13 Şubat 2015 Cuma




   KIRIKKALE İLİ, BALIŞEYH İLÇESİ, KARGIN KÖYÜ
      TANITMA SAYFASI


“Kargın: derelerde ve çataklarda boz bulanık akan, içinde taş ve toprak bulunan yağmur suyu, sel.” MnR YşR

                                              
    TÜRKOĞLU TÜRK'ÜM BEN

Ceddim belli, atam belli. Toprak belli, vatan belli. Şehit olup yatan belli. Türkoğlu Türk'üm ben. Bir sabah ağarınca tan, Ergenekon'da yazıldı destan. Bu topraklar sanma ki bostan, Türkoğlu Türk'üm ben. Altaylar'dan çıkıp geldim, Malazgirt'te ne canlar verdim, koskoca bir orduyu yendim, Türkoğlu Türk'üm ben. Tarihler boyu hep coştum. Fatih önde İstanbul'a koştum, çağ kapattım çağ açtım, Türkoğlu Türk'üm ben. Düşman sürüsüne karşı Mehmed'im, Çanakkale'de 253 bin şehidim. Destanlar yazdım, tarih şahidim, Türk oğlu Türk'üm ben. İstiklal için ölümü aldım göze, düşmanların topunu getirdim dize. Cümlesini denize döktüm denize, Türkoğlu Türk'üm ben. Ezan oldum dinmedim, bayrak oldum inmedim, şehit oldum ölmedim. Türkoğlu Türk'üm ben. Namertle yoldaş olmadım, dokuz yandım sönmedim, asla yolumdan dönmedim, Türkoğlu Türk'üm ben. Oğuz Boylum asil soylum, yılanlarla dolu koynum, kesilir ama çekilmez boynum, Türkoğlu Türk'üm ben'.







Ben bir Türk'üm dinim, cinsim uludur
Sinem, özüm ateş ile doludur.
İnsan olan vatanının kuludur
Türk evladı evde durmaz, giderim.
...
Bu topraklar ecdadımın ocağı
Evim köyüm hep bu yurdun bucağı.
İşte vatan! İşte Tanrı kucağı!
Ata yurdun evlat bulmaz, giderim.
...
Yaradan'ın kitabını kaldırtmam
Osmancığın bayrağını aldırtmam.
Düşmanımı vatanıma saldırtmam
Tanrı evi viran olmaz giderim.
...
Tanrım şahid duracağım sözümde
Milletimin sevgileri özümde.
Vatanımdan başka şey yok gözümde
Yar yatağın düşman almaz, giderim.
...
Ak gömlekle gözyaşımı silerim
Kara taşla bıçağımı bilerim.
Vatanımçün yücelikler dilerim
Bu dünyada kimse kalmaz, giderim.



Oğuzlar
Oğuz Boyu
Oğuz Türkleri, Oğuz Han'ın 6 oğlu ve onların 4'er oğlundan meydana gelmişlerdir. Meydana gelen bu 24 boyun ayrı adı ve ünvanları vardır. Bu bölümleme, Oğuz Kağan Efsanesi'nden kaynaklanmaktadır. Bugün; Türkiye, Balkanlar, Âzerbaycan, İran, Irak ve Türkmenistan’da yaşayan Türklerin ataları olan büyük bir Türk boyu. Oğuzlara, Türkmenler de denir.
Orta Asya kökenli Türk halklarından olan Oğuz boyları, X. yy civarında göçebe bir yapıyla yer değiştirmeye başlamışlar ve coğrafi olarak yayılmışlardır. Oğuz Türkleri, bugünkü Türkiye Türklerinin (Selçuklular, Osmanlılar, diğer Türkmen beylikleri ve boyları) atası sayılmaktadırlar.
Türk insanı vatan toprağını (yeşili) korumak için cesaretini Ulu Gök Tanrı’nın, yani Ulu/Ali/Al ışığından alır; başına AL bağlayarak şehit olmaya, alnına ve eline AL kına (güneş, şems) yakarak askere gider; Türk’ün bayrağı Al Bayrak’tır.
Türk’ün inanışı Yeşil’dir; çünkü yeşil berekettir, buğdaydır (Buyda/Buda), ekmektir. Onu verene dua eder; “Allah bereket versin” der.  Şehit olmak, Allah’ın verdiği bereketi (yeşili), yani çocuklarının rızkını, düşmana kaptırmamak içindir. Yani Kırmızı ile Yeşil, Türk Oğuz töremizin iki temel sembolüdür. Türk, Al-Yeşil giyer, allanır…
Oğuz kelimesinin türeyişiyle ilgili çeşitli fikirler ileri sürülmüştür. Kelimenin boy, kabile mânâsına gelen “Ok” ve çokluk eki olan “z”nin birleşmesinden “Ok-uz” (oklar, koylar) anlamında olduğu ileri sürüldüğü gibi, oyrat (haşarı, yaramaz) kelimesinin eş anlamlısı olduğunu iddiâ edenler de vardır. Ancak kelime, Anadolu ağızlarında “halim selim, ağırbaşlı” mânâlarına da kullanılmaktadır. Arap kaynaklarında ise “guz” veya “uz” şeklinde geçmektedir.
İlk zamanlar Üçok ve Bozok adlarıyla iki ana kola ayrılmış olan Oğuzlar, daha sonraki devirlerde, Dokuz Oğuz, Altı Oğuz, Üç Oğuz adlarında boylara da ayrıldılar. Oğuzlar, yirmi dört boydan meydana gelmişti. Bunlardan on ikisi Bozok, on ikisi Üçok koluna bağlıydı. Tarihçiler, hazırladıkları cetvellerde Oğuz boylarının adlarını, sembollerini ve ongunlarını (armalarını) göstermişlerdir. Buna göre, Bozoklar; Kayı, Bayat, Alka Evli, Kara Evli, Yazır, Dodurga, Döğer, Yaparlu, Afşar, Begdili, Kızık, Kargın; Üçoklar ise; Bayındır, Peçenek, Çavuldur, Çepnî, Salur, Eymur, Ala Yundlu, Yüreğir, İğdir, Büğdüz, Yıva, Kınık boylarına ayrılmışlardı. Bugün Türkiye’de yirmi dört Oğuz boyuna ait işaret ve yer adlarına çok rastlanmaktadır.
Oğuz adına ilk defa Yenisey Kitabelerinde rastlanmaktadır. Barlık Irmağı yöresinde bulunan bu kitabelerde; “Altı Oğuz budunda” sözü yer almaktadır. Öz Yiğen Alp Turan adlı bir beye ait olan bu kitabelerin yazıldığı devirde, Oğuzlar, Göktürkler'in hakimiyeti altında altı boy hâlinde Barlık Irmağı kıyılarında yaşamakta idiler.
Altıncı yüzyıldan itibaren Göktürklerin idaresinde toplanan Türk kabilelerinden bir kısmı gibi Oğuzlar da kendi aralarında birlik kurarak Tula-Selenga ırmakları bölgesinde Dokuz-Oğuz Kağanlığını meydana getirdiler. Göktürk kağanlığının, Kutlug Şad (İlteriş Kağan) tarafından 682’de ikinci defa kurulmasından sonra, Göktürkler, hâkimiyetlerini kabul etmeyen Oğuzlar üzerine yürüdüler. Tula Irmağı kıyısında yapılan kanlı bir savaşta, Oğuzlar yenildiler. Fakat, Göktürklerin hâkimiyetini kabul etmediler. İlteriş Kağan, Oğuzlar üzerine birçok sefer düzenledi ve Baz Kağanı öldürdü. Oğuzların merkezi Ötüken ve çevresini ele geçirdi. Bu yenilgi karşısında İlteriş Kağan’ın hâkimiyetini kabul etmek zorunda kalan Oğuzlar, Göktürklerin Kırgız seferine katıldılar. Göktürk hakanlarından Bilge Kağan zamanında isyan ettiler. Bir sene içinde bir kaç defa harbe giren Oğuzlar; yenilerek, geri çekildiler. Daha sonra Dokuz-Tatarlar ile ittifak kurarak Göktürklerle mücadele ettilerse de yine bozguna uğrayarak, Çin taraflarına göç ettiler. Bir müddet sonra tekrar eski yurtlarına döndüler. Bu mücadelelerde zayıflayan Göktürkler, 745’te Uygurlar tarafından yıkıldı. Bu esnada Uygurlara yardım eden Oğuzlar, Uygur Devletinin dayandığı başlıca boylardan biri oldu. Uygurlarla birlikte Basmıl ve Karluklar'a karşı savaştılar. Fakat zaman zaman Uygurlara karşı da isyan etmekten geri durmadılar. Eski müttefikleri Dokuz-Tatarlar ile birleşerek Uygur Kağanı Moyunçur’a karşı cephe aldılar. Zaman zaman Çin’e gittiler. Daha sonra Çin’den çıkarak eski yurtlarına döndüler. Uygur Devletinin yıkılması üzerine batıya göçerek Sir Derya (Seyhun) kıyılarına ve onun kuzeyindeki bozkırlara yerleştiler. Onuncu yüzyılda, göçebe hayatı yanında, yerleşik bir hayat sürmeye de başladılar. Göçebe Oğuzlar, daha ziyade koyun, at, deve, sığır yetiştiriciliği ve ticaretle uğraşıyorlardı. Yerleşik Oğuzlar ise, Sabran (Karacuk), Suğnak, Karnak, Sütkent gibi şehirlerde oturuyorlardı. Onuncu asırda henüz Müslüman olmamış olan Oğuzlar, inanışları gereği bir takım ibadet ve âyinleri yerine getiriyorlardı. Ancak yaşayış bakımından İslâmiyet'e uygun tarafları vardı. Soy temizliğine ehemmiyet verirlerdi. Bilhassa zina gibi suçların cezası ölümdü.
Onuncu asrın başlarında Oğuzlar, Mâverâünnehir çevresinde yerleşip, Yabgu denilen hükümdarın idare ettiği bir devlet kurdular. Devlet ve millet işlerinin bir mecliste istişare edildiği ve subaşı denilen ordu kumandanı, Yabgu’nun vekili ve nâibi olan tegin, İnal ve Tarkan unvanlarını taşıyan memurlar vardı. Oğuzların bu sıradaki başşehirleri, Sir Derya kıyısındaki Yeni Kent idi. Yabgu Devleti zamanında Oğuzlar, Üçok ve Bozok diye iki kısma ayrılmışlardı.
Onuncu asrın sonlarında İslâm dînini kabul ederek iyice güçlenen Oğuzlar, komşuları Peçenekler ve Hazarlar ile savaşlar yaparak onları yendiler. Fakat 11. yüzyılın ortalarında, Oğuzların İslâm dînini kabul etmemiş olan bir kısmı, Kıpçaklar'ın baskısıyla yurtlarını terk ederek Karadeniz’in kuzeyinden Tuna boylarına, oradan da Balkanlara indiler. İslâm dînine girmedikleri için etraflarını saran Hıristiyan devletlerin baskısıyla kısa zamanda benliklerini kaybederek, örf, an’ane ve geleneklerini unuttular. Eriyip, yok oldular. Geri kalanları da Bizans hizmetine girdiler. 1071’de yapılan Malazgirt Meydan Muharebesi'ne Bizanslıların yanında katıldılar. Fakat çok geçmeden Selçuklular tarafına geçtiler.
İslâm dînini kabul eden Selçuk Bey’in idaresindeki Oğuz boyları ise, Oğuz Yabgu Devleti hükümdarının, kendilerine kötülük yapacağından çekinerek, yurtlarından ayrılıp İslâm diyarı olan Horasan taraflarına gittiler. Mâverâünnehir’de kalan diğer Oğuz boyları da, Kıpçakların hücum ve baskıları sonunda dağıldılar. Böylece Oğuzlar Devleti yıkıldı. Yerlerinde kalan Oğuzlar ise Karaçuk dağları bölgesinde, Mangışlak’da ve Seyhun Nehri kıyılarında yerleştiler. Daha sonra Karahıtayların ve Karlukların baskısı netîcesinde, Horasan’a gelip Selçuklulara tâbi oldular.

Selçuk’un büyük oğlu Arslan İsrâil, Horasan’da hâkimiyet kurup, diğer Oğuz boylarını idaresi altında topladı. Daha sonraları, Tuğrul ve Çağrı Beyler idaresindeki Selçuklular, Sâmânoğulları ile ittifak kurarak, Karahanlılar'a ve Gazneliler'e karşı mücadele ettiler. Selçukluların başarılı idareleri sebebiyle pekçok Oğuz boyu onların hâkimiyetinde toplandı. Birçokları yerleşik hayata geçti.
Selçuklu Devletinin kurulmasında esas rolü oynayan Oğuzlar ve diğer Oğuz boyları, 11. yüzyılın ikinci yarısından itibaren akın akın İran, Irak, Anadolu ve Suriye’ye doğru yayıldılar. Selçuklu Devletinin sınırlarını Ceyhun Nehrinden Akdeniz’e kadar genişlettiler. İslâmiyet'i kabul etmeden önce dünyevî maksatlar ve kuru cihangirlik için çalışan, harp eden ve soylarının temizliğiyle tanınan Oğuzlar, İslâm dînini kabul ettikten sonra, Allahü teâlânın yüce dîni olan İslâmiyet'i yaymaya gayret ettiler. Gittikleri yerlerde doğruluğun, adaletin, ilmin ve medeniyetin savunuculuğunu yaptılar. İnsanlara hizmet etmek, ilmin ve medeniyetin yayılmasını sağlamak için pekçok cami, medrese, kervansaray, hamam ve köprü yaptırdılar. Büyük Selçuklu, Türkiye Selçukluları, Akkoyunlular, Salgurlular, Artukoğulları, Karamanoğulları, Ramazanoğulları, Dulkadiroğulları ve Osmanlı devletlerini kurarak İslâm dîninin yayılmasına hizmet ettiler. İslâmiyet'in ve Müslümanların yok edilmesi için çalışan Haçlılara karşı parlak zaferler kazandılar. İslâmiyet'e, ilme ve adalete karşı olan ortaçağ Avrupa’sına pekçok yenilikleri götürdüler. Dokuz yüz sene boyunca, kurdukları devletlerin sınırları içinde yaşayan bütün unsurlara karşı İslâm dîninin emirleri doğrultusunda hareket ederek, hizmet ettiler. Bugün Türkiye, Âzerbaycan, İran, Türkmenistan, Afganistan, Irak ve Suriye’de yaşayan Türkler, Oğuzların neslindendir.
Oğuz teşkilâtı, yirmi dört boyun çıkardığı sülâleler ve meşhûr şahsiyetleri:

Boz-Oklar: Dış Oğuzlar da denip, Sağ kolu teşkil ederler. (Bkz. Oğuz Kağan Destanı)

1. Gün-Alp/Gün-Han: Sembolü şâhin. Oğulları: a) Kayıg/Kayı-Han: “Sağlam, berk” mânâsındadır. Üç kıta ve yedi denize altı yüz yıldan fazla hâkim olan Osmanlı sülâlesi bu boydandır. Kayı Boyundan Ertuğrul Gâzi ve her biri birer müstesnâ şahsiyete sâhip, çoğu dâhî, cihangir, kumandan, şâir ve sanatkâr olan Osmanlı sultanları, Kayı Han neslinin kıymetini göstermeye kâfidir. b) Bayat: “Devletli, nîmeti bol” mânâsındadır. Maraş ve çevresine hâkim olan Dulkadiroğulları, İran’da Kaçarlar, Horasan’da Kara Bayatlar, Maku ve Doğubeyazıt hanları, Kerkük Türkmenlerinin çoğu, bu boydandır. Dede Korkut kitabını 1480’de Hicaz’da yazan Tebrizli Hasan ve meşhûr şâir Fuzûlî bu boydandır. c) Alka-Bölük/Alka-Evli: “Nereye varsa başarı gösterir” mânâsındadır. Türkiye ve Âzerbaycan’daki Alaca, Alacalılar adı taşıyan yerler bu boyun hatırasıdır. d) Kara-Bölük/Kara-Evli: “Kara otağlı (çadırlı)” mânâsındadır. Karalar ve karalı gibi coğrafî yer adları bunlardan kalmadır.

