardı. Hâlbuki
1914 yılında aynı şehirde 8000 kadar Ermeni nüfusu olduğu bildirilir. Yine aynı
yüzyıldaki Avrupalı seyyahlar Anadolu’da şehir ve kasabaların ekserisinde ticaret
ve sanatın Hıristiyanlar elinde bulunmasını, Türkler’in bu mesleklere itibar
etmemeleri ile izah ederler. Bu izah şekli bu durumun eskiden beri böyle olduğu
zannını verdirebilir. Halbuki, bilindiği üzere, XIII. ve XIV. yüzyıllarda
Anadolu şehir ve kasabaları, reislerine ahi denilen esnaf cemiyetleri ile dolu
idi. Bunlar ne oldu? Neden ehemmiyetlerini kaybettiler? Bu suallere henüz
kesince cevaplar verilemiyor. Muhakkak olarak bildiğimiz bu husus var ise, o da
XVI. ve XVII. yüzyıldaki Celali hareketlerinin XIV. yüzyıldan beri sürüp
gelmekte olan Anadolu’daki içtimai düzeni ortadan kaldırdığıdır. Bu
hareketlerden sonra Anadolu büyük istilalara uğramış memleketlerden daha
korkunç bir manzara arzediyordu; devlet de eski kuvvet ve kudretini kaybetti ve
bunu bir daha elde edemedi. Müteakip asırlarda imparatorluğun asıl dayanağı ve
anavatanı olan bu ülkede bir taraftan kıtlıklar ve salgın hastalıklar, diğer
taraftan da uzun süren harpler yüzünden açılmış olan yaralar bir türlü
kapanmadı. Cezayir, Tunus ve Tarablus gibi yerler için vakit vakit Anadolu’nun
en babayiğit gençleri devşirilip götürülüyor, binlerce Türk genci-mühim bir
kısmı veya çoğu bir daha dönmemek üzere- Yemen’e gönderiliyordu. Hülasa
Osmanlı, Anadolu’nun insanını ve servetini görülmemiş bir israfla tüketti.
Edirne ve Manastır’da olmak üzere, Rum-ili’nde iki, Şam ve Bağdad’da birer
askeri idadi olmasına karşılık Sivas’tan İzmir’e kadar koskoca Anadolu
bölgesinde bir tek askeri mektep yoktu. Neticede Türk milleti maddeten telafisi
imkânsız kayıplar verdi; hatta belki manevi hasletlerinden bazıları zayıfladı,
yani türesi za’fa uğradı.
Türk oymaklarının Anadolu’da
yerleşik bir Türk topluluğu teşekkül etmezden önce taşıdıkları önem üzerinde
söz söylemek şüphesiz fazladır. Anadolu’yu onlar fethettiler. Buradaki yerleşik
Türk halkını onlar meydana getirdiler. Osmanlı hâkimiyeti Türk oymaklarının
siyasi rollerine son verdi. Ancak onlar, siyasi bir kuvvet olarak
ehemmiyetlerini tamamıyla kaybetmediler. Nitekim imparatorluğun çöküntü
devrinde Anadolu’da zuhur eden Kara-Osman oğulları, Çapan oğullar,
Kozan-oğulları, Küçük Ali oğulları, Melemenci oğulları, Maraş’taki Bayezit
oğulları ve diğer birçok aileleri onlar çıkardılar. Eğer Osmanlı devleti
yıkılsa idi, Anadolu’ya oymaklardan çıkan bu aileler sahip çıkabilirlerdi.
Tıpkı Selçuklu devletinin zayıflaması sonucunda ortaya çıkan ve Beylikler
devrini yaratan hanedanlar gibi.
Ancak Türk oymakların Osmanlı
devrinde asıl oynadıkları mühim rol, imparatorluğun ağır yükünü üzerinde
taşıyarak pek yıpranmış, bitkin bir duruma düşmüş bulunan Anadolu’daki yerleşik
Türk halkını daima maddeten ve manen takviye etmek suretiyle onun daha fazla
zafa uğramasını ve hatta kendi yurdunda dahi varlığının tehlikeli bir duruma
düşmesini önlemiş olmasıdır. Tarafımızdan Türk oymaklarının araştırma konusu
olarak ele alınmasının başlıca sebebi de budur.
İ
K İ N C İ B Ö L Ü M
BOY
TEŞKİLATI VE BOYLAR
Oğuzlar kavmi ve siyasi bir teşekkül
için el (il) kelimesini kullanmakta idiler; Oğuz eli, Ak-Koyunlu eli, Dulkadır
eli. Onların diğer Türk kavimlerinin söyledikleri aynı anlamdaki budun sözünü
unuttukları anlaşılıyor. Bu kelimenin Moğolca karşılığı olan ulus sözü de
ilhanlılar’ın tesiri ile ancak Doğu-Anadolu’daki Türkmen’lerce, el kelimesi ile
birlikte kullanılmıştır. Kara-Koyunlu ulusu, Boz-Ulus, Kara-Ulus. Şimdi biz el
yerine umumiyetle Arapçadan aldığımız kavim (kavm) sözünü kullanmaktayız. El’in
zamanla ülke anlamına gelmiş olduğu malümdur. Yurd elin, boyun, obanın ve
ailenin sahibi olarak oturduğu yerdir.
Oğuz eli’ni meydana getiren
teşekküllerden her birine boy denir ki, Kaşgarlı bu sözün oğuzca olduğunu
bildirir. Orhun kitabelerinde geçen “bod” sözü söylendiği gibi, belki bu
kelimenin en eski şeklidir. Boy, Türkiye’de bu anlamda gerek resmi dilde, gerek
halk arasında son zamanlara kadar kullanılmıştır.
Boylar da obalara ayrılmaktadır.
Kaşgarlı oba kelimesinin de oğuzca olduğunu söylüyor. Obalardan sonra her halde
aileler geliyor ki, Oğuzlar’ın bunu hangi kelime ile ifade ettikleri
bilinemiyor. Böylece ailelerden (soy ?) obalar, obalardan boylar ve boylardan
da Oğuz-eli meydana gelmiştir. Oğuz elinde asıl oymak birliği boy’dur. Oymak
kitabımızda, boylar (kabile), obalar (cemaat) ve onların kollarını ifade etmek
üzere, umumi bir manada kullanılmıştır. Bunu evvelce aşiret kelimesi ile ifade
ediyorduk. Aşiret şimdi Güney-Anadolu’da hem teklik, hem de çokluk olarak,
Yörük anlamında kullanılıyor. Mesela “iki aşiret geldi” demek, Yörüklerden “iki
kişi geldi” demektir.
Görüldüğü gibi, X. yüzyılın
başlarından itibaren Oğuz-eli’nden kümeler halinde ayrılmalar başlamıştır. Bu
kümelerden ilki Hazar denizi kıyısındaki yarım adaya giderek yurd tutmuş ve
buraya Mangışlak adını vermişti. İkinci bir küme ise Selçuklular’ın
idaresinde Yakın-Doğu ülkelerine geldi. Üçüncü bir küme de yine XI. yüzyılda
Kara-Deniz’in kuzeyinden Balkanlar’a indi. Diğer taraftan Oğuzlar’dan
kalabalık bir nüfus da Seyhun’un orta yatağındaki şehirlerde yerleşmişti.
Göçebe Oğuzlar’ın bu şehirli eldaşlarına, küçümseyerek, yatuk yani tembel adını
verdiklerini biliyoruz. Fakat bütün bunlara rağmen Oğuz-eli eski yurdunun bir
kısmında el teşkilatını muhafaza ederek yaşıyordu. Boz-ok ve üç-ok adları ile
iki kola ayrılan Sultan Sancar’ın galibi Oğuz kümesi, önemli bir kol olmakla
beraber son teşkilatlı küme veya ana kol değildir.
Boz-Ok ve üç-ok ikili teşkilatını en
son taşıyan Oğuz-Türkmen kümesi, Moğol baskısı yüzünden XIII. yüzyılın ikinci
yarısında Anadolu’dan Suriye’ye göçeden kalabalık topluluktur.
Seyhun Oğuzları XI. yüzyılda 24
boydan müteşekkil bulunuyorlardı. Bize bunu bildiren Kaşgarlı Mahmud, aynı
zamanda bu boylardan 22 sine ait bir liste de vermiştir. Selçuklu fethinden bahseden
bir Ermeni müverrihi de Fatih kavmin 24 boydan meydana geldiğini kaydetmiştir.
Oğuz boylarına ait tam liste XIV. yüzyılın başlarında Reşided-din tarafından
verilmiştir. Bu listelerin ehemmiyeti şuradadır ki bunlar olmasa idi Oğuz
boylarına ait tam bir liste yapmak bizler için pek müşkil ve hatta belki de imkânsız
olacaktı. Kaşgarlı’nın listesinden yalnız Memlük devri müverrihlerinden aynı faydalanmıştır.
Diğer eserlerde görülen listeler (Hamdullah-i Müstevfi, Tarihül-Muhtar,
Yazıcı-Oğlu, Neşri, Ebül-Gazi) doğrudan doğruya veya vasıtalı olarak
Reşided-din’inkinden gelmektedir.
Kaşgarlı Mahmud Halac adını
taşıyarak bazı hususlarda diğerlerinden ayrıldıkları için Oğuzlar’dan
sayılmadığını söylediği iki boyu listesine almadığı gibi, bunların adlarını da
vermemiştir. Diğer taraftan Kaşgarlı’nın “sayısı az ve damgaları belli değil”
dediği Çarukluğ boyunun adına da Reşided-din’in listesinde rastgelinmiyor.
Orada Kaşgarlı’da bulunmayan şu adlar vardır. Yaparlı, Kızık, Karkın, bunlardan
Kızık ve Karkın’dan birini Kaşgarlı’nın listesine almadığı iki boydan
biri olarak kabul etmek zaruridir. Diğerinin de yine bunlardan biri olduğuna
ihtimal vermek mantikidir. Çünkü her iki boy yani Kızık ve Karkın aynı
dalda, Yıldız-Han’ın oğulları arasında gösterilmiştir. Çünkü her iki boya ait
yer adlarına ve teşekküllere Türkiye’de rastgelinmiştir. Kaşgarlı’nın
listesinin boyların o zamanki siyasi şöhretlerine göre sıralandığı anlaşılıyor.
Mesela, Selçuklu hanedanının mensup olduğu Kınık boyu orada en başta yer
almıştır. Hâlbuki bu boy Reşided-din’in listeside eski siyasi ve içtimai
mevkilerine göre tanzim edildiği görülüyor. Burada 24 boy her biri eşit sayıda
olmak üzere Oğuz Han’ın altı oğlundan türetilmiştir. Diğer taraftan
Kaşgarlı’nınkinde olduğu gibi, burada da boylardan her birinin kendine mahsus
damgası olduğu halde, her dört boyun ortak bir ongunu vardır.
Reşided-din’de 24 boy iki kola ayrılmıştır. Bunlardan biri Boz-Ok öbürü
de Üç-Ok adlarını taşıyor. Ne bu ikili tasnif ne de onların isimleri
Kaşgarlı’da vardır. Ancak bunun da tarihi bir vakıa olduğunu biliyoruz.
Sancar’ı yenen Oğuzlar, bu adlar ile iki kola ayrıldıkları gibi, XIV. yüzyılda
Kuzey-Suriye’deki Türkmenler’de yine bu adlar ile iki kola ayrılmışlardı. Bu
Türkmenler’den Boz-Ok koluna mensup olanlar Yozgat bölgesinde yurd
tuttuklarından bu bölge Cumhuriyet devrine kadar bu adla anılmıştır.
Reşided-din’de Boz-Ok kelimesi
parçalamak şeklinde manalandırılmıştır ki, kelimenin boz fiilinden getirildiği
görülüyor. Üç-Ok da üç adet ok şeklinde izah edilmiştir. Fakat bu izah
şekillerini kabul etmeğe imkân yoktur. Ok’un, On-Ok’ta olduğu gibi eski
zamanlarda boy anlamına geldiğini biliyoruz. Bu isimlerdeki ok kelimesinin de
boy manasında olduğu muhakkaktır. Buna göre üç-ok üç boy demektir.