2. Ay-Alp/Ay-Han: Sembolü kartal. Oğulları: a) Yazgur/Yazır: “Çok ülkeye hâkim” mânâsındadır. Ab-Yabgu devrindeki Yenibent Yabguları, Batı Türkistan’daki Cend Emirleri, Kara-Daş denilen Horasan Yazırları, Ahıska’dan aşağı Kür boyundaki Azgur-Et (Azgur Yurdu) Kalesi, Kürmanç Kürtlerinin Azan Boyu, Toroslardaki Gündüzoğulları Hanedanı bu boydandır. b) Tokar/Töker/Döğer: “Dürüp toplar” mânâsındadır. Yenikentli Vezir Ayıdur, Harput-Diyarbakır-Mardin hâkimleri, Artuklular, Sincar-Siverek, Suruç arasında hâkim eski Caber Beyleri, Memluklar devrinde Halep Döğeriyle Hama Döğerleri, bugünkü Mardin-Urfa arasında yirmi dört oymaklı Kürt Döğerleri, Hazar Denizi doğusundaki Saka Boyu Takharlar; Şavşat’taki Ören kale, To-Kharis ve Malatya’nın Tokharis bucağı, Dağıstan’daki Digor ve Kars ve Arpaçay sağındaki Digor kazası bu boydan hatıradır. c) Totırka/Dodurga/Dödürge: “Ülke almak ve hanlık yapmak” mânâsındadır. Sivas doğusundaki Tödürgeler bu boydandır. d) Yaparlı: “Misk kokulu” mânâsındadır. Zaza Çarekliler ve misk ticareti yapan Yaparı Oymağı bu boydandır. Yaparı Oymağının Akkoyunlu ve Giraylı camilerinin mihrap duvar harcına bu güzel ıtriyattan kattıklarından hâlâ hoş kokmaktadır. Diyarbakır ve Kırım’da hatıraları vardır.

3. Yıldız-Alp/Yıldız Han: Sembolü tavşancıl. Oğulları: a) Avşar/Afşar: “Çevik ve vahşî hayvan avına hevesli” mânâsındadır. Hazistan Beyleri, Konya’daki Karamanoğulları, İran’daki Avşarlı Nâdir Şah ve hanedanı, Ürmiye ve Horasan Afşarları bu boydandır. b) Kızık: “Yasakta pek ciddi ve kuvvetli” mânâsındadır. Gaziantep, Halep ve Ankara çevresindeki Kızıklar, Doğu Gürcistan’da ve Şirvan batısındaki ovaya Kızık adını verenler bu boydandır. c) Beğdili: “Ulular gibi aziz” mânâsındadır. Harezmşahlar, Bozok/Yozgat-Raka/Halep çevresindeki Beğdililer, Kürmanç Badılları bu boydandır. d) Karkın/Kargın, “Taşkın ve doyurucu” mânâsındadır. Akkoyunlu-Dulkadiroğlu ve Halep-Hatay bölgesindeki Kargunlar, Doğu Anadolu ve Âzerbaycan’daki ilkbaharda eriyen karların suları ile kopan sel ve su kabarmasına da Kargın/Korkhun denilmesi bu boyun adındandır.

Üç-Oklar: İç Oğuzlar da denilir, sol kolu teşkil ederler.

1. Gök-Alp/Gök Han: Sembolü sungur. Oğulları: a) Bayundur/Bayındır: “Her zaman nîmetle dolu yer” mânâsındadır. Akkoyunlular sülâlesi, İzmir’den Âzerbaycan’daki Gence’ye kadar Bayındır adlı yerler bu boydan gelir. b) Beçene/Beçenek/Peçenek: “İyi çalışkan, gayretli” mânâsındadır. Karadeniz kuzeyi ile Balkan Yarımadasına göçen ve 1071 Malazgirt ile 1176 Miryokefalon Meydan Muhârebelerinde Bizanslılardan ayrılarak Selçuklular safına geçen Peçenekler, Dicle Kürmançlarının iki ana kolundan güneydeki Beçene Kolu, Ankara-Çukurova Halep bölgelerindeki Türkmen oymaklarından Peçenekler bu boydandır. c) Çavuldur/Çavındır: “Ünlü, şerefli, cavlı” mânâsındadır. Türkmenistan’da Mangışlak Çavuldurları, Çorum çevresindeki Çavuldur ve Anadolu’daki Çavdar Türkmen oymakları, Erzurum ve çevresindeki Çoğundur adlı köyler bu boyun adından gelmektedir. d) Çepni: “Düşmanı nerede görse savaşıp hemen çarpan, vuran ve hızlı savaşan” mânâsındadır. Rize-Sinop arasındaki çok usta demirci Çepniler ve Çebiler, Kırşehir, Manisa-Balıkesir çevresindeki ve Kars ile Van bölgelerinde Türkmen Oymağı Çepniler bulunmaktadır.

2. Dağ-Alp/Dağ Han: Sembolü uçkuş. Oğulları: a) Salgur/Salur: “Vardığı yerde kılıç ve çomağı ile iş görür” mânâsındadır. Kars ve Erzurum hâkimi Salur Kazan Han Sülâlesi, Sivas-Kayseri hükümdarı âlim ve şair Kadı Burhâneddin Ahmed ve Devleti, Fars Atabegleri, Salgurlular, Horasan’daki Teke-Yomurt ve Sarık adlı Türkmenlerin çoğu bu boydandır. b) Eymür/Imır/İmir: “Pek iyi ve zengin” mânâsındadır. Akkoyunlu, Dulkadirli ve Halep Türkmenleri içindeki Eymürlü/İmirlü oymakları, Çıldır ve Tiflis’teki iyi halıcı ve keçeci Terekeme Oymağı bu boydandır. c) Ala-Yontlup/Ala-Yundlu: “Alaca atlı, hayvanları iyi” mânâsındadır. Yonca kelimesi bu boyun hatırasıdır. d) Yüregir/Üregir: “Daima iyi iş ve düzen kurucu” mânâsındadır. Orta Toros ve Çukurova Üç-Oklu Türkmenlerinin çoğu, Adana’daki Ramazanoğulları bu boydandır.

3. Deniz Alp/Deniz Han: Sembolü çakır. Oğulları: a) Iğdır/Yiğdir/İğdir: “Yiğitlik, büyüklük” mânâsındadır. İçel’in Bozdoğanlı Oymağı, Anadolu’da yüzlerce yer adı bırakan İğdirler, İran’da büyük Kaşkay-Eli içindeki İğdirler ve Iğdır adı, bu boyun hâtırasıdır. b) Beğduz/Bügdüz/Böğdüz: “Herkese tevâzu gösterir ve hizmet eder mânâsındadır. Dicle Kürtleri ilbeği olup, Hazret-i Peygamber’e elçi giden (622-623 yılları arasında Medîne’ye varan), Bogduz-Aman Hanedanı temsilcisi ve Kürmanç’ın iki ana kolundan Bokhlular/Botanlar, Yenikent-Yabgularından onuncu yüzyıldaki Şahmelik’in Atabegi Kuzulu, Halep Türkmenlerinden Büğdüzler bu boydandır. c) Yıva/Iva: “Derecesi hepsinden üstün” mânâsındadır. Büyük Selçuklu Sultanı Melikşâh (1072-1092) devrinde Suriye ve Filistin’i feth eden Atsız Beğ, 12. yüzyılda Hemedân batısında Cebel bölgesi hâkimleri Berçemeoğulları, Haçlıları Halep çevresinde yenen Yaruk Beg, Güney-Âzerbaycan’daki Kaçarlu-Yıva Oymağı bu boydandır. Ankara’da çok makbul yuva kavunu bu boyun yerleştiği ve adları ile anılan köylerde yetişir. d) Kınık: “Her yerde aziz, muhterem” mânâsındadır. Büyük ve Anadolu Selçuklu devletleri, Orta Toroslardaki Üçoklu Türkmenler, Halep-Ankara ve Aydın’daki Kınık Oymakları bu boydandır.

                                      ===0===


OĞUZ KAĞAN'IN TÜRKLÜK DUASI

ULU TANRI !.
GÜZEL TANRI !.
GÖK TANRI !.
Sen Türk'ü Türk yurtlarını koru !.. Düşman şerrinden sakla ! TÜRK'ü yiğitlikte daim et ! TÜRK'ü erlik davasıyla yaşat ! TÜRK'ü gerçekçi yap ! TÜRK'ün gönlüne herşeyden önce, hatta kursağına ekmek koymadan evvel TÜRK'lük sevgisini koy ! TÜRK'ü ideal ile yaşat ve ideali hakikat yapmaya çalışsınlar ! Törelerini canları gibi saklat ! TÜRK'e zevk ve rahat verme ! Bilakis zahmete alıştır ! Zahmetle yürekleri, bedenleri demir olsun ! Bu sayede onlara yüksek çalışma kudreti verirsin ! TÜRK'ü faal, cevval edersin. TÜRK'e değişmez bir seciye ver ! Zamanla seciyesi değişmesin, sade tekemmülle tadilat görsün !


ULU TANRI !.
Milli kuvvet, namus, ahlak, azim , sebat, ideal, TÜRKÇÜLÜK ruhu, yurtseverlik, ilim, sanat teşkilatı, intizam, beden kuvveti ve zenginlik ile hasıl olduğundan; TÜRK'e bunları ver ! TÜRK'ten hırsız, namuzsuz türerse hemen kahret ! TÜRK'e benlik, hem de yüksek bir benlik ver ! TÜRK nefsine itimat sahibi olsun ! TÜRK'ü muhakemeli, ciddi adam olarak yarat ! Hissiyatına kapılıp, öfke ile ayaklanmasın ! Birden barut gibi parlamasın ! Daima soğuk kanlı olsun ! TÜRK'ü her milletten cesur yarat ! Öç almayı TÜRK asla unutmasın !

ULU TANRI !.
Namuzsuz bir tek TÜRK yaratacağına, dünyayı yık daha iyi ! Ne kadar korkak TÜRK varsa hepsini helak et ! TÜRK herşeyi mukayese etsin ! Yalnız akıl ve mantık denen şeylere bırakma onu ! Sabırlı, derde dayanıklı olsun ! İradesi çelik gibi olsun ! Dönek TÜRK yaratma ! TÜRK'leri maymun iştahlı yapma ! TÜRK daima ihtiyatla adım atsın ! Kimsenin tatlı diline inanmasın ! Kimseye emniyet olmasın ! Çalışma zekâdan üstün bir kıymet olduğundan, TANRI, sen TÜRK'ü çalışkan et ! TÜRK'ün ömrü çalışma ile geçsin ! Ona daima çalışma aşkı ver ! Hele elbirliği ile çalışmayı alet etsin ! Tembel TÜRK'ü hemen öldür !

TÜRK'e her milletinkinden üstün zeka ver! Zeka ve çalışma; ikisi bir arada olunca TÜRK'ün önünde durulmaz! Milli büyüklüğün tek şartı yüksek ideal, buna alışmak için de yüksek ahlak, fedakarlık ve sebat lazım olduğundan TÜRK'leri ahlaklı, sebatlı ve fedai kıl! TANRI, TÜRK'leri sen kendi elinle birleştir ve herşeyden evvel ruhları birleşsin! Onları tek bir kafa gibi birleştirici kültür sahibi et! TÜRK'ü töresine sadık kıl, Tanrı! TÜRK budunu: Biliniz ki atalar töresi asırların tecrübesi ile husule gelmiş büyük bir hikmettir. Tanrı beni töreye dokunmaktan ve dokundurmaktan sakladı ve saklasın

ULU TANRI !.
Türk milletini lafçı değil, elinden iş gelir insanlar et ! Bir şey söylemek vazife yapmak değildir. Onu fiilen yapmak ve yaptırmanın vazife olduğunu beyinlere sok !


GÜZEL TANRI !.

Sana hepsinden çok yalvardığım şudur : TÜRK'ü dalkavukluktan kurtar ! Dalkavukluk ve emsali vasıtalara zengin olmaktan koru ! TÜRK'e kötü para hırsı verme ! Dalkavukları yok et !

AMAN TANRI !.
TÜRK aile, töre ve disiplinini her şeyden evvel koru! TÜRK toprağında hürler yaşasın. Adaletten başka bir şey hüküm sürmesin! Sen TÜRK'e tabii şeylere tabiata karşı sevgi ver! TÜRK yurdunda yoksulluk o kadar azalsın ki fakirlik suç sayılsın!

Acunu ( Dünyayı ) Yaratan Yüce Tanrı !.
TÜRK'e insaniyetten evvel TÜRK milletini düşündür. İnsanların insaniyet dedikleri şey, göz boyamak için icat edilmiş bir boyadır. İnsaniyet maskesi taşıyan öyle milletler vardır ki maskelerinin altında canavarlar yaşar. İnsaniyeti gören olmadı. TANRI, TÜRK'e sağlam, sürekli irade ver! Güçlüklerde, sabrını, tahammülünü aynı zamanda gayretini arttır! Ona esas seciye olarak vazife muhabbeti ve mesuliyet duygusu ver! Mesuliyeti TÜRK yurdundan eksik etme! En büyük kuvvetinTÜRKLÜK aşı olduğunu TÜRK'e öğret!

TANRI !.
TÜRKÇE konuşulan, TÜRK'e yurtluk etmiş olan yerleri kıyamete kadar TÜRK'ün hükmü altında bırak !

YÜCE ALLAH TÜRKÜ KORUSUN
===0===

                                                                       KARGIN 
                                






—  Köy  —

Ülke







318
71
7152

                            

                                                   KARGIN KÖYÜ FOTOĞRAFLARI


Kargın Köyü Camii









KültürKöyün Türkmen kültürü yaygındır.

Coğrafya; Kırıkkale iline 35 km, Balışeyh ilçesine 15 km uzaklıktadır.
İklim; Köyün iklimi, karasal iklimi etki alanı içerisindedir.

Altyapı bilgileri; Köyde, ilköğretim okulu vardır ancak kullanılamamasının yanı sıra taşımalı eğitimden yararlanılmaktadır. Köyün içme suyu şebekesi ve kanalizasyon şebekesi vardır. PTT şubesi ve PTT acentesi yoktur. Sağlık ocağı ve sağlık evi yoktur. Köye ulaşımı sağlayan yol asfalt olup köyde elektrik ve sabit telefon vardır.

Nüfus; Yıllara göre köy nüfus verileri, 2012 yılında 78, 2000 yılında 171,  1997 yılında  136 dir.

Ekonomi; Köyün ekonomisi tarım ve hayvancılığa dayalıdır.

            Köyümüz Yer ve Mevki isimleri;
           Ankara - Samsun Karayolunun köyümüz tarafı (kuzey tarafı) yer ve mevki isimleri:
- Çit özü (Ankara Samsun yolu paraleli)
- Taşlı Yokuş,
- Cin özü,
- Katranlı ( Çit özünün Yağlı kasabasına doğru devamı)
- Büyük Beşiktepe, (Yağlı kasabasına sınır)
- Küçük Beşiktepe, (  "              "           " )
- Hu Bayırı ,             (Karalı köyüne sınır)
- Damlacık,                   "           "         "
- Çukurçeşme,              "           "         "
- Kınalı Çeşme,             "           "         "
- Ören,                           "           "          "
- Öz,                              "           "          "
- Çatal Arkaç,              "           "          "
- Çayın Yanı, (köy önü harman yeri bitişiiği)
- Döllük,     (Yenilli köyü sınır)
- Beserek,       "        "       "
- Baygara,       "        "       "
- Gücük Burnu, (Ankara-Samsun yolu kenarı İzzet köyü sınır)
- Sahan Ağzı, (Köy girişi gedik yanı)
                
 Ankara-Samsun Karayolu Güney tarafı
- Pekmez Toprağı     (İzzettin köyü sınır )
- Elicek,                        "         "       "
- Acem Bayırı,    (Yağlı Kasabası-İzzettin köyü sınır.)
- Kangallı.  (Yağlı kasabası sınır.)
                
                                               KARGIN KÖYÜ FOTOĞRAFLARI 
                                                             (12.03.2015)






                                       06.07.2016 RAMAZAN BAYRAMI






































İlçe:BALIŞEYH

(İlçe adını Oğuz Kayı Beyi Ertuğrul Gazi’nin yakın arkadaşı Şeyh Edebali’nin diğer adı olan Balı-Şeyh’ten almıştır. Yerleşim tarihi 1230-1258 yılları arasındadır. İlçede Selçuklu dönemine ait caminin bulunması bu tarihi doğrulamaktadır.İlçe kuzeyde Sulakyurt İlçesiyle 24 km., güneyde Keskin İlçesiyle 12 km., doğuda Delice İlçesiyle 35 km. ve batıda Kırıkkale Merkez İlçesiyle 47 km. mülki sınırları ile çevrilmiş; toplam 136 km. mülki sınırlara ve 615 km2 yüzölçümüne sahiptir.İlçeden geçen E-88 Devlet Karayolunun Ankara’yı Karadeniz ve Doğu İllerine bağlayan önemli yollardan biri olması ayrıca D.D.Y.’nın geçmesi, İlçenin önemini arttırmaktadır.İlçede genellikle karasal iklim sürmektedir. Yazları sıcak ve kurak, kışları genellikle soğuk ve kısmen kar yağışlıdır.Bölgenin en yüksek kesimi güneyde bulunan Denek Dağı ile kuzeydoğuda bulunana Koçubaba Seydim Tepesi’dir. Bu iki bölümde E-88 Devlet Karayoluna gelindikçe alçalan bir arazi kesimi mevcuttur. E-88 Devlet Karayolunun bulunduğu kısım düz ve ova görünümündedir. Bölge arazisinin hemen hemen tamamı tarım alanıdır. İlçe dahilinde en yüksek rakım 1140 m., en düşük rakım ise 872 m, ortalama rakım ise 1000 m’dir.İlçenin 2000 nüfus sayımına görei merkez nüfusu 3344, Koçubaba 811, Kulaksız kasabası 1435 ve köyler nüfus toplamı 6618’dir. İlçenin genel toplam nüfusu ise 13.702 ‘dir. İlçeye Kulaksız, Koçubaba kasabaları ile 26 adet köy bağlıdır. )

 

İl: KIRIKKALE

İle Uzaklığı:35km

İlçeye Uzaklığı:15km

Rakım:960m


Tarihi:

Karkın boyu: Karkın boyu Oğuz Kağan Destanı'na göre Oğuzların 24 boyundan biridir. Bu boyların Bozoklar kolundan (sağ kolundan) Oğuz Kağan'ın oğlu Yıldız Han'ın soyundan geldikleri kabul edilir. Akkoyunlu ve Dulkadiroğulları bu boydan gelmektedir. Karkın “Taşkın ve doyurucu” anlamındadır.

Kargın, Kırıkkale ilinin Balışeyh ilçesine bağlı bir köydür. Köy 11.yy başında oğuz boylarından olan karkın boyu tarafından kurulmuştur.Başlarda yerleşik yaşama geçmeyip sonradan geçmişlerdir.Köyü kuran boyun daha birçok ilde yerleşim yerleri   vardır.
Kargın, Kargın Türkmanı.
Balışeyh ilçesine bağlı Kargın köyünün bu cemaat tarafından kurulduğu tahmin edilmektedir. Karkın Oğuzların Bozok kolundan Yıldızhan'ın 4.oğlunun adı olup bu aşiretin büyük bölümü  Dulkadirli aşireti arasında bulunuyordu.
Prof. Dr.Faruk Sümer, Oğuz boylarından olan Kargın/Karkın'ların Doğu Anadolu'dan başlayıp Batı Anadolu'ya kadar Anadolu'da geniş bir sahada yayıldıklarını belirterek 16.yüzyıla ait kayıtlarda Karkın isimli yer adlarının sayısı 62 olmakla beraber bu gün bu sayının 34'e düştüğü ifade edilmektedir.
16.Yüzyılda arşiv belgelerinde geçen Karkın yer adlarının dağılışı ise Akşehir, Amasya, Ankara, Beğ-şehri, Bolu, Bozok, Canik, Çorum, Diyarbakır, Erzurum, Hamid, Hüdavendigar, Kara Hisar-ı Sahib, Kara Hisar-ı Şarki, Kayseriyye, Kengıri, Kırşehri, Konya, Malatya, Mardin, Saruhan, Sivas, Sultanönü, Teke gibi sahalarda olduğunu görüyoruz.
Kırşehir yöresinde Kaman ilçesine bağlı Kargın Yenice, Kargın Kızıközü, Kargın Meşe, Kargın Selimağa yerleşim yerleri ile Mucur ilçesine bağlı Kargın köyü bu cemaatın yörede iskan edildiğini göstermektedir.  Bu yöre ile ilgili araştırmalarda bu köy ve kasabalar ziyaret edilerek bilgi alınmış ve Yeşil Kaman adlı eserde yayınlanmıştır.
Ayrıca Kalecik ilçesine bağlı Kargın köyü bulunmakta olup, Malazgirt Zaferi'nden sonra bu yöreye Orta Asya'dan gelen Türkler tarafından kurulduğu bahsedilmektedir.
1893 yılında Keskin kazası  dahilinde "Kargıniğdi" ve "Karakargın" adıyla iki köyde yaşadıkları anlaşılan bu aşiretin günümüzde Balışeyh idari sahasında bulunan KARGIN köyü olduğu anlaşılmaktadır.

1- Elde edilen 17.06.1320 - (17.Haziran.1904) tarihli türkçe kayıtlardan edinilen bilgilere göre, köyümüzün kuruluşunda 16 hane olarak ilk yerleşenler YAVANOĞULLARI lakabı ile anılan ALİ YAVANOĞLU (ki soyadı kanunu çıktıktan sonra UYGURTAŞ soyadını alan atalarımızdır) Yavanoğlu Ali'nin Kamil ve Yusuf isimli iki oğlu vardır. Kamil'in üç oğlu vardır. Rıza, Mehmet Ali ve Yusuf  (Koca Yusuf) . 1898 d.lu Yusuf Uygurtaş'ın (Koca Yusuf) ; 1924 d.lu :Selbi UYGURTAŞ, 1925  d.lu Kamil UYGURTAŞ, 1926 d.lu İhsan UYGURTAŞ, 1930 d.lu Zümrüt (Bedriye) UYGURTAŞ (Yüksel) , 1930 d.lu Gülsüm (Keziban) UYGURTAŞ (Uçarsu) , 1940 d.lu Şahinder UYGURTAŞ (Kanmaz) isimli çocukları vardır.  Yusuf'un oğlu Kamil, Kamil'in altı oğlu vardır, (Münür) Yaşar UYGURTAŞ. Nihat UYGURTAŞ, Yalçın UYGURTAŞ, Seyhan UYGURTAŞ, Yusuf UYGURTAŞ, Salih UYGURTAŞ.
17 hane olarak gelen YAVANOĞLU YUSUF, Yusuf'un oğlu Haydar, Mehmet ve Raşit'dir.
15 hane olarak gelen YAVANOĞLU MEHMET, 
Yavanoğlu MEHMET ile Yavanoğlu YUSUF' un babaları YAVANOĞLU ALİ ile kardeştir.

2- ÇİFTÇİVELİOĞULLARI lakaplı (ki soyadı kanunu çıktıktan sonra ERMAN soyadını almışlardır. MOLLA MUSTAFA, 20 hane olarak gelmiş,
ÇİFTÇİVELİOĞULLARI lakaplı MAHMUT 21 hane olarak gelmiştir.

3- HÜSEYİNKAHYA OĞULLARI lakaplı (soyadı kanunu çıktıktan sonra KANMAZ soyadını almışlardır.) 7 hane olarak gelmişlerdir.
Hüseyinkahya oğlu ÖMER 1 haneye, oğlu Ahmet
Hüseyinkahya oğlu BATTAL 2 haneye, oğlu Ömer
Hüseyinkahya oğlu YUSUF 3 haneye, oğlu Osman
Hüseayinkahya oğlu, SÜLEYMAN 4 haneye, oğlu Osman
Hüseyinkahya oğlu, İBRAHİM 5 haneye, oğlu Osman
Hüseyinkahya oğlu BEKTAŞ 6 haneye, oğlu Hasan
Hüseyinkahya oğlu BİNBAŞOĞLU 7 haneye gelmişlerdir.

Kültür; Köyün gelenek, görenek ve yemekleri hakkında bilgi yoktur.

Coğrafya; Kırıkkale iline 35 km, Balışeyh ilçesine 15 km uzaklıktadır.

İklim; Köyün iklimi, karasal iklimi etki alanı içerisindedir.

Nüfus; Yıllara göre köy nüfus verileri, 2012 yılında 78, 2000 yılında 171,  1997 yılında  136 dir.

Ekonomi; Köyün ekonomisi tarım ve hayvancılığa dayalıdır.

Muhtarlık; Yerleşim yerinin köy tüzel kişiliği alması ile birlikte köyün tüzel kişiliğini temsil etmesi için köy muhtarlık seçimleri de yapılmaktadır.

Altyapı bilgileri; Köyde, ilköğretim okulu vardır ancak kullanılamamasının yanı sıra taşımalı eğitimden yararlanılmaktadır. Köyün içme suyu şebekesi ve kanalizasyon şebekesi vardır. Ptt şubesi ve ptt acentesi yoktur. Sağlık ocağı ve sağlık evi yoktur. Köye ayrıca ulaşımı sağlayan yol asfalt olup köyde elektrik ve sabit telefon vardır.



                                               KARGIN KÖYÜ FOTOĞRAFLARI

Köyün Suyu





Gün Batımında Köyümüz



































1.                               
 KARGIN
Kargın…………………………………………… Afyon-Sandıklı
Kargın…………………………………………… Ankara-Çubuk
Kargın…………………………………………… Ankara-Kalecik-Çardır
Kargın…………………………………………… Kırıkkale-Balışeyh(Balışık)
Kargın…………………………………………… Antalya-Korkuteli
Kargın…………………………………………… Balıkesir-Bigadiç
Kargın…………………………………………… Çorum-Alaca
Derekargın……………………………………… Çorum-İskilip
Kargın…………………………………………..   Erzincan-Tercan
Kargın…………………………………………..   Eskişehir-Merkez
Karkın…………………………………………..   Eskişehir-Sivrihisar
Kargın…………………………………………… Kastamonu-Tosya
Kargın-Kızıközü……………………………….. Kırşehir-Kaman
Kargın-Meşe……………………………………      “ - “ 
Kargın-Selimağa……………………………….      “ - “
Kargın-Yenice………………………………….            “ - Mucur
Karkın…………………………………………..  Konya-Çumra
Dedekarkın……………………………………   Malatya-Yazıhan
Kargın…………………………………………… Manisa-Turgutlu-Ahmetli
Kargınışıklar…………………………………… Manisa-Demirci-Karbasan
Kapugargın(Kargınkürü)……………………   Muğla-Köycegiz-Ortaca
Kargın…………………………………………… Aksaray-Taşpınar
Kargın…………………………………………… Sivas-Koyulhisar
Kargın…………………………………………… Sivas-Yıldızeli-Çırçır
Kargın(Demenikargın)………………………… Tokat-Çamlıbel
Kargıncık(Karkıncık)………………………….    “ - “
Kargın……………………………………………      “ - Turhal

Karkın Boyu
Karkın boyu Oğuz Kağan Destanı'na göre Oğuzların 24 boyundan biridir. Bu boyların Bozoklar kolundan (sağ kolundan) Oğuz Kağan'ın oğlu Yıldız Han'ın soyundan geldikleri kabul edilir. Akkoyunlu ve Dulkadiroğulları bu boydan gelmektedir. Karkın “Taşkın ve doyurucu” anlamındadır.