Boz-Ok’a gelince, buradaki boz
kelimesinin de bir rakamın yerini aldığı akla geliyor.
Yine Reşided-din’deki sözlere göre,
Oğuz-eli’nde hâkim kolu Boz-Ok’lar teşkil etmiştir. Bu sebeble Boz-Ok’ların
alameti yay; ve tabi kol oldukları için de üç-oklar’ınki Ok’tur. Tuğrul Bey
1038 yılında Nişabur’a girerken kolunda gerilmiş bir yay ve belinde de üç-ok
bulunuyordu. Bunlar her halde, kendisini Boz-Ok ve Üç-Ok’un yani bütün Oğuz-eli’nin
hükümdarı saydığının bir ifadesidir. Yüreğir boyunun damgasının da bir yay ve
üç ok şeklinde olduğu görülüyor. Daha önce de söylendiği gibi, bir yay ve üç
ok, pek muhtemel olarak, Oğuz yabgularının (yabgu=hükümdar) hükümdarlık alameti
idi.
Eski Türk ellerinde ve ordularında
ikili düzenin değişmez bir kaide olduğu bilinir. Oğuz elinde ve ordusunda da,
görüldüğü gibi, bu kaide hâkimdi. Böylece el ve ordu ikiye bölünmekte, bunlara
kol denilmektedir. Kollar da birbirinden sağ ve sol sıfatları ile ayrılıyor.
Osmanlı imparatorluğunda da sağ kol, sol kol adları verilen bu ikili düzen hem
askeri, hem de mülki teşkilatta esaslı bir kaide olarak uygulanmıştı.
Türkler’de sağ kol, Moğollar’ın aksine olarak daha şerefli sayılılyordu.
Boz-Ok’lar da hâkim kolu teşkil etmeleri itibarı ile onlar sağ kol
sayılmışlardır. Bu gelenek bu kollar var oldukça devam edip gelmiştir.
Boz-Oklar’ın hâkim kol sayılması, islamiyetten önce siyasi üstünlüğün uzun bir
zaman bu kolun elinde kalması, yabguların daha çok bu kolun boylarına mensup
olmalarından ileri geliyor. Kaşgarlı ve Reşided-din’in listelerinde boyların
damgaları da gösterilmiştir. Bu keyfiyet damgalara verilen ehemmiyeti ifade
eder. Kaşgarlı bu damgaların duvarlara, yılkılara vurulduğunu söyler.
Reşidded-din’de bunlar damga kelimesi ile ifade edilmiştir. Oğuzlar’ın damgalar
için hangi kelimeyi söyledikleri bilinmiyorsa da, bunun Anadolu’da kullanılan
im (en) sözü olduğundan şüphe edilemez. Bazı Türk hanedanlarının, boylarının
damgalarını alameti olarak kullandıklarını biliyoruz. Salgurlular’ın paralarında
Salur damgası görüldüğü
gibi, Ak-Koyunlu paralarında, Bayındır ve Osmanlı hükümdarı II.Murad’ın
bazı sikkelerinde de Kayı damgası bulunmaktadır. Ak-Koyunlular, damgalarını
yalnız paralarına değil, yaptırdıkları eserlere, resmi vesikalara, bayraklarına
da koydurmuşlardır. Her ne kadar II.Murad’ın haleflerinin paralarında Kayı
damgası görülmüyorsa da hükümdarlara ait şahsi eşyada, toplar da dahil olmak
üzere, silahlarda bu damgaya sık sık rastgelinmektedir. Oğuz boyları
damgalarının Anadolu’da hayvanlara vurulmasından başka halı, kilim motifi
olarak kullanıldığını, aşı boyası ile evlerin duvarlarına resmedildiğini, kap
kaçağa ve nazar değmemesi, uğur getirmesi için bazı giyim eşyasına konulduğunu
ve hatta mezar taşlarına bile çizildiğini biliyoruz. Bunlara ilave olarak bu
damgalardan bazılarının da abideler, yapılar ve kayalar üzerinde görülmüş
olduğunu söyleyelim.
Reşidded-din’in listesinde
damgalardan başka ongunlar da görülmektedir. Bunların hepsi eti yenmeyen avcı
kuşlardır. Reşided-din ongun (onkun) ittihaz edilen hayvan veya kuşun kutlu
sayıldığını, inciltilmediğini, etinin yenmediğini bildiriyor ve ongun
(onkun) kelimesinin Türkçeden KUTLULUK demek olan Oynuk’dan geldiği söyleniyor.
Abdülkadir İnan’a göre ongun Moğolca bir kelime olup Türkçesi töz’dür. Her iki
kelime de bu gün Türkiye’de bilinmiyor. Görmüş olduğumuz gibi, Oğuzlar’ın
tarihinde totem devri söz konusu değildir. Diğer taraftan Oğuzlar’ın ongun
kuşları olduğu hakkında başka eserlerde hiçbir bilgi yoktur. Bu sebeple Oğuz
boylarının ongunları olduğuna dair bu hususta verilen bilgilerin doğruluğundan
şüphe etmek yerindedir. Ongun olarak zikredilen avcı kuşlar başlıca Şahin,
Kartal, Tavşancıl, Sunkur, Uç ve Çakır’dır. Bunlardan Şahin farsça bir
kelimedir. Kartal’a gelince, bu da karakuş yerinde kullanılan yeni bir
kelimedir. Kara kuş Anadolu’da kullanılır. Tavşancıl kartala benzeyen, fakat
ondan daha küçük kara renkli bir kuştur. Sunkur ise tuğruldan küçük, fakat
doğandan daha büyük bir kuş olarak tarif edilmektedir. Uç’a gelince bu hususta
bir bilgiye rastgelemedim. Yalnız Timur’un kumandanlarından Uç-Kara Bahadır’ın
adındaki uc kelimesi her halde bizim kuşu ifade etmektedir. Bu kumandanın adına
bakarak tahmin etmek mümkün olabilirki, uc yahut uç-kara, çal-kara, bay-kara
ile birlikte aynı kuşu ifade edebilir. Ve bu kuş da kartal olabilir. Çakır da
doğan soyundan bir kuş olup, şahinden ayrıdır.
Yine Reşided-din’in listesinden
anlaşılıyor ki eski zamanlarda boyların toylarda yiyecekleri koyun etinin
kısımları da bir kaideye bağlanmıştır. Reşided-din’de bu kısımlara endam-i goşt
(et parçası), yazıcı-oğlu’nda sünük (kemik) deniliyor. Dikkate değer ki,
ongunlar gibi her dört boyun da ortak bir sünükü vardır. Böylece, Kayı, Bayat,
Alkara-Evli, Kara-Evli boylarının sünükü, yani koyundan yiyecekleri kısım sağ
karı yağrın, yani sağ kürek kemiği kısmıdır. Yazır, Döğer, Dodurga ve Yapırlı
boylarındaki sağ aşığlu, yani aşağın bulunduğu et parçası (bud), Avşar,
Kızık, Beğ-Dili ve Karkın’ların sünükü sağ umaca, yani kalça (sağrı) kemiği
kısmı, Bayındır, Peçenek, Çavundur ve Çepniler’in sünükü sol karı yağrın,
Salur, Eymür, Ala-Yuntlu, Yüreğirler’inki ucayla (sol umaca ?), İğdir, Bügdüz,
Yıva ve Kınık boylarının sünükleri (sol ?) aşığludur.
Bir boyun toplantılarda ve toylarda
(umumi zifayetleri) oturacağı mevkii (orun) ve yiyeceği et kısmı (ülüş) yalnız
Oğuz elinde değil, diğer Türk kavimlerinde de kaidelere bağlanmıştır. Bu
geleneklerin ehemmiyeti şuradadır ki bunlar bir boyun kendi eli içindeki siyasi
ve içtimai hukukunu tayin eden başlıca müesseselerdir.
Reşided-din’in listesinde boylar
Oğuz Han’ın 24 torunundan türetilmiştir. Kaşgarlı’da 24 Oğuz boyunun, adlarını
dip dedelerinden aldığını söyler.
Oğuz boylarına ait bu hususları
belirttikten sonra, bilhassa Türk oymakları hakkında araştırma yapacaklara
kolaylık olmak üzere Kaşgarlı’da ve Reşided-din’de geçen Oğuz boyları aşağıda
ayrı listeler halinde verilmiştir. Bilindiği gibi, Yazıcı-Oğlu Ali’nin ve
Ebü-l-Gazi’nin listeleri esas itibarı Reşided-din’den gelmektedir. Ancak
Yazıcıoğlu Reşided-din’in mükemmel bir nüshasını gördüğünden ve aynı zamanda bu
konuya vakıf ve meraklı bir Türk olduğu için listesi kaynağına en yakın
olanıdır. Bu bakımdan daha önce de değinildiği gibi, iki boyu dâhil etmediği
listesi aşağıdadır.
D. ANADOLU’DA BUGÜNKÜ SÖYLENİŞE GÖRE OĞUZ BOYLARININ
ADLARI
BOZ-OKLAR
- KAYI
- BAYAT
- ALKA EVLİ
- ALKA EVLİ
- KARA-EVLİ
- YAZIR
- DÖĞER
- DODURGA
- YAPARLI
- YAPARLI
- AVŞAR
- KIZIK
- BEĞ-DİLİ
- KARKIN
ÜÇ-OKLAR
- BAYINDIR
- PEÇENEK
(BEÇENEK)
- ÇAVUNDUR
- ÇEPNİ
- SALUR (SALIR)
- EYMİR
- ALAYUNTLU
- YÜREĞİR
- İĞDİR
- BÜĞDÜZ
- YIVA
- YIVA
- KINIK
E. OĞUZ BOYLARINA AİD
ANADOLU’DA YER ADLARI
XVI. yüzyılda yazılmış Başbakanlık
Arşivi ile Tapu ve Kadastro Umum Müdürlüğü arşivindeki mufassal tahrir
defterleri taranarak meydana getirilen Oğuz boylarına ait yer hakkındaki cetvelde
boylara ait bütün yer adlarını ihtiva etmesi için elden gelen gayret
gösterilmiş olmakla beraber, yine de tam olduğu iddia edilemez. Çünkü defterde
semt ve mevkii adları tesadüfen geçmektedir. Hâlbuki bunlar arasında da oğuz
boylarına ait çok hatta pek çok yer adının bulunduğu şüphesizdir.
Tahrir defterlerinde, sık sık Oğuz
yer adına da rastgelinmektedir. Fırat ile Adalar denizi arasındaki sahada
bulunan bu yer adının (yani Oğuz’un) mühim bir kısmının şahıslardan geldiği anlaşılıyor.
Esasen XV. yüzyıl ile XVI. yüzyılın birinci yarısında oymaklar ve köylüler
arasında Oğuz’un şahıs adı olarak kullanıldığını da biliyoruz. Diğer Türk
kavimlerinin (Kıpçak, Karluk, Çiğil, Uygur gibi) adları çok az görülmektedir.
Tahrir defterlerinde görülen Oğuz boylarına mensup oymaklar, 24 boydan 23’ünün
Anadolu’ya gelmiş olduğunu kesin olarak ortaya koymuştu.
Hazar ötesi Türkmenleri’nin meydana
gelmesinde birinci derecede amil olan Salur, Çavuldur (Çavundur), Karkın,
Eymür, İğdir ve Yazırlar’dan bilhassa ilk dördü, Anadolu’da da kuvvetli bir
varlık göstermişlerdir. Hatta bunlardan Salur, Eymür ve Karkınlar’ın
Anadolu’nun iskânında birinci derecede bir rol oynadıklarını söylemek
mümkündür.
Anadolu’da diğer boylara nazaran
daha zayıf bir durumda görünen Peçenek, Yıva, Büğdüz, Dodurga, Kızık ve
Ala-Yundlular’a mensup oymaklara, Hazar ötesi Türkmenleri arasında hiç rast
gelinmemiştir. Şurası muhakkak ki eski zamanlardan beri Oğuz boylarının
nüfusları arasında farklar vardı. Yani bazı boylar kalabalık, bazıları daha az
kalabalık, bazıları da nüfuslu idiler.