I. Yer ismi olarak Kargın:
Kargın kelimesi yaygın olarak Anadolu’da birçok bölgede; eriyen karların oluşturduğu gür ve bol suyun tatlı bir meyilden, taşlar üzerinden sekerek akmasına verilen addır. Nitekim Anadolu’daki bir çok Kargın, Korhun, Korkun, Karkın, Garkın adlarının geçtiği köylerin yakınlarında bu tarz akarsunun bulunduğu görülür. “Kargın, karkın, korgun, ve korhun, karkin, karkine” Anadolu’da değişik yörelerin ağızlarında aynı kelimenin şîve değişiklikleriyle ortaya çıkmış bir kavramdır. Tarlanın sudan çamur haline gelmesi, üstü kuru gibi görünüp altı bataklık olan yer, dereler çekildikten sonra kalan toprak ve malın çokluğundan fiyatın düşmesi anlamlarını da taşımaktadır.
Yine Prof. Dr. Hasan Eren’in Türk Dilinin Etimolojik Sözlüğü’nde “kargın” kelimesi, eriyen karların oluşturduğu akarsu, karla karışık yağan yağmur, marangozlukta kullanılan bir çeşit rende, biçiminde açıklandıktan sonra; karık, bağ- bahçe sulamak, su yolu, ark, bu arklar arasında kalan ve tohum ekmek için kullanılan evlek, sabanla tarlada açılan çizi anlamlarında da geçmektedir.

II. Eşya adı olarak Kargın:
Eşya adı olarak üç ayrı anlama gelmektedir. Birincisi, marangozlukta kullanılan rendedir. İkincisi, su değirmenlerinde üst taşının konulmasına yarayan bir çeşit çatal ağaç. Üçüncü olarak da karaya veya mora boyanmış deri anlamında kullanılmaktadır. Çanakkale yöresinden yapılan bir derlemede Tanıklarıyla Derleme Sözlüklerinde, Karkın, hayvanın sağrısından çıkan siyah ve işe yaramaz deri diye adlandırılmaktadır. Şemsettin Sami bu anlamı Arapça ed-Dâriş kelimesinin Türkçe karşılığını verirken şu şekilde açıklamaktadır:
ed-Dariş: maruf siyah deriye denir. Türkî’de Karkın tabir olunur deri olacaktır ki, sağrının siyah ve işe yaramaz olanıdır.”
Ayrıca diğer Türk lehçe ve ağızlarında Kargın kelimesinin anlamına baktığımız zaman özellikle Kazakça sözlüklerde Karkın kelimesinin karşılığı olarak iki ayrı anlama yer verildiği görülmektedir. Bunlardan birincisi “süratlilik çabukluk” ; ikincisi ise “güç kuvvet”. Bunların su ile bağlantısı bulunmamakla birlikte eriyen kar sularının taşlar üzerinde gür ve hızlı akışı ile anlamca bir yakınlık taşıdığı açıktır. (Yücel, Oraltay, Pınar 1984: Karkın mad.)
Kazakistan’da bir komisyon tarafından hazırlanan Kazak SSR Ğılım Akademiyası Til Bilimi İnstitü, Kazak Tilinin Tüsindirme Sözdigi isimli sözlüğün VI. Cildinin 94. sayfasında da şu bilgiler yer almaktadır:
“Kargın: derelerde ve çataklarda boz bulanık akan, içinde taş ve toprak bulunan yağmur suyu, sel.”

III. Kavram olarak Kargın:
Kargın kelimesi kavram olarak: Ağzına kadar dolmuş, tuğyan halinde anlamı vardır. Ayrıca doymuş, tok, hesabını bilmeyecek kadar zengin anlamına geldiği gibi, tarlada mahsulün fazla büyüyerek yere yatması durumuna da Kargın denilmektedir. Yine aynı sözlüklerde kavram olarak: malın çokluğundan fiyatın düşmesi anlamına da gelmektedir. Yine üretimin veya malın çokluğu sebebiyle fiatının düşmesi anlamına geldiğini görmekteyiz.

IV. Şahıs adı olarak kargın:
Bizim asıl konumuzu teşkil eden Kargın kelimesinin bu anlamıdır. Elimizdeki bir çok belgede olduğu gibi kaynakların tamamında da Dede Garkın, Kargın Dede ve Karkın Dede adlarıyla geçmektedir. Gerek kaynaklarda, gerekse halk arasında yaklaşık 9. yüzyılda yaşadığı kabul edilen bir inanç önderi olan Dede Numan Garkıni’ye işaret etmektedir. Elimizdeki belgelerde de inanç bakımından Garkın Ocağı’nın bilinen en eski ismi olarak bu isim geçmektedir. Üzerinde geniş geniş duracağımız ve bütün belgelerini yayınlayacağımız bu ocağın şeçere ve icazetnameleri ile gün ışığına çıkacak olan Anadolu’da bir ocağın tarihi asıl konumuzu teşkil etmektedir.



V. Boy adı olarak Kargın:
Kargın, bir oymak adı olarak da bir çok eski belgede ve tahrir defterlerinde geçmektedir. Bu konudaki en eski belge Mehmet Neşri Efendi’nin hazırladığı ve 2. Beyazit döneminde kaleme alınmış olan Kitab-ı Cihannüma’da yer almaktadır. Kaynakların hiç birinde bu kaynağa atıf yapılmadığı için bilgiyi buraya aynen alıyoruz:
“Etrak şöyle zu’m iderlerdi ki Hak sübhanehu ve Teala kelam-ı kadiminde zikr itdügi İskender-i zül-karneyn meğer bu ola(Oğuz Kağan) dirlerdi ve Oğuz’un sülbünden altı oğlu oldu. Biri Günhan ve biri Ayhan ve biri Yıldızhan ve biri Gökhan ve biri Dağhan ve biri Dingizhan ve bunların her birinin sülbünden dörder oglı oldu. Evlad-ı Günhan:Kayı, Bayat, Alkaevli, Karaevli. Evlad-ı Ayhan: Yazır, Düver, Bodurga, Yabırlı. Evlad-ı Yıldızhan: Avşar, Kartık, Biğdili, Karkın. Evlad-ıGökhan: Bayındur, Beceneh, Çavundur, Çepni. Evlad-ı Taghan: Salur, Aymur, Alayunklu, Üregir. Evlad-ı Dingizhan: İngdür, Üldür, Yive, Kınık.(Unat-Köymen:1987, 11-13)
Oğuz Han’ın altı oğlundan ve Bozoklu kolunu teşkil eden Yıldız Han boyu olan Avşar, Kınık Beydili gibi oymaklardan birinin adıdır. İleride yapacağımız atıflardan da anlaşılacağı gibi, Osmanlı belgelerinde, tahrir defterlerinde bu oymaklarla beraber anılması ve bu oymakların Anadolu’daki yerleştiği bölgelerde Karkın adını taşıyan köy, mezra veya belde düzeyinde yerleşim alanlarının adı olarak da kullanılmaktadır.(Benakay, Yahya, Yaşayan Alevilik, s. 45.) Başbakanlık Arşiv Belgelerine Göre Osmanlı İmparatorluğunda Oymak, Aşiret ve Cemaatler isimli kitabında Cevdet Türkay, şu bilgilere yer vermektedir:
“Dede Kargın, Dede Kargınlı(Dede Kargınlu), Dede Karkın Türkmânı(Türkmân-ı Yörükân Taifesi), Kars Meras Sancağı, Hüseyin Âbâd, Sivas Sancağı”(Türkay 1979, 313). Bu konuda yaptığımız bütün araştırmalarda Karkın kelimesiyle ilgili en geniş açıklamanın Türk Ansiklopedisi’nde olduğunu görüyoruz. Karkın sözüyle ilgili kaynak sıkıntısı dolayısıyla Türk Ansiklopedisi’ndeki Karkın maddesini araştırmacılara yardımcı olmak üzere buraya aynen alıyoruz:
“Karkın, Oğuz boylarından biri. Kaşkarlı Mahmut 22 Oğuz boyunun iki Kalaç (Halaç) boyu ile birleşerek 24 Oğuzları meydana getirdiğini anlatıp, Kargın ve İparlı) boylarının adını anmadığından sonraki oğuzlar kütüğünde tanıtılan bu iki boyun, 11. yy da Kalaç Türklerinden sayıldığı anlaşılmaktadır. Bu boyun adı eski kaynaklarda Karkın’dan başka Garkın, Karkun, Kargun biçimlerinde yazılır. Bu gün Anadolu’da Karkın (Afyon, Ankara, Antalya, Balıkesir, Çorum, Isparta Kastamonu, Niğde, Sivas) ve Kargın(Çorum, Eskişehir, Konya, Manisa, Niğde,) adlı köyler, bu boyun adını muhafaza etmişlerdir.
Dede Kargınlular, Maraş-Elbistan’daki Dulkadirlü ulusunun Göksun’da kışlayıp Binboğa dağında yaylayan güçlü bir boyu idi. 13 yy. başlarında Dulkadirlü ulusu arasında yaşayan “Dede Garkın evladı, II. Beyazıt çağında yazılan Hacı Bektaş Velayetnamesi’ne göre: Horasan’dan gelirken Hacı Bektaş Veli’nin Kayseri yolunda görüp, el verdiği Dulkadirlü İbrahim Hacı adlı bir çobanı mürit edinerek “Geyik derisinden bir börk” vermişken, bunu o çobanın oğullarından “Ünlü Dede Garkın’undur” diyerek “niza ile” ellerine geçirmişlerdi. Bundan sonra bütün Dede Garkınlular, bu biçimde geyik derisinden Bektaşi Börk’ü giyinerek “ocaklu boy” oluvermişlerdir.
Mardin’in Güney-Batısında, Kızıltepe (Koçhisar) yanındaki Dede Karkun adlı büyük köy resmî Akkoyunlu tarihi “Kitab-ı Diyarbekriye’de 1425 olayları arasında Karkun Dede ve 1515 ve 1516 Osmanlı fethi sırasında Dede Karkın (Karkun) diye anılmaktadır. Bu gün Malatya’nın Kuzey-Batı’sındaki Fethiye bucağının Dede Karkın Köyü, oradaki Kızılbaş Türkmen, Zaza ve Kurmançların ocak saydığı bir Bektaşi tekkesinin bulunduğu yerdir. III. Murat çağında tutulan Maraş Yörükleri defterinde, padişah hâsı sayılan Dulkadirlu ulusunun Eşkinciler taifesi denilen 24 oymaklı boyun bir oymağı Cemaat-i Dede Karkın diye anılıyor. Diyarbakır-Bismil köylerindeki Alevi Türkmenlerin bağlı bulunduğu Dede Karkun Ocağı Dedeleri, bu gün oradaki Büyük Kadı Kendi Köyünde otururlar. Maraş-Pazarcık bölgesinde Halep Salnamelerinde geçen göçebe Dede Karkun’lular köyü o çevredeki Aşağı Kılınçlu oymağının 6 tiresinden biri olup, dedeler de denilen Dede Karkınluların yeridir.” ( 1974, Karkın Mad. ).
Türk Ansiklopedisi’nde yer almayan Hacı Bektaş, Çankırı, Denizli, Kütahya, Bursa, ve Balkanlardaki Türk yerleşim bölgelerinde benzer köy yerleşim adlarına rastlıyoruz. Buradan iki anlam çıkmaktadır. Anadolu’ya yerleşim sırasında adlandırma yapılırken bölgenin toprak, su, iklim ve coğrafi yapısına göre, adlandırıldığı gibi, Türkmen oymaklarının adlarına göre de bölgelere değişik adların verildiği bilinmektedir. Büyük bir ihtimalle bölgedeki dere ve akarsuların durumuna göre yapılan adlandırmalarda Karkın boyunun adına izafeten aynı boy mensupları tarafından verilmiş olmalıdır. Prof. Dr. Yusuf Halaçoğlu, Osmanlı’da Devlet Teşkilatı ve Sosyal Yapı isimli kitabının 111 . sayfasında 14. ve 17. yüzyıl arasındaki tahrir defterlerinde 24 oğuz boyuna ait yer adlarının hayli yaygın olduğunu söylemekte ve bunlardan 99 tanesinin Kayı ismini, 86 sının Avşar ismini, 81’inin Kınık ismini 71 inin Eymir ismini, taşıdığını belirttikten sonra Anadolu’da 62 yerde Karkın isimli yerleşim yerinin olduğunu söylemektedir. Mercil ve Sevim, Selçuklu Tarihi isimli kitaplarında Kargınları Oğuz’un Bozoklar koluna bağlı bir oymak olduğunu söylerler. Anadolu’ya yayılışları itibariyle de diğer oymaklarla karşılaştırıldığında aynı kola bağlı oymakların birbirlerine yakın yerleştikleri görülmektedir.(Merçil-Sevim: 1995, 1)
Buradan da anlaşılacağı gibi, Karkın Anadolu’nun bir çok yerinde köy ve belde boyutundaki yerleşim yerinin adıdır. Bu tanıma bağlı olarak da Korkun ve Korgun adını
            Elimizde Karkın Dede ve Dede Karkun ile ilgili 1499 yılına ait belgeler ve daha sonra yazılmış olan III. Murat Dönemi’ne ait Maraş Yörükleri Defterlerinde Dede Karkın Ocağı mensuplarının yaşadığını kesin kabul edebileceğimiz yerleşim yerlerinin bulunduğunu görüyoruz. Karkunluların iki kola ayrıldıkları bunlardan bir kolunun Develi Karkun adını aldığını ve daha çok develerle kömür taşıyıcılığı yapan yerleşik bir kol olduğunu belgelerden öğreniyoruz. İkinci kol ise, Bozgeyikli Karkınları olarak adlandırılmış olup, kesin belgeleri bulunmamakla birlikte konar göçer olan bu Karkın kolunun, geyik ve geyiklerle ilgili Anadolu’daki söylencelerle bağlantılı olduğu anlaşılmaktadır. Kendilerinin geyik derisinden başlık taşımaları Velayetname’de anlatıldığına göre, bunun için İbrahim Hacıyla tartışmaları ve ondan bu başlığı alarak kullanmaları iddiayı güçlendirmektedir. 
         Kırıkkale insanı iç içe yaşantıyı köylerine isim olarak da yansıtmıştır.  Akçakavak, Kavakköy, Elmalı, Ayvatlı, Armutlu, Kavlak, Kavurgalı..
        Kişi adları alan köy isimleri de Kırıkkale’de geniş yer tutar. Aydınşeyh, Balışeyh, Hıdırşeyh, Hasandede, Haydardede..
        Sulakyurt, Yaylayurt, Polatyurt gibi yerleşim yerlerinde “yurt” sözcüğünün kullanıldığı görülmüş olup,
         Büyükafşar, Küçükafşar, İmirli gibi  KARGIN’  adı TARİHİ YERLEŞİM ADIDIR.

Karkın boyu Karkın boyu Oğuz Kağan Destanı'na göre Oğuzların 24 boyundan biridir. Bu boyların Bozoklar kolundan (sağ kolundan) Oğuz Kağan'ın oğlu Yıldız Han'ın soyundan geldikleri kabul edilir. Akkoyunlu ve Dulkadiroğulları bu boydan gelmektedir. Karkın “Taşkın ve doyurucu” anlamındadır.

TARİHTE KARGIN KÖYÜ



            Türkler’in tarihçe bilinen yurtlarını, çok sonraları Moğolistan denilen ülkenin denilen ülkenin batı kesimi teşkil ediyordu. Bu kesim aşağı yukarı doğuda Tula ve Tüngelik’in yukarı boylarına, kuzeyde Baykal, Kem ırmağı ve Tannu (Ola) dağlarına, batıda Altaylar’a ve Güneyde de Gobi çölüne kadar gidiyordu. Türk soyunun en eski temsilcisi Hunlar burada yaşadılar. Onları Sien-piler ve Juan-Juanlar izlediler. (Bunların Moğol asıllı oldukları kabul edilmiştir.) Sonra Gök Türkler geldiler. Gök Türkler devrinde, Tokuz-Oğuz, On Uygur, İki Ediz; izgil, Tarduş ve Tölis gibi Türk Budunları da (Budun:Aralarında töre, dil ve kültür ortaklığı bulunan boy ve soy bakımından da birbirine bağlı insan topluluğu. Kavim.) burada oturdular.

            Gök Türkler, devletlerini kurduktan (551) pek az sonra batıda feth ettikleri yerlerin geniş bir bölümünde de yurt tutmuşlardı. Yeni göçlerle batıdaki Türk yerleşmesinin sınırları genişledi. Öyle ki X.yüzyılda Türkler’in ezici çokluğu Doğu Türkistan’dan Hazar Denizi’ne uzanan geniş bölgede yaşıyordu.

            Fakat, tarihi Türk yurdu, yani Batı Moğolistan kesimi, bize göre, Türk soyunun ilk yurdu değildi. Türkler’in en eski yurtları kuzeyde, Sibirya’da, Baykalgölü ile Angara ve Yenisey ırmakları arasındaki bölge idi. Türk soyu orada milattan yüzyıllar önce avcılıkla geçen bir hayat sürdürdü. Sonra kopmalar ve göçmeler başladı. Bu kopma ve göçmeler zaman aralıkları içinde oluyordu. Ana kitleden bilhassa sıkıştırma yüzünden kopan bir küme aşağıya yani güneye göç edip orada bozkır hayatına alışıyordu. Hunlar bozkıra inen ilk küme veya kümelerden biri idi. Gök Türkler devrindeki tarihi Türk yurdunda gördüğümüz Türk budunları da yine ilk yurttan aşağıya inmiş budunlardır.

            VI.yüzyılda Türkçe konuşan budun (=kavim) lardan ancak biri Türk adını taşıyordu. Bu Türk budunu, adı geçen yüzyılda Türk ve Moğol aleminin hakimleri, Juan-Juanları yenerek Çin seddinden Hazar Denizi’ne kadar uzanan pek geniş bölgede bir imparatorluk kurmak sureti ile hemen bütün Türkçe konuşan budunları idareleri altında topladı. Bu husus Yakın-Doğu’daki Türk adına, Türkçe konuşan bütün budunları yani kavimleri içine alan umumi bir anlam kazandırdı. Fakat Türk sözü ilk zamanlarda bizzat Türkçe konuşan budunlar arasında böyle geniş bir anlamı taşımadı. Türkler bilhassa Müslüman olduktan sonra yakın doğulu kavimlerden Türk adının bu geniş manasını öğrendiler.

            Gök-Türk imparatorluğu idaresindeki Türk budunlarından biri de dokuz boydan müteşekkil ‘Oğuzlar’ idi ki, VII.yüzyılın ikinci yarısı ile VIII.yüzyılın birinci yarısında Tula ırmağı boylarında yaşıyorlardı. ‘Dokuz-Oğuzlar’, Türk budunun yanında Doğu Gök Türk devletinin dayandığı ikinci bir unsur olarak görünüyorlardı. Bunlar Gök-Türkler’in siyasi halefleri olan Uygurlar devrinde de aynı mahiyette bir rol oynadılar. Dokuz Oğuzlar’ın akıbeti meçhuldür. X.yüzyılda Seyhun kıyılarında yaşayan Oğuzlar başka bir el (Budun=kavim) olup Batı Gök Türk topluluğu olan On Oklar’a mensup idiler.

            Seyhun Oğuzları, başka bir Türk eli (kavmi)’nin kendisiyle mukayese edilemeyecek derecede cihan tarihinde pek mühim bir rol oynamışlardır. Selçuklu ve Osmanlı imparatorluklarını onların kurduğunu söylemek elverir. Diğer taraftan Oğuzlar, Moğol istilasından sonra kavmi varlığını tarihi hatıralarını ve harsını (Kültürünü) korumak bakımlarından Türk âlemini temsil eden biricik kavim olmak vasfını da taşımaktadır.

            Uygur, Karluk, Kıpçak ve diğer Türk kavimleri Moğol istilası üzerine varlıklarını devam ettirememişler, Moğol boyları ile karışıp kaynaşarak yeni kavimler meydana getirmişlerdir. Bu yeni kavimlerin dili Türkçe ise de tarihi hatıraları, askeri teşkilat ve bir çok gelenekleri Moğol vasıflarını taşıyordu. Bugünkü Doğu-Türkistan Türkleri, Özbekistan, Kazakistan, Kara-Kalpak halkları İdil Boyu Türkleri, kısaca Orta Asya’daki Türkler’in ezici çoğunluğu işte bu Türk-Moğol karışmasından meydana gelmiş yeni kavimlerin torunlarıdır.

            Bilhassa ticari münasebetler sebebi ile X.yüzyıldan itibaren aralarında yayılmaya başladığını bildiğimiz İslamlığın XI.yüzyılda Oğuzlar’dan ezici çoğunluğun dini haline geldiği görülür. Bunun sonucunda Oğuzlar’a XI.yüzyılda TÜRKMEN adı verilmiştir ki, bu ad aşağı yukarı iki asır sonra her yerde Oğuz’un yerini almış ve Oğuz sözü destanlar ile hatıraları yaşatılan ataların adı olarak Türkmenler arasında uzun müddet yaşamıştır.

            Oğuzlardan 15-20 bin kişilik ordu çıkarabilecek bir küme 1035 yılında Horasan’a geçmek zorunda kalmıştı. Bu bölge ise zenginliği, askeri ve mülki teşkilatının mükemmelliği ile yalnız İslam aleminin değil, dünyanın en kudretli devletlerinden biri olan Gazneli imparatorluğuna ait idi. Bu Oğuzlar Selçuklu ailesinin idaresi altında beş yıl süren devamlı ve çetin bir mücadele sonucunda Gazneli imparatorluğunu yenerek Horasan’da devletlerini kurdular. (1040 tarihinde ve 16.000 atlı ile). Ancak fevkalade kelimesi ile vasıflandırılabilecek olan bu hadisenin baş kahramanı, fikirleri ve icraatıyla Selçuk’un torunu Çağrı Bey idi. Selçuklu devletinin hakimiyeti çok kısa zamanda Bizans imparatorluğu hudutlarına kadar uzandı. Bu başarıda Seyhun boyundaki büyük Ana Oğuz kümesinden birbirini izleyen dalgalar halindeki kümelerin İran’a gelmeleri pek mühim bir amil (Etken,Faktör) olmuştur.

            Oğuz Türkleri’nin İslam aleminde görünmeleri gerçekten bu alem için mutlu bir olaydır. Çünkü, bu esnada Yakın Doğu İslam Alemi, Bizans İmparatorluğu karşısında kendisini müdafaa edemeyecek bir durumda bulunuyordu. İslam alemi manen böyle çürümüş idi ki, 3-4 bin kişilik bir Oğuz bölüğü tek başına Filistin ile Suriye’nin mühim bir kısmını kolayca eline geçirmişti. Doğu ve Güney-Anadolu’daki Müslümanları çıkararak Ani’yi (Kars’ın Doğusunda) Antakya, Urfa ve Lazkiye’yi geri almış, Haleb bölgesini de nüfus ve hakimiyeti içine dahil etmiş bulunan Bizans’ın yeni bir hamle ile Suriye ve hatta Mısır’a da hakim olarak İslam aleminin başına daha büyük felaketler getirmesi her an beklenebilirdi. Arab unsurunun kendisini toparlayıp Bizans’ın yeni saldırışlarını karşılayabilmesi, ancak belki ikinci bir peygamberin çıkması ile kabil olabilirdi. Bundan ötürü Oğuz Türkleri ile İslam alemi kendisini Bizans’a karşı koruyabilecek yeni ve gücü tükenmez bir unsura kavuşmuş oldu. Gerçekten yakın doğu İslam aleminin bu yeni Müslüman unsurunu yalnız Bizans tehlikesini geri atmakla kalmayarak, arablar’ın bir türlü yapamadıklarını da başarıp, Anadolu’yu fethetmiş ve Bizans’ı bir daha İslam alemine tehlikeler yaratmayacak bir duruma düşürmüşlerdir.

            Arablar’ın hem Emeviler, hem de Abbasiler devrinde bir çok defa bizzat halifelerin kumandasında muazzam ordular halinde gelip de bir türlü alamadıkları Anadolu, Malazgirt savaşının galibi Alp Arslan’ın 1071 yılındaki zaferinden sonra takip eden 8-10 yılı içinde baştan başa açılmıştı. Fethi müteakip ülkenin her tarafı Oğuz kümeleri ile doldu. Bunlar Türkistan ve İran’da yaşayan eldaşları tarafından daima besleniyor ve yeni gelenler ile sayıları daima artıyordu. Fetihten sonra Anadolu ile Türkistan arasında bir göç kanalı oluşmuştu. Bu kanal XIII.yüzyılın birinci yarısının ortalarına doğru Türkistan, Horasan ve Azerbaycan’dan Anadolu’ya birbiri arkasından kalabalık Türkmen kümeleri gelmeye başladı. Böylece Oğuzların ezici çoğunluğu Anadolu’da toplandı. Seyhun boylarındaki şehirlerde ve köylerde yaşayan oturak Oğuzlar’ında eldaşlarının yaşadığı emin bir ülke olması gibi sebeplerden dolayı Anadolu’ya geldikleri ve sonuç olarak Anadolu’nun pek büyük bir kısmı XI.yüzyıldan başlayıp XIV.yüzyıla kadar süren yoğun göçler her bakımdan bir Oğuz (Türkmen) ülkesi vasfını aldı ki, bu hususu XIV.yüzyıldaki yabancı müelliflerde açıkça fark etmişlerdi. Oğuzlar Anadolu’ya gelirken maddi ve manevi harslarını da (Kültürlerini) beraberinde getirdiler. Mezarı Sir Derya boylarında bulunan Dede Korkut’un manevi şahsiyeti bile, destanları yanında; Anadolu’ya geldi. Oğuz Türkçesi birçoklarının sandığı gibi, Anadolu ve İstanbul’da değil, daha buraya gelmeden önce, Türkistan’da iken bu günki hususiyetlerini taşıyor ve orada da Türk lehçelerinin en incesi ve en zarifi şeklinde vasıflandırılıyordu.

            Bu vesile ile şu durumu çok kesin bir gerçek olarak söylemek gerekir ki, Oğuzlar’ın Anadolu’ya getirdikleri kültürleri ve bu arada her türlü gelenekleri bütün hususiyetleri ile zamanımıza kadar kuvvetle yaşayıp gelmiştir. Günümüzdeki Anadolu Türkleri’nin de ataları olan Oğuzlar’ın kültürleri ruhi davranışları ve antropolojik vasıfları hakimdir. (Bugünkü Anadolu Türkleri’nin ruhi davranışları da ataları Oğuz Türkler’ininkinden, farksızdır. Anadolu Türkleri sakin görünüşlü, serin kanlı, duygularını pek belli etmeyen insanlardır; asık suratlı olmayıp güler yüzlü ve tatlı bakışlıdır; çabuk kızmazlar ve birden farlayıp  sönmezler. Halkın tabiri ile Anadolu Türkü’nün kolayca “damarı tutmaz” yani derhal sinirlenmez fakat “ayranı kabardımı” kasırga gibi eser, önünde durulmaz. Tıpkı Oğuz yiğitinin “acığı tuttuğunda katı taşı kül eylediği” gibi.. onların başlıca vasıflarından biri de kin tutmamalarıdır; öç alma duyguları da önlenemez bir aşırılıkta değildir; çabuk barışırlar; merhamet duyguları da kuvvetlidir; şaka ve latifeden hoşlanırlar; gerçekçi insanlardır, yani akılları hislerine hakim olabilir; öğünme duygularında da aşırılık görülmez; onun için başkalarının meziyet ve kabiliyetlerini inkar etmezler. Anadolu Türkleri ruhen infıratcı (infırat=topluluktan ayrı durma) değil cemiyetçidir; toplu yani bir arada yaşamaktan hoşlanırlar; milletlerine bağlı ve yurtsever oldukları da gerçek bir vakıadır. Konuk ve yardımseverlikleri sadece insansever olmalarından ileri gelir. Avrupalı, Asyalı ve Afrikalı insanlar arasında da fark gözetmez. Yüz şekli ve beden yapılarına gelince, onlar umumiyetle düz kara saçlı, ela gözlü, yuvarlak yüzlü, düz burunlu insanlardı; aralarında mavi gözlü olanları az veya nadirdir; bu gibilere çok defa bu vasıfları bir sıfat olarak verilir. (Gök Mehmet = mavi gözlü Mehmet, Gök kız = mavi gözlü kız) pek çoğunun cildleri beyazdır; yüz ve ellerindeki esmerlik, güneş yakması ile ilgilidir. Boyları ortadan uzun olup, gövde kısmı alt tarafa nazaran kısa değildir; onun için at üstünde heybetli görünürler ve rahatça ok atarlar ve kılıç sallarlar.