Oğuz boylarına ait bu günkü yer
adlarına gelince, XVI. yüzyıldan bu yana bütün boylar yer adı kaybına uğramış
olmakla beraber aralarında bu husus da bazen büyük farklar görülmektedir.
Mesela XVI. yüzyılda 29 yer adına
sahip bulunan Ala-Yundlu boyunun İç-İşleri Bakanlığı’nın Türkiye’de
Meskün Yerler Kılavuzu adlı kitabına göre, bu gün bir yer adı (o da
Ala-Yund şeklinde) kalmıştır. XVI.
yüzyılda 44 Yüreğir yer adına karşılık yine aynı kitap da, 9 veya 10 Yüreğir
(Yüreğil) şeklinde yer adı görülmektedir.
F. OĞUZ BOYLARI
I. KAYI
Kayı boyu, görüldüğü üzere,
Reşided-din’in listesinde en başta yer almıştır. Bu liste Oğuz boylarının,
islamiyetten önceye ait tarihlerdeki siyasi ve içtimai mevkileri esas alınarak
yapılmış olduğundan Kayılar’ın listenin başında yer almaları, onların bu
bakımlardan (siyasi ve içtimai mevki itibariyle) Oğuzlar’ın en mühim ve en asil
boyu sayıldığını gösterir. Nitekim Kayılar, Oğuz Hükümdarlarını çıkaran 5 boyun
başında zikredildiği gibi, Yine Reşided-din’in Oğuzlar’ın tarihi bölümünde bir
Oğuz Yabgu sülalesi de bu boya mensup gösterilir. Muhakkak ki Kayılar,
Oğuzlar’ın en eski, en köklü ve en şerefli boylarından biri idi. Kayı oymakları,
Avşar, Bayat ve diğer birçok boyun aksine olarak, Yörükler arasında, yani
Anadolu’nun orta ve batı taraflarında bulunmaktadır. Bunları yaşadıkları
bölgelere göre tetkik edecek olursak.
1. At Çeken: Konya bölgesinde Kayı
oymağı, At-Çeken topluluğuna mensup olup, Larende (bugün Karaman) kasabasının
doğu ve Ereğili’nin güneyindeki toprakları kaplayan Bayburt kazasında
yaşamaktadır.
2. Ankara: Ankara sancağında, Kayı
adlı 4 yer adı olmasına rağmen nüfusu çok bir kayı oymağı yoktur. Bu ada Ankara
Yörükleri arasında pek küçük bir oymak vardır ki bu da Kayıcık adlı bir köyde
yaşamaktadır. Bu Kayıcık köyü Ankara ili Ayaş arasındaki, Murtaza-Abad kazasına
bağlı Kayıcık köyü olsa gerektir.
3. Hamid (Isparta): XVI. yüzyılda
bir Kayı oymağı da Hamid sancağının Eğirdir kazasında yaşamaktadır.
4. Denizli: XVI. yüzyılda en büyük
Kayı oymağı Denizli’nin kuzeyinde yaşamaktadır.
5. Menteşe: İkinci kalabalık kayı
teşekkülü de bu sancakda yaşıyor. Bu Kayı teşekkülü, adı geçen sancağın
Köyceğiz-Ayasuluğ (Selçuk) arasındaki köylerinde oturmaktadır.
6. Saru-Han: XVI. yüzyılın
ortalarına ait bir vesikadan bu adda bir oymağın Çoban oymağı ile
Karaman-Kayası denilen yerde yaşadıkları anlaşılıyor.
7. Kara-Hisar (Afyon): Yine başka
bir vesikadan bu boya mensup bir oymağın da Kara-Hisar sancağının Sandıklı
kazasında yaşadığı görülüyor.
8. Sis (Kozan) Anadolu’daki sonuncu
Kayı teşekkülü Sis (Kozan) sancağı oymakları arasında görülmektedir. 29 evden
ibaret olan bu küçük Kayı oymağı Kutlu Beğ-Hacılu adlı bir teşekküle tabi olunmaktadır.
Defterlerde bu Kutlu Beğ-Hacılu teşekkülü aynı sancaktaki Avşar, Kavurgalı,
Ayru-Damlu, Savcı Hacılu adlı büyük teşekküller gibi, taife kelimesi ile
anılmakta ise de nüfusu pek az olup, ancak 42 vergi evidir.
9. Hazar-ötesi Türkmenleri:
Kayılar’dan bir kol da batıya göç etmeyerek
Hazar-ötesi Türkmenleri arasında kalmıştır. Kayılar Etmek ve Gürgen ırmakları
boylarında yaşayan Göklen topluluğuna mensup bulunuyor.
II. BAYAT (BAYAD)
Bayatlar, bilindiği üzere,
tarihimizde manevi şahsiyetler yetiştirmiş bir boydur. Oğuzlar’ın devlet ve din
adamı Dede Korkut Bayatlar’dan olduğu gibi, ünlü şair Fuzuli de bu boya
mensup idi. Cem Sultan adına Osmanlı hanedanının Oğuz-Han’a kadar çıkan
efsanevi ataları hakkında Cam-ı Cem-ayin adlı bir kitap yazan Mahmud oğlu
Hasan’ın da yine bu boydan olduğunu biliyoruz.
Timur’un Yozgat ve ona komşu
bölgelerdeki Kara-Tatarlar’ın pek çoğunu Türkistan’a götürmesi üzerine Kuzey
Suriye’deki bu Bayatlar’ın bir bölüğü de Dulkadırlı oymakları ile birlikte
Boz-Ok’ta yurd tuttu. Bayatlar’ın bu kolu Şam Bayadı adı ile anıldı. Bundan
başka XVI. yüzyılda İran’da Safevi hizmetinde mühim bir Bayat kolunun yaşadığı
görülüyor ki, bu kol Ak-Koyulular’ın başarıları Safevi devletinin kuruluşu
üzerine Kuzey Suriye’den göç etmiştir.
1. Haleb Türkmenleri Bayadı:
926 (1520) tarihlerinde yazılmış
olan Haleb sancağı tahrir defterinde Bayatlar, Haleb Türkmenleri’nin üçüncü
boyu olarak zikredilmektedir.
Bundan sonra Pehlivanlı obası
geliyor ki bu, Bayat boyunun en büyük obasıdır. Bahsedilen deftere göre 268
vergi nüfusundan meydana gelmiş bu oba o zaman adını taşıdığı Pehlivan’ın
torunu Davud Kethüda tarafından idare olunuyordu.
XVIII. yüzyılda Anadolu’daki Türkmen
oymaklarına dair Seyyah Burchardt ve Niebuhr’un listelerinde Pehlivanlı
oymağının yurdu Boz-Ok’ta gösterilmiştir.
Pehlivanlı oymağının başındaki
boy beği ailesinin XVIII. yüzyılın ikinci yarısında bu gün Ankara’nın Kırıkkale
kazasına bağlı Beğ-Obası köyünde oturduğunu biliyoruz. Pehlivanlı beylerinden
Mahmud Beğ 1212 (1707 – 1708) yılında köydeki camii yaptırmıştır. Bu beyin 1221
(1806-1807) yılında Çapan-Oğlu Süleyman Beğ’in emrinde bulunduğunu görüyoruz.
Aile hatıralarında Mahmut Beğ’in birçok harplere katılmış olduğu söylenir;
hatta bu harplerden birinde oğlu Haydar Beğ’i kaybetmiş, dönüşde kardeşini babasının
yanında göremeyen diğer oğlu Abdurrahman Beğ’in “ay kardaşım nerelerde kaldın”
diyerek ağlamaya başlaması üzerine, kaşlarını çatan Mahmud Beğ: “kadın gibi ne
ağlıyorsun, sen Haydar ol, sen de kal” demiştir. Fakat hatıralarda Mahmud
Beğ’in gittiği son seferden geri dönmeyerek Belgrad’da şehit düştüğü
anlatırılır. Anadolu Türk’ünün kaderi böyle idi. Vergisi Mekke-Medine’ye
gider, kendisi de çok defa geri gelmemek üzere, imparatorluğun uzak
eyaletlerine gönderilirdi. Mahmud Beğ’e oğlu Abdurrahman Beğ, ona da oğlu Hasan
Beğ halef olmuşlardır. Pehlivanlı Boy beği ailesinin nesli zamanımıza kadar
gelmiştir. Ailenin Mahmut Beğ’in dedesi Kodalak Beğ’den başlayıp zamanımıza
kadar gelen mufassal soy kütüğü Bey Obasındaki aile nezdinde mevcudur.
2. Şam ve Tarablus Çevresinde
Bayatlar:
Bayatlar’a mensup bazı küçük
oymaklara da yine XVI. yüzyılda Şam ve Tarablus çevresinde yaşayan Türkmenler
arasında rast gelinmektedir. Bu Bayat obalarının Haleb Türkmenleri arasındaki
ana boydan ayrıldıkları anlaşılıyor.
3. Boz Ulus Bayatları:
XVI. yüzyılda Boz-Ulus arasında
ancak iki Bayat Oymağına rast gelinmektedir. Bunlardan biri asıl Boz-Ulus
kümesinde, diğeri de Boz-Ulus’un Dulkadırlı teşekkülleri arasında
bulunmaktadır.
4. Dulkadırlı Bayatları (Şam
Bayadı):
Dulkadırlı el’ine dâhil bulunan
Bayatlar Şam Bayadı adını taşırlar. Bu Bayat kolu, adının da gösterdiği gibi,
Kuzey-Suriye’deki Bayatlar’a mensuptur. Bu mühim Bayat kolunun büyük bir
kısmının Boz-Ok bölgesinde Yurd tuttuğu görülüyor.
Şam Bayatı oymağının ilgimizi çeken
bir tarafı da onun Kaçar boyunun teşekkülünde oynamış olduğu roldür. Kaçar (İran
kaynaklarında) boyu ile ilgili en eski bilgi 897 (1491-1492) yılına kadar
gider. Bu tarihte Kaçarlar’ın Azerbaycan’da bilhassa Karabağ bölgesinde
yaşadıkları görülür. Kaçarlar XVI. yüzyılda Şam Bayadı, Ağca Koyunlu, Ağçalu ve
Yıva obalarından meydana gelmişti. Bu oymakların ana kollarının Boz-Ok
bölgesinde yaşadıkları görülür. Bu husus kaçar boyunun Anadolu’daki Yozgat
bölgesinden Azerbaycan’a, Ak-Koyunlu devrinde gittiğinde hiçbir şüphe bırakmaz.
a- Boz-Ok
Boz-Ok’taki Şam Bayatları bu
bölgenin Gedük yöresinde yaşamaktadırlar. Bu yöre aşağı yukarı bu günkü
Şarkışla kazasının bulunduğu yerdir. Burada yaşayan Şam Bayatları başlıca
Hızırlu, Hasancılu, Kesmezlü, Şehylü, Şarklu, Kızıl-Donlu ve Karaca-Koyulu gibi
obalara ayrılmıştır.
b- Yeni-İl
Bu ilde yaşayan Şam Bayadı kolu
ancak 5-6 obadan ibaret bulunmaktadır. Bunlardan Tatar-Alilü hariç olmak üzere,
diğerleri Boz-Ok yöresindeki Şam Bayadı obalarının kollarından başkası
değildir.
c- Ulu-Yörük
Ulu-Yörük topluluğuna bağlı
teşekküllerden biri de İnallu oymağı olup, bunun Kuzey Suriye’deki İnallular’ın
bir kolu olduğu anlaşılıyor. Amasya çevresinde yaşamakta olan bu inallu
teşekkülü arasında Şam Bayadı adlı birkaç obaya rast gelinmektedir.
d- Ankara
Şam Bayatları’na mensup iki küçük
oymağın 929 (1522) yılından önce Ankara’nın Kalecik kazasında yurd tuttukları
görülüyor. Bunlardan biri Çuna diğeri de Tavşancık köylerinde yerleşmişlerdi.
e- Maraş
Şam Bayadı’na mensup bir oymağında
Behisni’ye tabi Korucu adlı köyd, diğer birinin de Antakya’da Hacılu köyünde
oldukları görülmüştür.