            Moğol istilası, eski Türk alemini tamamen ortadan kaldırdığı, Türkistan ve Orta Doğu’da korkunç kıyımlar meydana getirdiği gibi, mamur ve müreffeh Anadolu’nun da ızdıraplı bir devir geçirmesine sebep olmuştur. Bununla beraber Moğol istilası ve hakimiyetinin Batı Türklüğü bakımından birçok müsbet mühim neticeleri de görülmektedir. Evvelce de işaret edildiği gibi, Oğuz yahut Türkmen kavminin Türkistan ve İran’da yaşayan kümelerinin pek çoğu bu istila sebebi ile Anadolu’ya gelmişti. Bu suretle Anadolu, maddeten ve manen Oğuz Türklüğü’nün yurdu vasfını kuvvetli bir şekilde kazandı. Diğer taraftan Moğollar kendileri ile birlikte başka Türk kavimlerine mensup pek çok insanı da getirmişlerdi ki bunlarda yakın Doğu Türklüğünü kuvvetlendirmişlerdir. Üçüncü olarak Yakın-Doğu’da Türk Kültürünün Fars ve Arab kültürleri yanında üçüncü bir kültür olarak kuvvetle var olması da Moğol hakimiyeti devrinde görülmektedir. Bu arada İran’daki Moğol sarayında kuvvetli bir Türklük şuuru doğmuş ve bunun sonucunda meydana getirilen eserler, Batı Türkler’i yani Türkmenler’de kavmi duyguların daha şuurlu ve daha yaygın bir hale gelmesinde mühim bir amil teşkil etmiştir.

            Türkmenler, yani Türk Göçebe toplulukları Anadolu’da Moğol hakimiyetine karşı her yerde yılmadan mücadele etmişlerdir. Çünkü, onlar yerleşik Türk unsurunun aksine mücadele için gereken teşkilata, inzibat ve savaşçılık ruhuna sahip idiler. Yerleşik Türk halkına gelince, bunların aralarında birleşip kuvvetli bir mücadele cephesi vücuda getirmeleri mümkün olamıyordu. Şayet Türkmenler olmasa idi Anadolu’daki Moğol hakimiyetinin çok daha uzun süreceği muhakkak olduğu gibi, memleket harici istila ve fetihlere de her zaman açık kalacaktı.

            Oğuz  (Türkmen) asıllı Osmanlı hanedanının Anadolu’da yaptığı iş Bursa’dan Boğaziçine kadar olan Marmara bölgesini fethetmesidir. Osmanlı hanedanı tarih sahnesine çıktığı zaman Anadolu’daki Türk cemiyeti çoktan her şeye sahip bir topluluk haline yükselmişti. Bu hanedan Türk cemiyetinin başına geçince orada her şeyi hazır buldu. Osmanlılar batıda, Rumeli yakasında fetihlerde bulunurlarken doğuda da Kara Koyunlular Timur’un istilası ile geciken İran istikametindeki fetihlerini XV.yüzyılın başlarından itibaren tahakkuk ettirmeye giriştiler. Böylece Anadolu’dan her iki yönde fetih yolu ile yayılma hareketleri yapılmaya başladı.

            Askeri sahada olduğu gibi, mülki idarede de mükemmel bir teşkilata sahip bulunan Osmanlı devleti Balkanlar’a devamlı, düzenli ve gelişmiş bir hayat getirmişti. Oradaki Hıristiyanlar da bundan geniş ölçüde faydalandılar. Türkler Rum-eli’nde yoğun bir şekilde bilhassa Varna, batıda Tatar-Pazarı ve güneyde Kavala arasındaki bölgede yurt tutmuşlardı. Bunlar işaret edildiği gibi, Batı Anadolu, Marmara bölgesi ve Orta Anadolu’dan gelmişlerdi. Bu gelenler arasında da Ak Koyunlu obaları gibi, toplulukların da bulunduğunu biliyoruz. Balkanlar’a gelişin hatırası Rum-eli Türkleri arasında unutulmayarak zamanımıza kadar yaşamıştır. Adı geçen bölge hemen her bakımdan Anadolu’nun uzantısı mahiyetini almıştı. Burada da Anadolu’da olduğu gibi şehir ve köylerdeki Türkler’in yanında, göçebe yaşayışı sürdüren ehemmiyetli sayıda Türkler vardı ki, bunlara da Yörük denilmekte idi. Rum-eli’nde Yörükler, türlü kollara ayrılıyor ve yaşadıkları bölgelerin adları ile anılıyorlardı: Tanrı Dağı Yörükleri (Gümülcüne, Karasu; Yenicesu, Drama ve Kavala’da), Nal-Döken Yörükleri (Bu günkü Bulgaristan’da), Selanik Yörükleri (Makedonya ve Taselya’da), Vize Yörükleri (Vize, Lüle-Burgaz, Çorlu ve Hayra-Bolu), Kocacık Yörükleri (Edirne, Kırklar-Eli, Babaeski ve bugünkü Bulgaristan’ın bazı yerlerinde)

            Osmanlı devletinin, Kuzey-Afrika İslam ülkelerini Avrupalıların istilasından kurtardığı bir vakıadır. Şayet bunda başarı göstermese idi, kuvvetli ihtimal ile şimdi oraları Hıristiyan ülkeleri olarak görülecekti. Ne Arab unsuru ne de Berberiler, İspanya’yı olduğu gibi Kuzey-Afrika’yı da koruyabildiler.

            Kuzey Afrika’daki üç ülke Cezayir, Tunus ve Trablus, Türkler tarafından Ocak adı verilen askeri teşkilatla idare edilmiştir. Bu ocaklara alınacaklarda aranılan en mühim vasıf, onların Anadolu Türkü olmaları idi. Arablar ve Berberiler Ocaklara alınmadıkları gibi, Babaları Türk ve anaları yerlilerden olanlarda yüksek memuriyetlere çıkarılmıyorlardı.

            Ocak, ihtiyaçları olan Türkleri Batı ve Güney Anadolu’dan temin ediyorlardı. Bu maksatla gönderilen heyetler, Batı Anadolu’daki şehir ve kasabaları dolaşarak pazar yerlerinde: “Yorulmadan akça kazanmak, terlemeden ölmek isteyenler bayrağımız altına gelsin” sözlerini nida ettirip asker devşirirlerdi. Bu gidenler arasında saz şairleri de bulunuyorlardı ki, söyledikleri Türkçe şiirler zamanımıza kadar gelmiştir. Cezayir ocağının reisine verilen “Dayı” ünvanı da Anadolu Türkleri’nin tanımadıkları büyüklerine, annelerinin kardeşlerine olduğu gibi dayı demelerinden ileri geliyor. Yüzyılımızda Batı Anadolu’da Orta Anadolu’dan gelene işçilerin başında bulunanlara verilmiş olan “Dayıbaşı” sözü de aynı telakki ile ilgilidir. Böylece Batı ve Güney Batı Anadolu, babayiğit evlatlarının mühim bir kısmını da, çoğu veya hepsi bir daha dönmemek üzere uzun bir zaman Kuzey Afrika’ya göndermiştir. Bu gün bile Anadolu’da “akşamdan Cezayir’e giden çok olur” şeklinde atalar sözü hala söylenir.

            Osmanlı devletinin giriştiği uzun süren harblerde yenilgilere uğraması Anadolu’daki hakimiyetlerini son derecede zayıflatarak bu ülkede irili ufaklı derebeyi de denilen ayanların ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Bunların devri, aşağı yukarı bir asır devam etmiştir. İşte bu ayanlar devrinde Batı Anadolu’da Aydın, İzmir ve Manisa vilayetlerinde zeybeklerin de ortaya çıktığı görülür. Bunlar devlet kuvvetine karşı geliyorlar ve zenginlerden sızdırdıkları paraları ile geçiniyorlardı. Zeybek kelimesinin nereden geldiği henüz aydınlatılmamış olduğu gibi, bunların zuhurunda o bölgedeki oymakların amil olup olmadıkları da iyice bilinmiyor. Zeybeklerin faaliyetlerine bir türlü son veremeyen devlet, savaşçılıklarından dolayı onları XIX.yüzyılda, ücretli asker olarak ordusunda kullanmıştır.

            XVI.yüzyılın başında Hind ticaretini ele geçiren Portekizliler, Güney ve Doğu Arabistan için ciddi bir tehlike teşkil etmişlerdi. Osmanlı hakimiyeti bu tehlikeyi de önledi. XVI. Ve XVII.yüzyıllarda Arabistan’da Türklere umumiyetle, Karamani deniliyordu. Bu husus her halde oraya gönderilen askerlerin çoğunun Karaman eyaletinden olması ile ilgilidir. Anadolu Türkleri yiğitlikleri ile Arabistan ve Yemen dahil olmak üzere büyük bir ün kazanmışlardır. Hatta bunu ifade etmek için: “Vahidun Karamani elfun Yemani = bir Karamanlı bin Yemenli’ye bedeldir” denilmiştir. Ancak Yemen’e gönderilen Türkler’in mühim bir kısmı vatanlarına dönemiyorlardı. Bu Yemenli, Arap boyları ile çarpışmaktan ziyade salgın hastalıktan (bilhassa kolera) ve bakımsızlıktan ileri geliyordu. Yemen’den geri dönemeyen Türk gençlerinin milletimizin bağrında açtıkları yaraları ifade eden hüzünlü türkülerin hala söylenmekte olduğu malumdur.

            Osmanlı devleti, bu günkü sınırları içinde Türkiye’yi ancak Kanuni devrinde idaresi altına alabilmişti. Bu idarenin mahiyeti icabı Anadolu’da girdiği yerde, bilhassa köylüler ve göçebeler tarafından memnunlukla karşılandığını ileri sürmek güçtür. Bu sebeple XV. Ve XVI.yüzyıllarda görülen mezhebi ayaklanmalarda bile Osmanlı idare sisteminin mahiyetinin ve onun kötü uygulanmasının büyük bir payı olduğu şüphesizdir. XVI.yüzyılın son çeyreğinde çıkan İran ve Avusturya harpleri ve onunla yakından ilgili bulunan korkunç Celali ayaklanmaları Anadolu’daki umumi hatlarını muhafaza ederek gelen, eski içtimai düzeni tamamen ortadan kaldırdı. Memleket harap bir duruma, halk da derin bir yoksulluk içine düştü. Her yerde köklü ailelerin, yani bey zümresinin pek büyük bir kısmı yok oldu, geri kalanları da iktisadi bakımdan fazla bir zarara uğramadılarsa da devlet karşısında olduğu gibi, çevrelerindeki halk içinde de itibarlarını kaybettiler. Hatta bunların bir çokları basit davranışlı, sefahate meyyal ve yoksullara yardımdan uzak insanlar haline geldiler. Bu sonuncuların zamanımıza kadar gelen mensuplarında da aynı hal görülür. Halbuki “beylik vermekle, yiğitlik vuruşmakla olur” atalar sözünde de ifade edildiği gibi, Türk halkı, en eski zamanlardan beri han, sultan ve beylere kendilerine faydalı olmak ve yardımlarda bulunmakla görevli insanlar gözü ile bakıyorlardı. Avrupa asilzadesinin ve krallarının saraylar, şatolar yaptırmaları karşısında bizimkilerin içtimai eserler vücuda getirmeleri bilhassa bu telakkiden gelmektedir. Böyle yapılmadığı takdirde “el mi yaman bey mi yaman, el yaman” atalar sözünün de gösterdiği üzere beyler mevkilerini muhafaza etmekte güçlükler ile karşılaşıyorlardı.

            Şehir halkı zikredilen olaylardan yani Celali hareketlerinden pek zarar görmedi. Köylülere gelince, asıl darbeyi yiyen bu kitle olmuştur. Bu olaylar köylülere yoksulluk ve nüfus kaybı gibi büyük felaketler getirmiştir ki, uzun asırlar boyunca bu kitle kendi kendine kayıplarını telafi edememiştir. Köylü kitlesi arasında açılan bu derin yaraları nüfus bakımından ancak Türk oymakları kapatmaya çalışmışlardır.

            Göçebe Türk topluluklarına gelince, adı geçen olaylar onlar üzerinde de tesirini göstermiş ve istisnasız düzenleri bozulmuştur; bazıları dağılmışlar veya dağılma derecesine düşmüşlerdir; bazıları da eskiden beri yaşadıkları yurtlarından ayrılarak başka yerlere göç etmek zorunda kalmışlardır. Bununla beraber, göçebe unsur, hareket kabiliyeti sayesinde iç karışıklıklar; harpler, salgın hastalıklar, sıtma ve kıtlıkların tesirlerine, köylü ve şehirlere nazaran daha az maruz kalmıştır. Bu sebeple onlar nüfus bakımından daha çok artmışlardır. Bu keyfiyet de yerleşik Türk halkı arasında meydana gelmiş olan geniş nüfus boşluklarının doldurulmasına imkan vermiştir.

            Türk göçebe toplulukları Osmanlı devrinde de Orta Asya’dan getirdikleri koyun ve atı besliyorlar ve yine onlar gibi deveyi de taşıma vasıta (yüklet) olarak kullanıyorlardı. Osmanlı devletinin de seferlerde askerin azığını develer ile taşıttığını biliyoruz.

            Türk topluluklarının mühim bir kısmının çadırları XIX.yüzyılda dahi, anayurttan getirilmiş olan umumiyetle ak keçeden yapılmış değirmi çadırlardı. Bu Türk çadırları yakın doğuda islamiyetten önce de tanınmıştı. Hatta, Hazreti Peygamberin bile seferlerde Türk çadırında oturduğu söylenir. Kıldan mamul kara çadırların kullanılması yoksullaşma ile ilgili görünüyor. Kıl çadırları münhasıran keçi besleyen, oturdukları yerler sarp ve otlakları dar olan Yörükler kullanıyorlardı. Fakat Türkler’in asıl milli çadırları, işaret edildiği gibi, ak keçeden yapılmış toprak ev de denilen yuvarlak çadırlardır.