Boz-Ok’ta yaşayan Şam Bayatları’nın
İran’dakiler gibi İran ile dahi münasebetleri bulunduğu anlaşılıyor. 986 (1578)
yılında Boz-Ok’taki Şam Bayatları’na mensup bir kimse 984 (1576) yılında ölen
Safevi hükümdarı II. Şah İsmail’in kendisi olduğunu iddia ederek başına bir
hayli adam toplayıp Kır-Şehir’deki Hacı Bektaş-i Veli tekkesinde
taraftarlarının önünde kurban dahi kesmişti. Fakat onun hareketi kısa bir
zamanda bastırıldı.
5. Kütahya :
XVI. yüzyılda Bayat adını taşıyan
bir oymağa da Kütahya Yörükleri arasında tesadüf edilmektedir. Kütahya’nın
Geyikler yöresinde yaşıyorlardı. Diğer taraftan aynı yüzyılda Uşak yöresinde
Yaşayan Boz-Guş adlı bir oymağın obaları arasında Kara-Bayat adlı bir oymak ve
aynı yüzyılda Bayat adlı bir oymağında Antalya (Teke) sancağında yaşamakta
oldukları görülmüştür.
İşte Anadolu Bayatları hakkında elde
edilen bilgiler bunlardan ibarettir.
6. Irak ve El Cezire Bayatları:
Selçuklular zamanında Selçuklu
emirlerinden Aksungur Ul-Buhari’nin Basra’daki naibi Sunkur’un, el-Bayati
nisbesini taşıdığından ve XII. Yüzyılın sonlarına doğru Bağdad’ın güney
doğusunda Tib çayının kaynağına yakın yerdeki bir kalenin de Bayat adı ile
anıldığından ve bu kalenin hâkiminin Türk olduğundan daha önce bahsedilmişti.
XVI. yüzyıla gelinceye kadar gerek Irak ve gerek el-Cezire’de Bayatlar’ın
yaşadığına dair herhangi bir tarihi kayda rast gelinemiyor. XVI. yüzyıla ait Osmanlı
tahrir defterlerinde de ancak Karaca-Bayat adlı çok küçük bir oymak
görülmektedir.
7. İran Bayatları:
a) Öz Bayatlar (Ak-Bayatlar)
Safevi devrinden önce İran’da
Bayatlar’ın yaşadığına dair herhangi bir bilgiye sahip değiliz. XVII. yüzyılda
İran’da yaşayan Bayatlar tek bir teşekkül olarak değil, muhtelif bölgelerde
olmak üzere, üç kol halinde bulunuyorlar. Bu husus onların birbirinden farklı
siyasi maziye sahip olmalarından ileri geliyor. Bunlardan yalnız Bayat adını
taşıyanlar Hemedan’ın güney doğusundaki Kezzaz ve Girih-rüd bölgesinde sakin
olanlardır.
b) Kara-Bayatlar (Horasan
Bayatları):
Safevi devrinde İran’daki ikinci
Bayat kolu Horasan’da bulunuyordu ki bunlara Kara-Bayat da denilmektedir.
Kara-Bayatlar bize göre Hazar ötesi Türkmenleri’nden değil, Çağataylar’a mensup
olup, onların asıl adları da Bayaut’tur. Bu Bayaut’lar da Kimekler’in Baya’ut’u
değil Moğol Baya’utlarıdır. Bunlar Şah İsmail’in Horasan’ı fethetmesi üzerine
Safevi hizmetine girmişler ve tabilik alameti olarak kara sıfatını almışlardır.
Kara-Bayatlar Nişabur bölgesinde ve bilhassa bu bölgenin Maden denilen
yöresinde oturuyorlardı.
c) Şam Bayadı (Kaçar boyu Bayatları)
İran’daki üçüncü Bayat Teşekkülü
bizim Şam Bayadı oymağının bir koludur. Bu Şam-Bayadı kolu, daha önce de
söylendiği gibi, Yıva, Ağçalı ve Ağça-Koyunlu teşekküllerine mensup kollarla
birlikte Kaçar boyunu meydana getirmiştir. Kaçarlar XVI. yüzyılda Kuzey
Azerbaycan’da (Erran) bilhassa Gence ve Berdea bölgesinde yaşamakta idiler.
Azerbaycan Bayatları’nın Bayatılar
adlı türküleri pek ünlüdür. Bu Bayatlar’dan biçoğu toplanıp son zamanlarda
yayımlanmıştır. İşte, Bayatlar hakkında elde edebildiğimiz bilgiler bunlardan
ibarettir. Bu bilgiler, görüldüğü üzere, onların Oğuz elinin en önde gelen
boylarından biri olduğunu açıkça ortaya koymuştur.
III. ALKA-EVLİ
Alka-Evli veya Alka Bölük adlarını
taşıyan bir oymağa rast gelinemediği gibi, aynı isimlerde yer adları da
görülmedi. Yalnız Zonguldak’ın Safranbolu kazasına bağlı Halka-Evli köyünün adı
daha önce de ifade edildiği gibi, bu boydan gelmektedir. Samsun’un Vezirköprü
kazası köyleri arasındaki Halka Avlu, Manisa’nın Kırkağaç köylerinden Halkla
Havlu’nun da Alka-Evli’nin değişmiş şekilleri olmaları çok muhtemeldir. Hatta
Halkalı köy adlarının bir çoğunun da Alka Evli ile ilgli olduğu düşünülebilir.
IV. KARA EVLİ
Bu boya ait Türkiye’de Selçuklular
ve Osmanlılar devrinde mühim bir oymağa rast gelinmediği gibi, Suriye, Irak ve
İran’da da bu adda bir teşekkül görülemedi. Yalnız Harizm Türkmenleri arasında
XVII. ve XVII. yüzyıllarda Kara-Evli adlı bir oymağın mevcudiyetini biliyoruz
ki, bundan aşağıda bahsedilecektir.
Daha önce 1.bölümde bahsedildiği
gibi. Dulkadırlı eline mensup olan büyük Ağça-Koyunlu boyunu meydana getiren
belli başlı obalardan biri de Musa Hacılu idi. Musa Hacılu’nun Yeni il de
yaşayan kolu XVI. yüzyılın ikinci yarısında bir takım kollara ayrılmış olup, bu
kollar defterlerde mahalle (obanın yurdu) kelimesi ile gösteriliyor. İşte bu
mahallelerden birinin de Kara-Evlu olduğu görülüyor. Defterlerde mahalle,
oymağın veya obanın kolları anlamında da kullanıldığı için buradaki Kara
Evlu’nun Musa-Hacılu kolunun oturduğu yerin değil, doğrudan doğruya kendi adı
olması muhtemeldir.
XVI. yüzyılda Türkiye’de Kara-Evlü
şeklinde bazı yer adları görülmekte ise de bunların sayısı sekizi
geçmemektedir. Bunlar da Bolu Sancağında, Tokat ve Kastamonu yörelerinde
bulunmakta idi.
Türkiye’de Meskün yerler kılavuzuna
göre, Kara-Evliler olmak üzere Türkiye’de 10 Kara-Evli adlı köy bulunmaktadır.
Bu yer adlarından çoğunun bu boyla ilgili olduğundan şüphe edilemez.
V. YAZIR
Reşided-din’deki Türkler’in destani
tarihinde Dib-Yavku’nun beğleri arasında Alay, oğlu Bulan ve hatta Dib Cenkşü
ve oğlu Dürkeş’in bu boydan olduğu bildiriliyor. Yine orada Oğuzlar’ın dağılışı
ve Şah-Melik’in bozgunluğu esnasında Yazır’dan bir bey ile Ali Han oğullarının
Yazır yöresine gittikleri ve Hisar-Tak’da yurt tuttukları ve onların
oğullarının ve neslinin el’an orada yaşadığı bildirilir. Fakat biz Yazırlar’ı
Horasan’da ancak 555 (1160) yılında görüyoruz.
Yazırlar’ın kendi adları ile anılan
yurtları Nesa şehrinin batısında bulunuyordu. Buradaki bir kasaba da Yazır
adını aldı. Burası XIV. yüzyılın birinci yarısında orta derecede bir şehirdi.
Yazırlar, Sancar’ın devletine son veren Oğuz kümesine dâhil değillerdi. Bunlar
ilk önce Mangışlak’tan Balhan’a inmişler ve oradan da buraya gelmişlerdi.
Moğol devrinden sonra bu Yazırlar’a
Kara-Daş (Taş) lı denilmişti. Bunlar Şah Abbas zamanında diğer bazı Türkmen
oymakları gibi, Safevi hâkimiyetini kabul ettiler. 1038 (1628-1629) yılında
Kara Daşlılar’ın başında Rahman Kulu Sultan bulunuyordu. Fakat Rahman Kulu
Sultan aynı yılda Harizm hükümdarı İsfendiyar Han ve kardeşi Müellif Ebü’l-Gazi
ile birleşerek Safeviler’den yüz çevirmiş ise de bunlar Safevi kuvvetleri
karşısında başarı gösterememişlerdir.
Yazırlar, görüldüğü üzere, adeta
müstakil bir kavim gibi XII. yüzyıldan XVII. yüzyıla kadar Horasan’da
varlıklarını muhafaza ederek yaşamışlardır. Bu böyle olmakla beraber onlar
Anadolu’nun fetih ve iskânında da oldukça mühim bir rol oynamışlardır. XVI.
yüzyılda bu ülkede 24 Yazır adlı köy görüldüğü gibi, onlara mensup bazı
oymaklar da vardı. Bu oymakların Dulkadırlı eli ile Hamid, Teke ve Ankara
sancaklarında yaşamakta oldukları görülür.
1- Dulkadırlı :
Bu el arasında Yazırlar, Karacalu,
öteki adı ile Anamuslu boyu obaları arasında görülüyor. Bu husus Yazırlar ve
Karacalu boyu arasında bir akrabalığın varlığı ile ilgili olmalıdır.
2- Boz-Ok:
Boz-Ok sancağındaki Yazır obaları da
küçük olup, bunlardan biri 29 öteki 51 vergi evine sahiptir.
3- Hamid Sancağı:
Bu sancakta Yazır adlı üç köy olduğu
görülmüştü. Aynı devirde bu sancakta yaşayan Yazırlar 95 vergi evinden
müteşekkildir ve Ali Fahreddin adlı bir oymağa bağlı bulunmaktadır.
4- Teke Sancağı:
Teke sancağında Yazır obası sarı ve
kara sıfatları ile iki kola ayrılmıştır. Ayrıca Öz-kent adlı bir köyde bu
oymağın diğer bir kolu yaşamaktadır. Bütün bunlar hem Teke sancağında hem de,
Hamid sancağında oldukça mühim bir Yazır topluluğunun yerleşmiş olduğunu
göstermektedir.
5- Ankara:
Bu sancaktaki Yörük topluluğu
arasında yaşayan Yazırlar da küçük bir oymaktır. 42 vergi evi kadar olan bu
oymak Çukurcak adlı bir köyde oturmakta idi.
VI. DÖĞER
Döğerler, Oğuzlar’ın islamiyetten
önceki tarihlerinde mühim bir mevkie sahiptiler. Bununla beraber onların
Selçuklu fethinde de büyük bir rol oynadıklarını söylemek mümkündür. Çünkü
müverrih Cezire’li (bu günkü Cizre) Şemsed-din Muhammed B.ibrahim (1260-1339)
Artuklu hanedanının bu boydan olduğunu bize bildirir. Artuk Beğ ve oğullarının
ise XI. ve XII. yüzyıllarda Türkmenler arasında büyük bir nüfusa sahip
bulunduğunu ve asil bir aile sayıldıklarını biliyoruz.
Bütün bunlarla beraber tahrir
defterlerinde bu boya ait 19 yer adına rast gelinmiştir. Bu yer adları, diğer
boylarınki gibi Orta ve Batı Anadolu’da görülmektedir.
VII. DODURGA
Tahrir defterlerinde Dodurga,
Doturga, Todurga ve Toturga gibi değişik şekillerde yazılan bu Oğuz boyuna ait
Anadolu’da 24 yer adına rast gelinmektedir. Bu yer adlarının birini Bolu’ya
bağlı yörelerden (nahiye) biri taşıyor. XVI. yüzyılda Anadolu’nun muhtelif
yerlerinde olmak üzere bu boya mensup bazı teşekküller görülmektedir.
1- Ulu-Yörük:
Bu Türk topluluğu arasında yaşayan
Dodurgalar II. Beyazıt devrinin ilk yıllarında 202 vergi nüfusundan ibaret olup
7 kola ayrılmıştı. Turhal Türkleri de denilen Dodurga teşekkülü XVI. yüzyılın
ikinci yarısında birçok kışlaklara sahip bulunuyordu. Onlar bu kışlaklarda
diğer Ulu-Yörük oymakları gibi, çiftçilik yapmaktadırlar. Bu Dodurga oymağının
bir kolu XVI. yüzyılın ikinci yarısında Amasya’daki Sarı Kurşun köyünde
yerleşmiştir. Bu Dodurgalar şüphesiz daha büyük, eski bir Dodurga topluluğunun
kalıntısıdır.
2- Tarsus:
Bu bölgede yaşan ve kaynaklarda
Varsak olarak anılan Türkmen oymakları arasında mühim bir Dodurga oymağı daha
vardır. Tarsus’un kuzeyindeki Esenli köyü Dodurga’lardan meydana gelmiş bu
Esenli köyü iki kola ayrılmış olup, bunlardan biri Bozca Dodurga diğeri Ertene
(Erdene) Beğ Dodurga’sı adını taşıyor.
Çukurova bölgesine ait 925 (1519)
tarihli en eski defterde bu Dodurgalar 34 obaya ayrılmışlardır. Bu obalardan
her biri bir ekinliğe sahip bulunmaktadır.
3- Boz-Ulus:
II. Selim devrine ait Boz-Ulus
defterine göre bu topluluk arasındaki Dodurga varlığı 6 küçük kola ayrılmış bir
oymaktır. Hamza ve kardeşi Abdi Kethüdalar ile Veli ve Şahin Kethüdalar
tarafından idare olunan Dodurga oymağının aslında Dulkadırlı eline mensup
olduğu anlaşılıyor.
4- Ankara:
Ankara sancağına bağlı Haymana
taifesi arasında küçük bir Dodurga oymağı görülmektedir. Bu oymak Kanuni
devrinde aynı adı taşıyan bir köyde oturmaktadır ki, bu köy bu gün de
mevcuttur. Bundan başka II. Bayezid devrinde Aksaray yöresinde de Dodurga adlı
çok küçük bir oymağa rast gelinmektedir.
VIII. ÇARIKLI (ÇARUKLUG-YAPARLU)
Kaşgarlı’nın listesinde adı
görülmeyen bu boy Reşided-din yazmalarında Yaparlı şeklinde hareketlenmiştir.
Görüldüğü üzere listelerin hiç birinde bu boyun adının manası verilmemiştir. Bu
Kaşgarlı’da Çarukluğ şeklinde zikredilen boy olmalıdır. Her iki listede
bağlılık eki taşıyan boylar sadece bunlardır. Hiçbir kaynakta bu arada tahrir
defterlerinde Yaparlı’ya ait ne bir teşekkül, ne de bir yer adı
görülebilmiştir. Bu husus ancak boyun adını değiştirmiş olması ile izah
edilebilir.
Bugün Anadolu’da Çarıklı adlı 5 köy
olduğu gibi, Çarık, Çarıklar şeklinde de köyler görülmektedir.
IX. AVŞAR (AFŞAR)
Avşarlar XI. yüzyıldan itibaren
mühim roller oynamak sureti ile adlarını zamanımıza kadar yaşatmış biricik Oğuz
boyudur. Avşar’lar Reşided-din’de, hükümdar çıkarmış Oğuz boylarından biri
olarak zikredilir. Bu keyfiyet Avşar’ın Oğuzlar’ın islamiyetten önceki
tarihinde de en güçlü bir boy olduğunu gösterir.
1- Yüzyılda Huzistan’da Avşarlar:
530 (1135-1136) yıllarında
Huzistan’da kalabalık sayıda bir Türkmen topluluğunun yaşadığını biliyoruz.
Vassaf’ın bildirdiği Avşar ve Salurlar’ın Deşt-i Kıpçak’dan yani Seyhun
boylarından Huzistan ve Kuh-Gilüye’ye gelişleri bu tarihten az bir zaman önce
olmalıdır. Vassaf’ın bahsedilen kaydına göre, Avşarlar’ın başında Arslan-oğlu
Yakup bulunuyordu. Yakup Bey Huzistan kasabasında oturuyordu.
Anadolu’ya gelince; XVI. yüzyıla ait
tahrir defterlerinde Avşar adlı pek çok yer adı görülmektedir ki, bunların
sayısı birinci sırada bulunan Kayılar’ınkinden sonra geliyor. Bu yer adları da,
diğerleri gibi, Anadolu’nun Orta ve Batı bölgelerinde bulunmaktadır. Hatta
Rum-eli’nde dahi bu boya ait birkaç yer adı görülmektedir. Bu yer adları
Avşarlar’ın Anadolu’nun fetih ve iskânında Kayı ve Kınıklar gibi, birinci
derecede bir rol oynadıklarını çok açık bir şekilde göstermektedir.
Kuzey-Suriye Avşarları (XII. XV. Yüzyıl)
XIV. ve XV. yüzyıllarda başlıca
Haleb, Ayıntab ve Antakya bölgesinde yaşayan Türkmenler’in Boz-Ok kolunu teşkil
eden boyların başında Avşarlar ile Bayatlar gelmektedir. Yani Avşarlar Boz-Ok
kolunun en büyük ve en kuvvetli iki boyundan biridir. Aşağıda Türkiye’de ve
İran’da kendilerinden bahsedilecek olan Avşar oymaklarının, Orta ve Batı
Anadolu’daki bazı küçük oymaklar müstesna olmak üzere, hepsi bu ana koldan çıkmışlardır.
Yine aşağıda görüleceği üzere, Dulkadırlı eli arasında İmanlı Avşarlı adlı
mühim bir Avşar oymağı vardı. Bunların Dulkadırlı beğliğinin kurulması ve
Sis’in Memlükler tarafından fethi sonucunda Kuzey-Suriye’deki Avşarlar’dan
ayrılmış kollar oldukları muhakkaktır.
Kuzey-Suriye Avşarları başlıca üç
aile tarafından idare olunmuşlardır. Bunlar Köpek-oğulları, Gündüz-oğulları ve
Kut-Beği oğullarıdır. Bu üç ailenin idaresi dışında kalan bir Avşar zümresinin
olup olmadığı bilinemiyor. Bu ailelerden Köpek-oğulları’nın Antep bölgesinde,
Gündüz-oğulları’nın Amik Ovasında, Kut-Beği oğullarının da Haleb dolaylarında
yaşadıkları anlaşılıyor.
XVI. ve XVII. Yüzyıllarda Avşarlar:
1- Haleb Türkmenleri: Bilhassa
birinci bölümde belirtildiği üzere, Ak-Koyunlu ve Safevi devletlerinin askeri
bakımdan Osmanlı ve Memlük devletlerinin aksine olarak, Türk göçebe
teşekküllerine dayanması Güney-Doğu Anadolu ve Kuzey-Suriye’deki Türk
topluluklarından mühim kümelerin İran’a gitmelerine sebep olmuştur ki, bunlar
arasında Avşarlar’a mensup olan oymaklar vardır. Bundan dolayı Osmanlı hâkimiyetinin
başlarında Haleb Türkmenleri arasındaki Avşarlar aynı topluluktaki diğer
oymaklar gibi fazla bir nüfusa sahip bulunmuyorlar. Yani İran’a yapılan göçler
sebebi ile onların nüfusları azalmıştır. Kanuni Süleyman devrinin ilk
yıllarında Haleb Türkmenleri arasındaki Köpekli-Avşarı ve Gündüzlü-Avşarı
kolları (taife) ile bir de müstakil Avşar oymağı görülmektedir.
Avşarlar’ın beş ailenin (yani Receb, Çerkez, Bahri, Kara-Gündüz, Hacı
İvaz) idaresinde bulundukları ve hatta onların adlarına nisbetle anıldıkları anlaşılıyor.
Yukarıdaki Avşar Beğlerinin isimleri arasında Çerkez ve Abaza (Hacı ivaz oğlu)
adları dikkat çekiyor. Ne tesadüftür ki Avşar Beğlerinin adlarını taşıdıkları
kavim yani Çerkez ve Abazalar XIX. yüzyılın ikinci yarısında Kafkasya’dan
Türkiye’ye geldiklerinde onlardan mühim bir kısmı Çukurova’da Avşarlar’ın
yaylaklarına yerleştirilmiştir.
2- Boz-Ulus:
Boz-Ulus arasındaki Avşarlar bu elin
üç topluluğu arasında da bulunmakla beraber bunların en kalabalık olanları Şam
Türkmenleri arasında görülmektedir. Daha önce de işaret edildiği gibi,
Boz-Ulus’un bu Şam Türkmenleri kümesi Haleb Türkmenleri oymaklarından meydana
gelmiştir.
3- Dulkadırlı Avşarları:
Bu Avşarlar’ın aslında Kuzey-Suriye
Avşarları’nın bir kolu olduğuna daha önce işaret edilmişti. Dulkadırlı Ulusu
arasındaki Avşarlar Maraş, Kars (Kadirli), Yeni il ve hatta Boz-Ok bölgesine
dağılmış bir halde bulunuyorlar. Bunların en mühimi İmanlu Afşarı olup, başlıca
Maraş bölgesinde yaşamakta idi.
4- Yeni-İl:
Yeni-il’deki Avşarlı’dan üç oba
(Boynu Kısalu, Delüler, Sekiz) Köpekli Avşarı’na diğeri de (Bidil Afşarı, Taifi
Afşarı, Kızıl Süleymün vs.) İmanlu Afşarı’na mensup bulunuyordu. Bu İmanlu
Afşarı obalarından kalabalık nüfuslu Bidil Afşarı teşekkülü, Yeni-il’in
çözülmesi üzerine batıya göç etmiş ve Ankara’nın Bala kazası dahilinde yurt
tutmuştur. Ankara’da Mugan gölü yakınındaki bir yer de bu oymağın adını
taşımaktadır.
5- Sis (Kozan):
XVI. yüzyılda sis yöresinde kalabalık
bir Avşar kolu yaşamaktadır. 1519 tarihinde Sis yöresindeki Avşarlar 28 obaya
ayrılmışlardır.
Avşarlar’ın Orta ve Batı Anadolu’da
yer adlarına sahip Oğuz boyları arasında en başta gelen teşekküllerden biri
olduğuna daha önce işaret edilmişti. Bunun yanı sıra o bölgedeki Yörük
toplulukları arasında da bu boyun adını taşıyan bazı oymaklar görülmektedir.
6- Uşak:
Uşak bölgesi XVI. yüzyılda oldukça
mühim bir Yörük topluluğunun yaşadığı bir yer idi. II. Selim devrinde bu Yörük
topluluğu arasında oldukça büyük bir Avşar oymağı da görülmektedir.
7- Aydın:
Aydın’ın Boz-doğan kazası dâhilinde
Çullular adlı bir oymak arasında 28 vergi nüfuslu Avşar adlı bir oba bulunduğu
gibi, Birgi çevresinde de nüfusu bunun
kadar olan Avşarlu ve Balabanlu adlı başka bir oymak vardı.
Bunlardan başka Ankara’nın güney
batısında yaşayan Haymana adlı topluluğa mensup Sivri-Hisar toprağındaki Sanlu
oymağının obaları arasında Afşar adlı bir oymak görülmektedir.