            Anadolu’daki Türk cemiyeti birbirini izleyen uzun ve yorucu harpler, salgın hastalıklar ve kıtlıklar sebebi ile bir daha eski kuvvetini elde edemedi. Hatta XIX.yüzyılda Avrupalı seyyahlar, Hıristiyanların aksine Türk Milletinin mahvolmaya doğru gittiğini müşahede etmişlerdir. XVI. Ve XVII. yüzyıllarda çoğu Türk aslından olmayan Osmanlı müellifleri, Anadolu Türkleri’ne bilhassa köylülere Etrak-i bi-idrak (Akılsız Türkler) demişlerdir. Fakat bu müellifler ve bütün Osmanlı idarecileri, Anadolu Türkleri’nin devletin asıl dayanağını teşkil ettiklerini idrak edememişlerdir. Böylece Türk cemiyetine zaaf gelince Osmanlı devleti de kudretini kaybetti. Osmanlı son asırlara kadar Anadolu’nun insanını ve servetini görülmemiş bir israfla harcamış fakat ona hiçbir şey vermemiştir. Bu yüzden Anadolu Türkleri yoksul ve geri kalmış bir cemiyet, Anadolu da harap bir memleket haline gelmiştir. Anadolu halkı arasında idarecilere Osmanlı adı veriliyordu. Bu adın verilmesi, mensuplarının saray ve ocaktan yetişmeleri ile kavmi bakımdan Türk halkından çıkmamaları ile ilgilidir. Anadolu Türkleri bunlara adeta yabancı ve istilacı bir zümrenin mensupları gözü ile bakıyorlardı. Osmanlı sınıfının mensupları, Anadolu halkına bilhassa köylü ve göçebelere göre mağrur, haşin, hilekâr, sözünde durmaz, vefasız ve gayri adil ve benlikçi insanlardır. Bugün Doğu Anadolu’da şu deyiş hala  hatırlanmaktadır.

            “Salvarı şaltak Osmanlı
              Eğeri kaltak Osmanlı
              Ekende yok biçende yok
              Yemede ortak Osmanlı”

Orta Anadolu’da da şu deyiş söyleniyordu.

            “Kara çadır ismi tutar
              Beylik martin pas mı tutar
              Ağlarsa anam ağlar
              Osmanlı’dır yas mı tutar.”

            Gerçekten XIX.yüzyılda anadolu’yu gezen Avrupalı seyyahlar Anadolu Türkleri’nin yoksulluklarına rağmen asil ruhlu, namuslu insanlar olup, kötü idareciler elinde yoksul ve geri kalmış bir duruma düştüklerini yazarlar ki, bunun bir geçek olduğu şüphesizdir.


OĞUZLARIN TARİHİ

            1. Oğuz Adının Menşei :

            Oğuz adının manası hakkında eski eserlerde bilgilere rastgelinememiş olup, eski müellifler Türkmen kelimesinin ne anlama geldiğini araştırmışlardır. Fakat Oğuz adı üzerinde hiç durmamışlardır. İlhanlı hükümdarlarından Gazan Han devrinde (1295-1304) veya Gazan’ın halefi Olceytü zamanında (1304-1316) yazılmış olan Uygurca Oğuz Kağan destanında ilk süt demek olan ağız, Oğuz şeklinde geçiyor. Hatta bazı bilginler Oğuz adının buradan geldiğini düşünmüşlerdir.

            2. Gök Türkler devrinde Tokuz (Dokuz) Oğuzlar :

            Orhun kitabelerinde yerli-yabancı, göçebe-yerleşik bütün siyasi ve kavmi topluluklar için budun kelimesi kullanılıyor. Türük budun, Ediz budun, On ok budun, Tabgaç budun (=Çin kavmi) Suğdak budun (Soğd kavmi). Kaşgarlı, budun kelimesini Arapçaya kavm sözü ile tercüme etmiştir.  Avrupalı alimlerde budunu people, volk sözleri ile karşılıyor. Bunlar siyasi bakımdan birbirlerinden ayrı topluluklardır. Her budunun kutsal sayılan bir yurdu, kendisini yöneten bir hükümdarı vardır. Göçebe budunlar iki veya daha fazla boylardan meydana gelmişlerdir. Bir budunun kaç boydan meydana geldiği sayı ile ifade ediliyor: İki Ekiz (iki boylu Ediz Budunu), üç Karluk (üç boylu Karluk budunu), Tokuz Oğuz, On Uygur.

            Göçebe budunlardan çoğu Gök Türkler’e tabi idiler. Tabi budunlar her yıl kağanlara vergi vermişlerdi. Bu vergiler, herhalde yılkı ve koyun sürüleri şeklinde ödeniyordu. Kağanların yendikleri budunların topraklarını ülkelerine katmak siyaseti gütmedikleri görülmektedir. Bilakis onlar o topraklar ve sular idisiz yani sahipsiz kalmasın diye yenilmiş budunu düzenleyip başına bir başbuğ geçirerek o toprakları sahiplerine geri veriyorlardı.

            Yine kitabelerde tat kelimesi de görülür. Tat kelimesi Türkçe bilmeyen yabancı anlamında kullanılmıştır. XI.yüzyılda sadece Orta Asya İranlıları’na değil, Uygurlara da tat deniliyordu. Uygurlar içinde tat sözünün kullanılması, bize göre, onların yerleşik olmaları ile ilgilidir. Şehir ve köylerde oturdukları için onlara tat denilmiştir. Din ayrılığının bu adın verilmesinde amil olduğu pek düşünülemez. Safeviler devrinde İran’daki Türkler de Farslara tat dedikleri gibi, Memlük Türkleri’ninde Mısır’daki Fellahlar için aynı kelimeyi kullandıkları görülür.

            T ü r ü k (Türk) Budun : Gök Türk devletini kuran, kağanların mensup bulundukları ve dayandıkları budundur. Kağanların bu budundan çıktıklarını göstermek için, bazen bu ad ile vasıflandırılır. Türük Yamı Kağan, Türk Bilge Kağan. Türük adının türü-(yahut törü) fiilinden – k eki ile yapılmış bir isim olduğu görülüyor. Kuvvetli anlamındaki Türk sözüne gelince bu, Gök Türkler’den çok sonra, X-XIII.yüzyıllara ait Uygur metinlerinde geçmektedir. Yani Kuvvetli ve Kudretli anlamındaki Türk’e Türk adının ortaya çıkışından çok sonra, geç bir zamanda ve tek bir Türk kavmine ait bazı metinlerde rast gelinmiştir, fakat ne kitabelerde, ne Divanu lugati’t-Türk’de ve ne de diğer eserlerde olmadığı gibi şimdiki Türk lehçelerinde de görülemiyor. Fazla olarak Türk kelimesinin Uygurlar arasında kuvvetli ve Kudretli anlamında kullanılması, Gök Türkler’in şerefli hatıralarından, büyük ünlerinden gelmiş olabilir. Bu sebeplerle Türük (Türk) kavim adının tür fiilinden geldiği hakkındaki ilk defa A.Vambery tarafından ileri sürülmüş olan görüşün gerçeği ifade ettiğinden asla şüphe etmiyoruz. Göçebe demek olan Yörük kelimesi de XIV. Veya XV. Yüzyılda Anadolu’da yörü fiilinden, böyle meydana gelmişti. Türük (Türk) yaratılmış, doğmuş, türemiş demektir: “kişi oğlu kop ölgeli türümiş = insan oğlu sadece ölmek için doğmuş.”

            O ğ u z l a r : Tula (Tugla) boylarında, ırmağın kuzeye doğru kıvrım yaptığı kısmında yaşadıkları anlaşılıyor. Kitabelerde Oğuzlar kuzeyde yaşayan bir budun olarak gösteriliyor. Onların da doğu komşuları Tatarlar idi. Dokuz boydan meydana gelmiş bir budun olduğu için bazen onlara Tokuz Oğuz Budun denilir. Biz bu dokuz boydan ancak ikisinin adını biliyoruz. Bunlar da Kunı ve Tonra boylarıdır.

            Aşağıda ayrıca söz edileceği üzere İl Tiriş Kağan, Türk devletini yeniden kurmak için uğraşırken karşısında en güçlü budun olarak Oğuzları bulmuştu. Onlar kağan ünvanlı bir hükümdar tarafından idare olunuyorlardı. Bu sebeple Oğuzlar ile 5 defa savaşıldı. Baz Kağan ünvanlı hükümdarları, beşinci savaşta yenilip bertaraf edilerek Oğuz devleti yıkıldı. Böylece Oğuzlar itaat altına alındılar. Fakat birçok buduna yapıldığı gibi başlarına kendilerinden veya hanedandan biri geçirilmedi. Türk budunu gibi doğrudan doğruya kağana bağlandılar. Türk budunundan faksız veya az farklı bir hukuki duruma sahip oldular. Bundan dolayı Tonyukuk kitabesinde “Türük Bilge Kağan Türük Sir Budunug, Oğuz Budung igidü olurur” dediği gibi, Bilge Kağan da türk budununa olduğu üzere Oğuz budununa ve beylerine birlikte hitap etmektedir.

            E d i z : Edizler iki boydan meydana gelmişlerdi. Onun için kitabelerde bazen iki Ediz olarak zikredilir. Yurtlarının Oğuzlara yakın bir yerde olduğu anlaşılmaktadır. Bu sebeple 715 yılında Oğuzlar ile Togu Balık’da yapılan savaştan sonra Edizlerin üzerine yürüyen Tarduş Şad (Müstakbel Bilge Kağan) ile Köl Tigin Kuşlağak’da onları, acınacak derecede ağır bir yenilgiye uğrattılar. Bu mağlubiyet üzerine Edizler göç edip “sabı ağısı yımşak” olan Tabgaç budununa sığındılar fakat Bilge Kağan hükümdar olunca geri gelip ona itaat ettiler. Sonra doğrudan doğruya kağan’a bağlandılar. Bilge Kağan’ın oğlunun Tokuz Oğuz ile iki Ediz üzerine kağan olduğunu söylemesi bu husustan ileri gelmiştir.

            K ı r g ı z (Kitabelerde Kırkız) : Bu budun, Gök Türkler devrinde ve sonraki zamanlarda kuzeyde, başlıca Abakan bozkırında yaşamakta idi. Hükümdarlarının kağan ünvanını kaşıması onların bu esnada kuvvetli bir topluluk olduğunu gösterir. Bundan dolayı ne Gök Türkler, ne de Uygurlar Kırgızların siyasi varlıklarına son veremediler. Buna karşılık Kırgızların 840 yılında aşağıya inerek Uygur devletini yıkmak ve Orhun bölgesini fethetmek başarısını gösterdiklerini biliyoruz.

            Kırgızlar’ın aslen Türk olmayan kavimlerden biri olduğu iddiası ilim aleminde büyük bir ilgi görmüştür. Çin kaynaklarının Kırgızlar’ın açık saçlı ve mavi gözlü insanlar olduklarını yazmaları ve İslam müelliflerinden Gerdizi’nin de Kırgızlar’ın beyaz tenli ve kızıl saçlı olduklarını, bunun da Saklablar (Silavlar) ile karışma sonucunda meydana çıktığını yazması bu iddianın başlıca dayanaklarını oluşturmuştur. Ancak türk aleminin merkezinden uzakta ve buradan sıra dağlar, sık ormanlar ile ayrılmış bir yerde yaşayan Kırgızlar nasıl Türkleştiler?        İşte bunu izah etmek mümkün değildir. Böyle olunca da, bu iddianın bir değeri kalmamış bulunuyor. Fazla olarak el-istahri ve Kaşgarlı gibi müellifler de Kırgızları öz Türk kavimleri arasında sayarlar: “Çin ülkesinde türlü diller konuşulur. Bu yüzden orada insanlar birbirlerini anlamazlar. Halbuki Toguz Guzz (Uygur), Hızhız (Kırgız), Kimek, el Guzziyye (Oğuzlar) ve Harluhiyye (Karluklar) den meydana gelen Türk’lerin dilleri birdir. Birbirlerini anlarlar. Hududu’l-alem, Mes’udi ve diğerleri de Kırgızları Türk kavimleri arasında anarlar.

            Tarduş : Bu budunun yaşadığı yer iyice bilinemiyor. Bununla beraber yurtları ötüken yöresinden uzakta değildi. Onlar kitabelere göre Gök Türkler’e sadık iki budundan biri idiler. Daha sonra Uygurlar’a tabi oldular.

            Tölis : Kitabelerde çok defa Tarduşlar’la birlikte zikredilen Tölislerin de yurtlarını nerede olduğu iyice bilinemiyor. Bu budunun adını Töliş şeklinde okumak için de kuvvetli bir delil yoktur. Gök Türk kağanları bunların üzerinde de yine hanedan azasından yabgular tayin ediyorlardı. Tarduş ve Tölisler’in adları sadece bu tayinler dolayısı ile geçiyor.

            Basmıl : Beşbalık bölgesinde oturuyorlardı. Varlıklarını XI. Yüzyıla kadar sürdürmüşlerdir. Başbuğları Iduk kut ünvanını taşırlardı.

            Karluk : Bu budunun yurdu Kara irtiş’in sağ tarafından Urungu Gölü ile Zaysan Gölü arasında idi; üç boydan meydana geldikleri için bazen üç Karluk da denilirdi. Başbuğları il-teber ünvanını taşırdı. Karluklar Doğu Gök Türk devletinin yıkılmasında mühim rol oynadıkları gibi, 766 yılında da Başkent Suyab’ı zapt edip, Türgiş devletine de son verdiler.

            Az : Azlar Kırgızların komşusu idiler. Yurtları Kögmen (Tannu Ola) dağının yakınlarında idi, Başbuğlarının il-Teber ünvanını taşıdığı biliniyor.

            Çik : Kem ırmağının ötesinde yaşıyorlardı. Onlar Uygurlar zamanında çok daha faal idiler. Bu yüzden Uygur il itmiş Bilge Kağan’ı epeyce uğraştırdılar. En sonunda Kağan onlara baş eğdirip üzerlerine bir vali (tutug) tayin etti. Akibeti meçhul olan kavimlerden biri de bu Çiklerdir.

            İzgil : Bu topluluğun nerede yaşadığı bilinemiyor. Esasen kitabelerde onlardan bir defa söz ediliyor. Orada şöyle deniliyor: Amcam Kağan’ın devleti zayıflayıp budun ile hükümdar arasında ikilik çıktığında izgil budun ile savaştık. Köl Tigin alp Salçı’nın kır atına binip hücum etti. O at orada düştü. İzgil budun yok oldu.