XVIII. Ve XIX. Yüzyıllarda
Avşarlar:
Bu bahiste yalnız Haleb Türkmenleri
Avşarları’nın torunları söz konusu edilecektir. Ana boyun asıl kalıntısı olan
bu Avşarlar’ın İran’a giden boydaşları gibi, kuvvetli bir birlik duygusuna
sahip bulundukları görülüyor. Bu sebeple, türlü amillere rağmen, onlar Fırka-i
İslahiyye gelinceye kadar güçlü ve mağrur bir oymak olarak varlıklarını
sürdürmüşlerdir.
X. KIZIK
Kızık’ın adı tarihi kaynaklarda
geçmemekle beraber tahrir defterlerinde ve diğer arşiv vesikalarında bu boydan
bahsedilmektedir. Tahrir defterlerinde Kızıklar’a ait 28 yer adı görülmektedir
ki, bunlardan pek çoğu şimdi de mevcuttur. Bu Kızık yer adlarından beşinin
Ankara’nın Çubuk ve Ayaş kazalarında görülmesi, bu bölgeye Kızık boyuna mensup
oldukça mühim bir zümrenin yerleştiğini gösterir.
XI. BEĞ-DİLİ
Bu boy, Reşided-din Oğuz-namesinde
hükümdar çıkaran beş boydan biri olarak zikredilir. Yine Reşided-din’de Harizm
Şahlar hanedanının bu boydan çıktığı söylenir ise de bunu kabul etmeye imkân
yoktur.
XVI. yüzyılda Beğ-Dili’ye ait tahrir
defterlerinde 23 yer adına rast gelinmiştir. Bunlar ile bu boy 16. sırada yer
almıştır. Şimdi bu yer adlarından ancak yarısı kalmıştır. Beğ-Dilliler
Kuzey-Suriye’deki Türkmenler’in Boz-Ok kolunu meydana getiren boylardan biri
idi.
Beğ-Dililer ve diğer Türk oymakları
sonraları devlet tarafından da bir sürgün yeri olarak kabul edilen Rakka
bölgesinde yalnız susuzluk ve kavurucu sıcaklar ile değil, Arap boyları ile de
mücadele etmek zorunda kalmışlardı. Mücadele bilhassa pek kalabalık olan Tayy
ve Aneze Arapları ile yapılıyordu. Çok nüfuslu ve çok savaşçı olan bu kabileler
ile sayıca onlardan daha az olan Beğ-Dili’nin ve diğer oymakların yiğitçe
savaştıkları görülüyor. Rakka İskânı Türkmenleri’nin Araplar ile Rişvan ve
Milli Aşiretleri ile yaptıkları savaşlara dair bir çok şiirleri zamanımıza
kadar gelmiştir. Bu güzel şiir bu mücadelelerle ilgili görülüyor.
“Rakka çöllerinden gelen gaziler,
Rakka’nın da gonca gülü soldu mu?
Yeniden bir haber duydum oradan
Cerid Bekir öldü derler öldü mü?
Cerid Bekir öldü ise kırıldı kilit,
Yolumuza çöktü bir kara bulut,
Gördülü Kerim’le Bayındır Halit,
Kolu bağlı cellatlara vardı mı?
Kul Sa’dun’um der ki bulamadık vefa
Hükmümüz geçerli şol Kaf’dan Kaf’a
Ulaşlu oğlu, Hacı Mustafa
Alaylara bölük bölük böldü mü?
Şiirde görüldüğü üzere, bu
savaşlarda ün almış yiğitlerin adları geçiyor ve Cerid Bekir’in ölümünden
duyulan teessür anlatılıyor. Ceridler’den bir oymağın da Beğ-Dililer’e komşu
olarak Belih Çayı kıyısına yerleştirildiklerini biliyoruz. Bu Sil Süpür Ceridi
olup, şimdi Kırşehir ile Keskin’e bağlı köylerde oturmaktadır.
XII. KARKIN
Karkınlar, Kaşgarlı’nın bazı
hususlarda diğer boylara uymadıkları ve Halac şeklinde ayrı bir ad taşıdıklarını
söyleyerek listesine almadığı iki boydan biri görünüyor. Fakat bu husus ne
olursa olsun Karkın boyu Oğuzlar’ın tarihinde mühim rol oynamış bir
teşekküldür. XVI. yüzyılda Anadolu’da boya ait 62 yer adı tesbit edilmiştir ki,
bunlar ile Karkın boyu, listede beşinci sırada yer almıştır. Bu boy defterlerde
Karkın’dan başka, Garkın, Karkun ve Kargun gibi imlalarla yazılıyor.
XVI. yüzyılda Anadolu’daki Karkın
oymakları başlıca Haleb Türkmenleri, Boz-Ulus, Dulkadırlı Ulusu ve Hamid
(İsparta) sancağında yaşamaktadır.
1- Haleb Türkmenleri:
Haleb Türkmenleri arasındaki Karkın
oymağı 193, 71 ve 41 vergi nüfusu olmak üzere üç kola ayrılmıştır. Bunlardan
sonuncu kolun Deveciler adını taşıdığı da kaydedilmiştir. 978 (1570) tarihinde
bu oymağın asıl büyük kolunun Ayıntab ve Rum-Kale taraflarında yaşamakta olduğu
görülüyor. XVII. yüzyılın ortalarına doğru Karkınlar, oturak Karkın,
Göçer-Karkın olmak üzere, hayat tarzına göre, iki kısma ayrılmıştır. Bahsedilen
devirde Göçer-Karkınlar 218 vergi evine sahip bulunmaktadır. Oturak-Karkınlar
ise 74 evli, 23 bekârdan müteşekkildir. Bunlardan başka 6 evli küçük bir Karkın
oymağı Haleb şehrinde, üç evlik küçük bir Karkın zümresi de ivegi oymağına ait bir
köyde yerleşmiştir. 11 evlik diğer bir Karkın zümresinin de Şam vilayetinde
Aralık-Evi adını taşıyan bir yerde yaşadığı bildiriliyor.
2- Boz-Ulus:
Boz-Ulus’taki Karkın oymağı da üç
kol halinde olup, ikisi asıl Boz-Ulus topluluğunda, biri de onun Dulkadırlı
teşekkülleri kümesinde bulunmaktadır.
3- Dulkadırlı:
Bu il arasındaki Karkın oymağı Haleb
Türkmenleri arasındaki Karkınlar’dan nüfusça biraz daha kalabalıktır. Fakat bu
Karkın oymağı toplu bir halde değil, dağınık bir durumda bulunmaktadır. Bu
oymağın kollarından en büyüğü, Dulkadırlı elinin oymaklarından biri olan Dokuz,
diğer adı ile Bişanlu boyunun bir obasını meydana getirmiştir. Bu oba, boyun
diğer birçok obaları gibi güneydeki Kargılık yöresinde yaşamakta idi. Dokuz
boyu arasında Karkın adlı bir obanın bulunması da iki teşekkül arasındaki
kabilevi bir akrabalıkla ilgili olabilir. Dulkadırlı-eli içindeki Karkın
oymağının bir kolu da Dede-Kargın adındaki bir Şeyh’in, Göksun’da bulunan
zaviyesine hizmet etmektedir. Bu Dede-Kargın’ın XIII. yüzyılda yaşamış olması
mümkündür. Hacı Bektaş-ı Veli Vilayetnamesi’ne göre Hacı Bektaş-ı Veli
Boz-Ok’ta Türkmen içinde Kır-Şehir’e giderken kerametine şahit olduğu Hacı
İbrahim adlı bir çobanı erenlik mertebesine eriştirerek onu Boz-Ok ve Üç-Ok
arasına gönderiyor. Hacı İbrahim, Boz-Ok ve Üç-Ok arasında ünlü bir Şeyh olarak
tanındı. Bu tarikat adamının Niğdeli Kadı Ahmed’te geçen Niğde yöresindeki
İbrahim Hacı her halde bir başkasıdır. Yine Vilayetname’ye göre Hacı İbrahim’in
ölümünden sonra Dede-Kargın oğulları ile Hacı İbrahim’in oğulları arasında
geyik derisi tac giymek üzerinde anlaşmazlık çıkmış en sonunda Dede Kargın
oğulları davayı kazanarak geyik derisinden tac giymek onların ve müridlerinin
hakkı sayılmıştır. İşte Göksun’da zaviyesi olan Dede-Kargın bu Dede Kargın
olacaktır. Fakat mezarının nerede olduğu hakkında herhangi bir kayda rast
gelinmedi. Fazla olarak Birecik yöresinde ve Mardin’in güneyinde de Dede-Kargın
adlı köyler görülmektedir.
4- Çukur-Ova:
Tarsus bölgesinde yaşayan ünlü Kusun
boyu arasında da 24 evlik Karkın adlı bir oba bulunduğu gibi, Adana’nın
kuzeyinde yurt tutmuş olan Dündarlu boyu arasında da bu adda bir oba
görülmektedir.
5- İç-İl:
II.Beyazid devrinde Silifke
yöresinde, büyük Boz-Doğan boyunun obaları arasında 48 vergi nüfuslu Karkın
adlı bir oba da yaşamakta idi.
6- Hamid ve Teke Sancakları:
Hamid sancağının Eğirdir yöresinde
oturan Yörükler arasında 250 vergi nüfuslu bir Karkın oymağı vardır. Fakat bu
Karkın oymağı bu yöredeki büyük Karamanlı boyuna bağlı gösteriliyor.
Yine XVI. yüzyılda aynı adda bir
oymağın da Teke’de yaşadığı görülür.
1102 (1691) yılında Rakka eyaletinde
yerleştirilen Beğ-Dili obaları arasında Karkın adlı bir obanın da adı geçiyor.
Bu yukarıda bahsedilen Göçer-Karkınlar olabilir. Seyyah Niebuhr, Ayıntab
bölgesinde olmak üzere, Dede-Karkın (Dade-Kirkan) adlı bir oymağın adını
zikreder.
XIII. BAYINDIR (Bayındur)
Reşided-din Oğuz-namesi’ndeki Üç-Oklar’ın
en asil boyu sayılan Bayındırlar’ın Oğuzlar’ın eski tarihlerinde mühim bir rol
oynadıklarını gösterebilir.
Bilindiği üzere Dede-Korkut
destanlarındaki Oğuzlar’ın başında da Kamgan oğlu Bayındır Han görülmektedir.
Bunun Ozanlar tarafından Ak-Koyunlu hanedanını yükseltmek için destanlara
sonradan sokulmuş olması muhtemeldir. Fakat Bayındır Han’ın babası olarak
Gök-Han değil de Kamgan gibi bir ismin verilmesi izah edilemiyor.
Tahrir defterlerinde 52 köy ve
ekinliğin Bayındır adını taşıdığı görülüyor. Bunlar da diğerleri gibi,
Anadolu’nun orta ve batı bölgelerinde bulunuyor. Bu yer adlarından başka
Adana’nın Haruniye kasabasının batısındaki bir yöre de Bayındır adını taşıyor.
O zamanlar bir yörenin (nahiye) bir oymağın adını taşıması, çok defa o yörede oturanların
hepsinin veya çoğunun yörenin adını taşıdığı oymağa mensup olduğunu gösterir.
Bu Bayındır yöresi adını zamanımıza kadar devam ettirmiştir.
Şimdi İzmir’e bağlı Bayındır
kasabası XVII. yüzyılda da vardır. Evliya Çelebi, bu kasabanın adının Orhan Gazi’nin
oraya “Bayındır Kavmini” yerleştirmesinden aldığını söylemektedir. Bunun Evliya
Çelebi’nin kendisine mahsus izahlarından biri olduğundan şüphe edilemez.
XIV. PEÇENEK
Bu adda X. ve XI. yüzyıllarda
Kara-Deniz’in kuzeyinde ve Balkanlarda mühim siyasi roller oynamış bir Türk
elinin bulunduğunu biliyoruz. Bundan başka XI. yüzyılda Peçenek adında bir Oğuz
boyu da vardı. Kaşgarlı Türk Peçenek eli ile Oğuz Peçenek boyunu ayrı zikreder.
Şüphesiz Oğuz Peçenek boyu, Türk
Peçenek elinin bir parçası olup, Oğuzlar’ın tabiyeti altına girmiş ve zamanla
Oğuzlar’ın bir boyu haline gelmiştir. Perçenekler, Bayındır, Çepni ve
Çavuldurlar gibi Oğuz-Han’ın dördüncü oğlu Gök-Han’a bağlanmışlardır. Peçenek
boyuna ait tahrir defterinde ancak dört köy adı görülebildi ki bunlardan dördü
de diğer boylara ait pek çok yer adları gibi, Ankara sancağında bulunmaktadır.
Bu münasebetle Ankara bölgesinde Selçuklu fethinden beri çok yoğun bir Türkmen
kümesinin yaşamış olduğunu bir defa daha dikkati çekelim. XII. yüzyılda Ankara
Türkmenleri’nin ünü Horasan’a kadar gitmişti.
Ankara sancağında Peçenek köyleri
Yaban-Ova, Murtaza-Ova ve Kasaba kazalarında bulunmaktadır. Bu köyler adlarını
zamanımıza kadar devam ettirmişlerdir. Bunlardan başka yine Ankara’ya bağlı
Şerefli Koç-Hisar yakınındaki bir vadi de Peçenek özü (Peçenek vadisi deresi)
adını taşıyor. Yalnız şimdi bu Peçenek özü’nde Yeni-İl’e bağlı Türkmenler’in
köyleri bulunmaktadır. Bu durumda Ankara ilinde Yenimahalle, Altındağ,
Çamlıdere, Çubuk kazalarına bağlı dört köy, Ayaş’a bağlı bir ekinlik (mezra) ve
Koç-Hisar’a bağlı bir vadi Peçenek adını taşımaktadır.
XV. ÇAVULDUR (Çavundur)
Bu boyun adı XVI. yüzyılda
Anadolu’da umumiyetle Çavundur şeklinde söyleniyor. Bunun yanında kelimenin
eski şekli ile (yani Çavuldur) birçok köy olduğu gibi, Çavdur şeklinde bazı
köylere rast gelinmektedir. Mezkür yüzyılda bu adlarda Anadolu’da 21 yer adı
görülüyor.
XVI. ÇEPNİ
Anadolu’nun bir Türk yurdu haline
gelmesinde en mühim rolü oynamış boylardan biri de Çepniler’dir. Bununla ilgili
olarak onlar Yukarı Kelkit boylarından Bursa ve Koca-eli yörelerine uzanan
sahada geniş bir yayılma hareketinde bulunmuşlardır. Gerçekten, tahrir
defterlerine göre Sivas’da üç köy Zile ile Ak Dağ Madeni arasında Çekerek çayı
kıyılarında 32 kışlakta yaşayan kalabalık bir Çepni topluluğu, Amasya’da 1, Boz
Ok’da 1, Ankara’da 1, Çankırı’da 1, Çorum’da 3, Kastamonu’da 5, Bolu’da 5,
Hüdavendigar (Bursa) sancağında 5, Koca Eli’nde 1, Karasi (Balıkesir)’de 1 yer
adı görülür. Diğer boylardan pek çokları için bu gibi bir yayılmadan söz
edilemiyor. Bu yayılmanın da 1240 yılındaki Baba ishak Türkmenleri’nin
ayaklanması veya Moğol baskısı ile olması muhtemeldir.
Velayetname’ye göre Kırşehiri’nin
Suluca Kara Höyük köyüne gelen Hacı Bektaşi Veli’nin ilk müridlerini bu köyün halkı
teşkil etmiştir. Bunlar ve hatta komşu köylülerden bazıları veya birçoğu
Çepniler’den idiler.
Çepniler’den kalabalık bir kümenin
de 1279 yılında Sinop yöresinde yaşamakta olduğunu görüyoruz. Aynı yılda Çepni
Türkleri (Turkan-i Çepni) Sinob’u almak için kadırgalarla gelen Trabzon Rum İmparatorunu
yenip geri dönmeye mecbur bırakmışlardır.
XVII. SALUR
Oğuzlar’ın tarihinde mühim roller
oynamış boylardan biri de Salurlar’dır.
Moğol devrine kadar adı Salğur
şeklinde yazılan bu boy Reşided-dindeki destani-tarih’e göre, Oğuz
hükümdarlarından Dib-Yavku’nun büyük beğlerinden Ulaş ve Ulat Salurlar’dan
olduğu gibi, İnal-Han’ın veziri ile naibi de yine bu boydan idiler. Yine orada
İnal-Han’ın oğlu inal-Soyram Yavku’nun vezirinin de Salur’dan olduğu yazılıyor.
Dede-Korkut destanlarına gelince, bu
destanlardaki Oğuz elinde Salurlar en şerefli mevkii işgal ediyorlardı.
Gerçekten bu Oğuz elinin kudretli hâkimi Kazan Beğ’in Salurlar’dan olduğunu
biliyoruz.
XVIII. EYMÜR (Eymir)
XVI. yüzyılda bu boya ait Anadolu’da
71 yer adına rast gelinmiştir. Bu sayı ile Eymürler dördüncü sırada yer
almaktadırlar. Eymür yer adlarından birçoğu Sivas-Tokat bölgesinde
bulunmaktadır. Yine aynı yüzyılda Anadolu’da muhtelif yerlerde olmak üzere
Eymir adlı oymaklar da görülür. Bu boyun adı, Anadolu’da daha ziyade Eymir (ve
hatta bazen belki de İmir), İran ve Harizm Türkmenleri arasında Eymür şeklinde
yazılır.
XIX. ALA-YUNTLU
Bu boya ait XVI. yüzyılda 44 yer
adına rast geliniyor. Bunlardan başka aynı yüzyılda, bilhassa Orta ve Batı-Anadolu’da
Ala-Yuntlu oymakları da görülmektedir. Orta Anadolu’da Oğuz boy adlarının en
fazla bulunduğu bölgelerden biri de Ankara sancağıdır. Oğuz boy adlarından
çoğuna ait yer adlarına bu bölgede rastlamak mümkündür. Nitekim Ankara
sancağında bu boyun adını taşıyan 3 köy görülmektedir. Bundan başka aynı
bölgede bu adda küçük bir oymak da vardır.
XX. YÜREGİR (YÜREĞİR)
Bu boyun adı tahrir defterlerinde
Yüragir ve Uragir şekillerinde yazılıyor. Yüreğirler’e ait aynı defterlerde 44
yer adı görülüyor. Şimdi Türkiye’de her yerde Yüreğir ve Üreğir yer adları r-l
değişmesi ile Yüreğil ve Üregil şeklinde söylenmektedir. Bu yer adlarına dâhil
olmayan Adana’nın güneyinde Seyhan-Ceyhan ırmakları arasındaki verimli yörenin
adı da Yüreğir olup, burası Yüreğir boyunun kışlağı idi. Bu gün burası Yüreğil
şeklinde söylenir. Şimdi Türkiye’de, bu yöre adından başka 10 yer adı
kalmıştır. Bunların hepsi de Üreğil ve Yüreğil şeklinde telaffuz ediliyor.
Yukarıdaki 44 yer adından dördü Ankara sancağında bulunmaktadır. Şimdi Ankara’nın
mahallesi olan Yüreğil, bunlara dahil değildir.
XXI. İĞDİR (İGDİR)
Tarihi ve coğrafi kaynaklarda adı az
geçen boylardan biri ve İğdirler’dir yer adlarına gelince, XVI. yüzyılda bu
boya ait 43 köy ve ekinlik görülebilmiştir. Bunlardan başka aynı yüzyılda,
muhtelif bölgelerde olmak üzere, bazı İğdir oymakları da bulunmaktadır.
XXII. BÜĞDÜZ (BÜGDÜZ)
Reşided-din’deki bölümde bu boya
mensup Kuzucu adlı bir beyden bahsedilmektedir. Kuzucu aynı yerde son Oğuz
yabgusu Ali-Han’ın oğlu Şah-Melik’in atabeği geçer.
Dede-Korkut destanlarındaki “bıyığı
kanlı” şeklinde vasıflandırılan Emen Beğ de Büğdüz’den gösterilir. Bunlar
Büğdüz boyunun Oğuzlar’ın islamiyet’ten önceki tarihlerinde ve islamiyeti kabul
ettikleri devrin ilk zamanlarında destanlarda yankılar yapacak derecede bir rol
oynadığını gösterir.
Büğdüzler’e ait Anadolu’da 22 yer
adı tesbit edilebilmiştir. Buna göre Büğdüzler Reşided-din’in listesinde olduğu
gibi, bizim bu yer adları cetvelinde de sonlarda (17.) bulunmaktadır. Bununla
beraber bu yer adları Büğdüzler’in de Anadolu’nun fetih ve iskânında diğer
kardeş boyların yanında oldukça mühim bir rol oynadıklarını gösteriyor.
XXIII. YIVA (İVA)
Selçuklular devrinde adı sık sık
geçen boylardan biri de Yıva’lardır. Kaşgarlı bu boyun adının İva, Yawa,
Yıva, Yava, Awa gibi beş söyleniş
şeklini tesbit etmişti. XII. yüzyılda onlardan El-ivaiyye veya İva şeklinde
bahsediliyor.
XXIV. KINIK
Kınıklar, bilindiği üzere, Selçuklu
hanedanını çıkarmış olan boydur. Hâlbuki bu boy Oğuz boylarının islamiyet’ten
önceki siyasi ve içtimai mevkilerine göre tanzim edilmiş olan Reşided-din’in
listesinde en sonuncu sırada bulunmaktadır.
KAYNAKLAR VE İNCELEMELER
“Kargın”
ile ilgili bu bilgilerin bir araya getirilmesinde evvela “Türk Dünyası
Araştırma Vakfı” yayınlarından Sayın Prof.Dr.Faruk SÜMER’in Oğuzlar (Türkmenler)
adlı eseri.
Ahmet Refik
(Altınay), Anadolu”da Türk Aşiretleri (966-1200), İstanbul Devlet Mat. 1930
Özellikle burada yayınlanan berat, ferman ve benzeri belgelerin büyük b.ir
kısmı İç, ve Güneydoğu Anadolu”yu yakından ilgilendiren belgelerdir. Bu
belgelerin yine büyük bir kısmı bir bütün halinde incelendiği zaman Musul Vilayetine
Bağlı bir yerleşim yeri olan Rakka”nın Göçerevli Türkmenlerin Anadolu”ya
yerleşim sistemlerini ortaya koyması bakımından çok büyük önem taşımaktadır.
Genellikle yayla ve arasi ihtilafında dayalı iç kargaşaları ele almış olması bu
kargaşalar çıkmadan önceki düzeni bize göstermesi bakımından büyük bir önem
taşımaktadır.
Akçay,
İlhan Dr., Ankara Harikası Çubuk Kalender Dede, Eser Mat., Ankara 1969. Akkuş, Mehmet Doç. Dr., Dede
Garkınzadeler, Tasavvuf Dergisi , Yıl 1, Sayı 2 Aralık 1999.
Akkuş,
Mehmet, Doç. Dr. , 19. Asırda Bir Bektaşi İcazetnamesi, İlmi ve Akademik
Araştırma Dergisi Tasavvuf, Yıl 1, Sayı 1, Ağustos 1999.
Bu iki dergide Dede Kargın Ocağı ile ilgili
Mersin’den gelen belgeler yayınlanmıştır. Bu belgeler Kargın”ın Gaziantep
kolundan gelmektedir. Gaziantep kolundan gelecek olan diğer belgeler Sayın
Hamdi Karkın Bey tarafından araştırma merkezimize teslim edilecek ve dergimizin
diğer sayılarında yayınlayacağız.
Ana
Britanica, Kalaç-Halaç Maddeleri , C. 10, C. 12, Ana Yayıncılık, İst. 1988
Her ne
kadar Türk Ansiklopedisinde Karkınlarla Kalaç Türkleri arasında bir bağlantıdan
söz edilse de daha çok iran ve afganistan dolaylarında yaşayan bu kolla
Karkınlar arasında bir ilişkiyi selirleyemedik. Ancak karkınlar üzerine kazakça
yazılmış bir kitabın Kazakistan”da basıldığına dair bilgiler araştırma
merkezimize ulaşmıştır. Aşıkpaşazade, Tevarih-i Al-i Osman’dan Aşık Paşazade
Tarihi, Maarif-i Umumiye Nezareti Celilesi Tarafından Basılmıştır. İst. 1332
Dede Kargın”la ilgili en eski bilgi hep bu kaynaktan alınarak kullanılmıştır.
Dede Kargın”ın halifeleri ve bunların yaptıkları ile ilgili hiçbir bilgiye
rastlanmamış olması bir çok bilginin karanlıkta kalmasına sebep olmuştur.
Atalay
Besim, Divanı Lügati’t- Türk Tercümesi, T.D.K. Yay. No: 501, Ankara 1986.
Baha Sait Bey, a.İttihat Terakkinin Alevilik
Bektaşilik Araştırması, Türk Yurdu, Eylül 1926, No: 1, b.
Sofyan
Süreyi-Kızılbaşlık Meydanı, Türk Yurdu Ekim 1926, Sayı 22
Bardakçı
Cemal, Alevilik, Ahilik, Bektaşilik, 4. Baskı, Ankara 1970
Bardakçı,
Cemal, Kızılbaşlık Nedir? , Işık Basımevi , İst. 1945
Benekay,
Yahya, Yaşayan Alevilik Kızılbaşlar Arasında, Varlık Yay. İst. 1967
Birdoğan,
Nejat, Anadolu Aleviliğinde Yol Ayrımı, İçerik- Köken, Mozaik Yay., İst. 1995.
Birdoğan
Nejat, Anadolu ve Balkanlarda Alevi Yerleşmesi, Ocaklar-Dedeler-Soy Ağaçlar,
Mozaik Yay. İstanbul 1992.
Birdoğan
özellikle seyyitlik kavramı ile ilgili belirsizlikleri şöyle fade eder: “Böyle
soy ağacı edinen dedelerin kendilerini Arap saymaları çok sıkça görülmektedir.
İçlerinden üniversite bitiren, yıllar yılı devletin üst orunlarında görev yapan
kimi dede soylular emekli olduklarında Dedeliğe soyunmakta ve “Ben Arabım”
demektedirler. Bu karşın gene gene bir kısım üniversite diplomalı dede soylular
da Arap olmaya yanaşmamakta ve bu kez “Muhammed ile Ali”yi Türk saymaktadırlar.
Bunun da sayısız örnekleri vardır. Üçücü bir kesim de “Ne biz Arabız. Ne onlar
Türk”tür. Biz onların çocuğuyuz. Onlar insanlığın snırları içine giremez. Her
bir şeydir onlar...” diye garip bir tutum takınmaktadırlar. Ne diyelim? Yeni
araştırmacılara ve araştırmalara gereksinim var.” (Sayfa 190.)
Birdoğan
Nejat, Anadolu’nun Gizli Kültürü Alevilik, Berfin Yayınları, İstanbul 1995.
Coşan,
Esad, Prof. Dr., Hacı Bektaş Veli, Makalat, Seha Neşr., İst. Tarihsiz. Ebu’l-Farac,
Gregori, Ebu’l-Farac Tarihi, Çev: Ömer Rıza Doğrul, C. I. , Türk Tarih Kurumu
Yay. Ankara 1945.
Eflaki,
Ahmet, Ariflerin Menkıbeleri, Geliştirilmiş Yeni Basım, Remzi Kitabevi, İst.
1986.
Eraydın,
Selçuk, Tasavvuf ve Tarikatlar, Marmara Üniversitesi, İlahiyat Fakültesi Vakfı
Yay., İst. 1997.
Eren,
Hasan, Türk Dilinin Etimolojik Sözlüğü, I. Baskı, Ankara 1999.
Fığlalı,
Ethem Ruhi, Prof. Dr. , Türkiye’de Alevilik Bektaşilik, 4. Baskı, Selçuk Yay.
İst. 1996.
Gökyay,
Orhan Şaik, Dedem Korkudun Kitabı, M.E.B. Yay, İst. 1973.
Gölpınarlı,
Abdülbaki, Velayetname, İnkılab Kitabevi, İst. Tarihsiz
Halaçoğlu,
Yusuf, Prof. Dr., Osmanlılarda Devlet Teşkilatı ve Sosyal Yapı, Türk Tarih
Kurumu Yayınları, Ankara
Iskakov,
Kazakça Türkçe Sözlük, Çev: Yücel, Oraltay, 1984.
Karkın mad.
Kara, Mustafa Dr., Tasavvuf ve Tarikatlar Tarihi, Dergah Yay. İstanbul 1995.
Kazak
Tiling Tüsündürme Sözlüğü, Cilt IV,Kışlalı, Rahime-Yeşilyurt, Ali, Dede Kargın,
şiirler, Can Mat. ve Yay., Mersin 1999.
Kocadağ,
Burhan, Doğu’da Aşiretler Kürtler, Aleviler, Can Yay. İst. 1997
Koçak,
Yunus, Hasan Dede Hayatı ve Öğretisi, Hasan Dede Belediyesi Kültür Yay. No. 3
Köprülü,
Fuad, Ord. Prof. Dr., Türk Edebiyatında İlk Mutasavvuflar, Diyanet İşl. Başk.
Yay. Ankara 1991.
Lugatname-i
Dehhuda, C. 9, Tahran 1373.
Burada
geçen Eş’Şenbeki maddesinde hadis bilgini olarak geçen Şenbeki’nin, tasavvuf
bilgini Şenbeki ile ilişkisi olup olmadığını bilmiyoruz. Ancak araştırmacılara
katkısı olması amacıyla bu bilgiyi İran kaynaklarından aktarmayı uygun
görüyoruz.
Mehmet
Neşri, Kitab-ı Cihannüma, Neşri Tarihi, Yayınlayanlar: Faik Reşit Unat- Mehmet
Altan Köymen C.1 Türk Tarih Kurumu Yayınları, cilt:1 Ankara 1987.
Merçil,
Erdoğan Prof. Dr. –Sevim, Ali Prof. Dr. , Selçuklu Devletleri Tarihi, Siyaset,
Teşkilat, Kültür, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara 1995.
Noyan,
Bedri, Doç. Dr. , Bütün Yönleriyle Bektaşilik ve Alevilik, C. I, Ardıç Yay.
Ankara 1998 Ocak, Ahmet Yaşar, Babailer İsyanı, Dergah Yay. 2. Baskı, İst.
1996.
Ocak, Ahmet
Yaşar, Kalenderiler ve Bektaşilik, Doğumunun 100. yılında Atatürk’e Armağan,
Ayrı Basım, Edebiyat Fak. Mat. İst. 1981.
Onarlı,
İsmail, Şeyh Hasan Aşireti, Anayurttan Anadolu’ya, Aydüşü Yay. İst., 2001.
Ostrogorski,
George, Bizans Devleti Tarihi, Çev: Fikret Işıltan, Ank. 1981
(Ayrıca
bkz.Yerasimos Stefanos, Türkiye’de Geri Kalmışlığın Tarihi isimli çalışmasında
Bizans ve Batı Kaynaklarına dayanarak bu iç kargaşalar sebebiyle nüfusun önemli
ölçüde azaldığını anlatır. C.I , s.20-100) Türklerin Anadolu’ya geliş
yıllarında Anadolu’nun nüfusu konusundaki bilgiler özellikle Bizans
kaynaklarında 2. 400.000 ile 4.000.000 arasında gösterilmektedir.
Örnekleriyle
Türkçe Sözlük, C. II, M.E.B. Yay. Ank. 1995.
Pakalın,
Mehmet Zeki, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, M.E.B. Yay. İst .
1993.
Rıza Nur
Dr., Türk Tarihi, C.II., III., Matbaa-i Amire, İstanbul 1924.
Şapolyo,
Enver Behnan, Mezhepler ve Tarikatlar Tarihi, Türkiye Yayınevi, İst. 1964
Şemseddin
Sami, Kamus-i Türki, İkdam Yay. Dersaadet 1317
Tanıklarıyla
Derleme Sözlüğü, Türk Tarih Kurumu Basımevi, C.8, Ankara 1972
Tanıklarıyla
Tarama Sözlüğü, Türk Tarih Kurumu, Ankara 1963.
Türk
Ansiklopedisi. , C. 21, M.E. B. Yay. Ank. 1974.
Türk
Kültürü ve Hacı Bektaş Veli Araştırma Dergisi, Sayı 8,19,
(Okuyucularımıza
özellikle “Kızılbaş Alevilerinin Düşkün Ocağı” Ali Yaman(sayı 8); “Türkmen
Adına Dair Bazı Fikirler” Dr. Tufan Gündüz(Sayı 8); “Seyyit Garib Musa Türbesi”
Necdet Sakaoğlu(Sayı. 8); “Bir Ocağın Soy Şeceresi” Araştırma Merkezi, “Ali
Abbas Ocağı” (sayı 19); “Bir Ocağın Tahlili” Araştırma Merkezi, “Seyyid Mahmut
Hayrani Ocağı”(Sayı 19); “Amuca Kabilesinde Hıdırellez Gelenekleri”, Refik
Engin,(Sayı 18); “Birinci Dünya Savaşında Erzincan Cephesiyle İlgili Yeni
Belgeler ve Balaban Ocağı”, Vatan Özgül(Sayı19); bu sayılarda yayınlanan ve
bilim dünyasının ilk defa karşı karşıya geldiği bilgileri bir bütün halinde
okumalarını öneririz. Böylece buradan çıkan bilgilerle ocakların sosyal,
kültürel ve ekonomik işlevlerinin daha iyi anlaşılacağı ve Kargın Ocağının
öneminin daha iyi anlaşılacağına inanıyoruz. )
Türkay,
Cevdet, Başbakanlık Arşiv Belgelerine Göre Osmanlı İmparatorluğunda
Oymak-Aşiret ve Cemaatler, Tercüman Yay. İst. 1979.
Türkçe
Sözlük, Yeni Baskı, 2. Cilt, T.D.K. Yayınları, Ankara 1988.
Yinanç,
Refet, Doç. Dr.-Elibüyük, Mesut, Yard. Doç. Dr. , Kanuni Devri Malatya Tahrir
Defteri, (1560) Gazi Üniversitesi Yay. Ank. 1983.
Yörükan,
Yusuf Ziya, Anadolu’da Aleviler ve Tahtacılar, Kültür Bak. Yay. Ank. 1998
Yusuf Has
Hacib, Çev.Reşit Rahmetî Arat, Kutadgu Bilig, Türk Tarih Kurumu, Yay. İst. 1947
ve internet’te kaynağı belli olan veya belli olmayan bu ad veya başka adlar
altında yayınlanan özel ve genel bilgilerden bir araya getirilmiş olup, bu
bilgilerin tamamının kaynağını tesbit etmek yazı ve bilgilerde belirtilmediği
için mümkün olmamıştır. Bu bilgiler sadece köyümün adının nerden ve Türk
dünyasında bulunan yerini öğrenmek amacıyla tarafımdan yapılan şahsi bir araştırma niteliğinde olup, gerek
ticari ve gerekse başka bir amaçla yapılmamıştır. Sadece bilgi edinmek ve
köyümüz halkının da bilgi sahibi olması amacıyla yapılmış bir çalışma
niteliğindedir. Bu nedenle üçüncü kişiler bu belge ve bilgilere istenildiği
taktirde her zaman gerekli bir araştırma neticesinde ulaşabileceklerdir.
Faydalanmış bulunduğum tüm bilgi ve belgeler için belirtilen veya bilgi
noksanlığından dolayı belirtilemeyen tüm kaynaklar ve kaynak sahiplerine , Türk
dünyasına yaptıkları bu değerli
katkılardan dolayı sonsuz teşekkürlerimi bir borç bilirim.
Saygılarımla.
10.Şubat.2015