            Yer Bayırku : Çin kaynaklarından öğrenildiğine göre, Yer Bayırku (Pa-ye-ko) dokuz boydan meydana gelmişti. Türkler ve Moğollar arasında dokuz rakamının kutsal olduğunu biliyoruz. Bu sebeple budunların, boylarının sayısını belirlemek üzere, dokuz sıfatını almalarında bunun da mühim bir rolu olduğu şüphesizdir. Uygurlar On Boy idiler. (On Uygur). Çin Kaynakları Uygurlar’ın dokuz boydan meydana geldiklerini yazarlar ve dokuz boyun adlarını da verirler. Bu taktirde Müslümanların Uygurlar’ı Togız Guzz (Tokuz Oğuz) adıyla anmaları daha kolay izah edilebilir. Onların Yukarı Kerülen’de yaşadıkları söyleniyor. Bilge Kağan’ın sözlerinden ise Bayırkular’ın yurtlarının kuzeyde, uzak bir yerde olduğu anlaşılıyor. Bu sebeple onların yurdu Baykal çevresinde olmalıdır.

            Kurikan : Üç boydan meydana gelmişti. Kitabelerde kuzeydeki budunları sayılırken Kurikanlar da Kırgızlar ile Otuz Tatar arasında zikredilir. Buna göre onlar adı geçen budunların yurtlarının arasındaki yörede yaşadıkları görülüyor. Kurikanlar’ın Yakutlar’ın ataları oldukları ileri sürülmüştür. Gök Türkler devrindeki üç Kurikanlar Moğol asıllı bir budundur.

            T a t a r  : Oğuzlar’ın komşuları oldukları biliniyor. Tatarlar, Gök Türkler çağında otuz boy halinde idiler. Bundan dolayı onlara Otuz Tatar denilir. Fakat bu Otuz Tatar’dan sadece dokuzu siyasi bir birlik meydana getirdiklerinden onlar da Tokuz Tatar adıyla anılır. Bu Tokuz Tatar’ların gerek Gök Türkler devrinde, gerek Uygurlar zamanında Tokuz Oğuzlar ile birlikte hareket ettikleri görülür. Tatarlar uzun müddet Moğollar’ı temsil ettiklerinden adları bütün Moğol soyunun adı olmuştu. Batıdaki kavimler de bunu bilhassa Türkler’den öğrenerek Moğollar’a da Tatar dediler.

            K ı t a y  : Güçlü bir Moğol ulusudur. Kitabelerde güneyde Tabgaç budun, doğu da da Kıtaylar gösterilir. Kıtaylar Uzak Doğu’da Kore’ye yakın bir yerde Çin sınırında oturuyorlardı. Kıtaylar X. yüzyılın başlarında Kuzey Çin’i fethettiler ve Çin tarihinde Leau hanedanı adıyla yer aldılar. Kıtaylar X. yüzyılın birinci yarısının ortalarında Orhun bölgesinden Kırgızlar’ı çıkardılar (924).  Bu, Türk tarihi bakımından pek mühim bir hadisedir. Zira bunun sonucunda Türklerin bilinen bu en eski tarihi yurtları Moğolca konuşan ulusların ülkeleri haline geldi. Kıtaylar XII. Yüzyılda Çin’den kovulduktan sonra Türkistan’a gelip burada, nüfusları fazla olmadığı halde, bir imparatorluk kurdular. İslam tarihlerinde bu imparatorluğu kuranlara Kara Hıtay denilir. Buradaki Kara sıfatı onlara Çin’den kovulmaları ile siyasi itibarlarını kaybetmeleri yüzünden olabilir.

            O n  O k l a r  : Gök Türk devletini kuran Bumin Kağan 552 yılında boyları ile birlikte on beyin başında kardeşi İstemi’yi batıya göndermişti. İstemi’nin vazifesi batıdaki Juan Juanlara ait yerlere tasarruf etmek sonra da Isiğ göl’ün doğusudaki yörelerinden Horasan içlerine kadar uzanan geniş toprakların sahibi kudretli Eftalitler’in hakimiyetine son vermekti. İstemi vazifesini başarı ile yerine getirdi. Eftalitler devletini ortadan kaldırarak Ceyhun ırmağına kadar uzanan geniş toprakları ele geçirdi (565 yıllarında), o yeğeni Mukan ile kağanlık mücadesine girişmedi, yabgu (melik, kral) ünvanını taşıyıp açtığı zengin ve engin toprakları, önceye kadar (575) kudretli bir hükümdar olarak idare etti. Halefi ve oğlu Tardu kağanlara karşı tabilik bağlarını kopardı. Kağan ünvanını alarak istiklalini ilan etti (582-584). Böylece Çin seddinden (Türkçe adı : Burkurka yahut Bukurka) Hazar Denizi’ne kadar uzanan imparatorluk, ikiye bölündü. Aşağı yukarı Büyük Altaylar ile Doğu Türkistan’daki Hami’nin doğusundaki dağlar iki devletin sınırlarını meydana getiriyordu.

            Batı Gök Türk topluluğu on boydan meydana gelmiştir. Kağanlar On boyun boy beylerine birer ok vermekte idiler. Sonraları her ok bu boylardan birini ifade etti ve böylece On Boya ON OK denildi. Verilmiş olan oklar onların kağanlara tabi olduklarını gösteriyordu. Yani on ok tabiliği, bağımlılığı ifade ediyor, yay da hakimlik, metbuluk manasına geliyordu. Ok ve Yay bu hukuki manalarını daha sonraları da sürdürdüler.

            Batı Gök Türk kağanlığı ülkesinde yazı ve edebiyatları olan birçok kavim yaşıyordu. Bu kavimler aynı zamanda varlıklı topluluklar idiler. Kağanların para kestikleri gümüş madenleri vardı. Ünlü ipek yolu ülkelerinden geçiyordu. Bunlara ilave olarak Batı Türkleri iki asırdan fazla bir zaman siyasi varlıklarını sürdürdüler. Bütün bunlara rağmen Batı Gök Türkler’inden bize kayda değer kültür hatıraları gelmemiştir.

            Doğu Gök Türkleri ise, pek önemli siyasi tarihe sahip olmalarının yanında ülkelerinin kuytu bir yerde bulunmasına ve oradaki sert coğrafi şartlara ve türlü mahrumiyetlere rağmen, alfabeye sahip olmuşlar, onunla ölmez yadigarlar bırakmışlar; ticaretin ehemmiyetini anlamışlar, şehir kurmayı da düşünmüşlerdir.

            Gök Türkler’in en başta gelen hasımları Tulae başında oturan Oğuzlar idiler, Oğuzlar tek başlarına Gök Türkler ile baş edemeyeceklerini bildiklerinden müttefikler aramışlar ve bunu haber alan Gök Türkler Tula kıyısında Oğuzlar ile karşılaştılar. Gök Türk ordusu 2000, Oğuz Ordusu da 3000 kişi idi. Göğüs göğse savaşıldı. Oğuzlar yenildiler. Bir çokları ırmağa düşüp boğuldular, bir çokları da kaçarken öldürüldüler. Bu yenilme üzerine Oğuzlar’dan geri kalanları itaat ettiler. Bu mühim başarıdan sonra Ötüken’e varıldı. Bunu duyan etraftaki toplulukların hepsi gelip bağlılıklarını bildirdiler. Böylece Gök Türk devleti yeniden kuruldu. (682). Türk Kara Kamag budununun ülküsüne varılmış, tutsaklık acıları da son bulmuştu.

            Gök Türkler’in sonu ne oldu? : Orta Asya Türk tarihinin en mühim devrinin Gök Türkler devri olduğu şüphesizdi. Gök Türk imparatorluğu Türkler’in orta Asya’da kurdukları en büyük devlet olduğu gibi, Türk soyuna mensup hemen bütün topluluklarda son defa olarak bu devletin bayrağı altında toplanmışlardı. Bunun sonucunda Türk adı bilhassa Orta Doğu’da Türkçe konuşan bütün budunların umumi şeklinde bir mana kazandı. Bu devrin dikkate değer hususiyetlerinden biri de Türk soyunun Orta Asya’nın batı bölgesinde toplanarak oraları Türkleştirmeleridir.

            Gök Türkler ilk zamanlarda alfabe ve dil olarak Soğutça’yı kullandılar. Son zamanlarda da Türkçe yazdılar. Gök Türkler yazılarında kullanmak üzere on iki hayvanlı bir takvim kullandılar. Yapılan araştırmalara göre bu takvimin daha VI. yüzyılın sonlarında Çin’den alındığı anlaşılıyor. Bu takvim sonra Gök Türkler’in halefleri Uygurlar tarafından da kullanıldı. Bu takvimi Uygurlardan öğrenen Moğollar onu İran’a ve hatta Anadolu’ya getirdiler; kendilerinden sonra bu Türk takvimi İran’da son yüzyıllara kadar kullanıldı.

            Gök Türkler bu alfabeleri ile kendi dillerinde güzel yadigarlar bırakmışlardır. Bu yadigarlar Türk dilinin, Türk Edebiyatının, Türk tarihinin, geniş manası ile Türk kültürünün en eski ve en değerli kaynakları ve abideleridir.

            3.Uygurlar Devrinde Tokuz (Dokuz) Oğuzları : Uygurlar, dokuz Oğuzlar’ı nasıl ve ne zaman idareleri altına aldılar, kesin bir şey söylemek mümkün olmuyor. Uygurlar’ın Karluk ve Basmıllar ile nalışıp 742 yılında Ku-to Yabgu’nun üzerine yürüdüklerinde Oğuzları’da harakete geçirmiş olmaları da muhtemeldir. Uygur devletinin kuruluşunda Köl Bilge Kağan’ın en büyük yardımcısı oğlu Moyun Çor idi. Köl Bilge Kağan 747 de (Domuz yılı) vefat etti, yerine Bolmış il itmiş Bilge Kağan (Gökte Olmuş Devlet Kurmuş Bilgili Kağan) ünvanını aldı. İl İtmiş Kağan 759 ve 760 yılında yazılan sonuncu kitabesinde çok aşındığı için okunamayan cümlelerden sonra “anda kalmış budun On Uygur Tokuz Oğuz üze yüz olurup” deniliyor. Burada mühim olan husus Uygurlar’ın on boydan meydana gelmiş olduklarının ifade edilmesidir.

            Yine il itmiş Kağan, Ozmış Kağan üzerine yapılan yürüyüşü anlatmaya başlarken “Dokuz Oğuz budunun hepsini topladım” demektedir. Bu da kendisinin o zaman (743) yılında “Dokuz Oğuzlar’ın başına geçirilmiş olması ile ilgilidir. Fakat o kağan olduktan bir müddet sonra Oğuzlar’ın ezici çokluğunu karşısında buldu. Kağan onları Sekiz Oğuz olarak zikrediyor. Buna göre ancak bir boy kağana sadık kalmış bulunuyor. Oğuzlar, Gök Türkler devrinde olduğu gibi, Uygur kağanına karşı da doğu komşuları Dokuz Tatarlar ile birleşiyorlardı. Kağan’ın Oğuzlar ile Dokuz Tatarlar’ın ayaklanmalarına son verdiği anlaşılıyor, fakat bunun nasıl olduğu üzerinde bilgi yoktur.

            Uygurlar’ın, bilindiği üzere, medeniyet ve kültür bakımlarından Türk tarihinde müstesna bir mevkii vardır. Türk dünyasına şehirciliği getiren onlardır. Uygurlar’a Kara Hanlılar’ın tat demeleri, onların yerleşik hayat geçirmeleri ile ilgili olabilir. Uygurlar’da Müslümanlara Çomak ve Çomak eri diyorlardı. Bu da Müslüman tacirlerinin ellerinde çomak bulundurmalarından ileri gelmiş olmalıdır.

            B. SEYHUN OĞUZLARI :

            IX-XI. Yüzlılarda Türk Elleri.
            Orta Asya Türk tarihinde Gök Türkler’in yeri pek mühimdir. Onların tarihleri olmasa Orta Asya tarihi ilgi çekiciliğinden çok şey kaybederdi. Gerçekten Gök Türk devletinin yıkılışından sonra Türkler bir daha orta Asya da büyük ve kudretli bir imparatorluğa sahip olamadılar. Orhun bölgesinde Gök Türkler’in yerini alan (744) Uygurlar, Batı Türkleri üzerinde hakimiyet kuramadılar. Çin ile de Türk Bilge Kağan’ın yaptığı barışı sürdürdüler ve hatta bunu dostluğa döndürdüler. Bu barışın Kırgızlar devrinde de (840-924) de devam ettiği görülüyor.

            K ı r g ı z :
            IX.yüzyılda Türk dünyasında en mühim hadise, Kırgızlar’ın Uygur devletini yıkarak Orhun bölgesini elerine geçirmeleridir. Fakat, Sibirya’dan gelmiş olan bu Kırgız (Kırkız)lar, Orhun bölgesini ellerine geçirmişlerdir. Fakat Sibirya’dan gelmiş olan bu Kırgız (Kırkız) lar, Orhun kültürünü yok ettiler. 84 yıl siyasi varlıklarını sürdürdükleri halde kendilerinden bize galiba hiç kitabe de gelmedi. Bu yüzden Kırgızlar Orhun bölgesine “Barbarlığı” getiren bir kavim olarak vasıflandırılır. Kırgız Hakanı “Kemciket” denilen şehirde oturmaktadır. Bundan başka Kırgızlar’ın şehirleri yoktur. Ölülerini yakan tek Türk kavmi de onlardı. Kırgızlar şimdi Kırgızistan denilen Orta Asya’daki yurtlarında XV.yüzyılın ikinci yarısında Kalmuk Moğolları tarafından getirilmişlerdir. 924 yılında Moğol soyundan Kıtaylar’ın saldırılarına dayanamayan Kırgızlar asıl yurtları olan Yenisey bölgesine çekildiler. Onlardan bazı küçük zümreler de batıya kaçtılar. Böylece Türkler’in tarihçe bilinen en eski yurtları kesin olarak Moğolca konuşan ulusların ellerine geçti.

            K a r l u k :
            Karluklar 766 yılında Türgiş devletine son vererek onların ülkelerini yurt edinmişlerdi. Fakat Karluklar burada kuvvetli bir varlık gösteremediler. Parçalanmış dağınık ve tesirsiz bir hayat geçirdiler. Hududu’l-alem’deki (Yazılış:982) Türk dünyasına ait bilgilerin çoğu ve mühim bir kısmı IX. yüzyılın ilk çeyreğine ait bulunmakta olup buna göre Karluk; adını taşıyan topluluğun yurdu, Taraz (Talas) ın doğusundaki Kulan yöresinden başlayıp Isıg Göl’ün Güney Doğusundaki Uç şehrine kadar uzanıyordu. Aynı esere göre Karluklar’ın yurdu bayındır ve Türk ülkelerinin en zengin ve hoş bölgesidir. Karluklar da cana yakın, iyi huylu ve iyilik sever insanlardır. Karluklar’ın Türk tarihindeki yerlerine gelince, bunu şöylece ifade edebiliriz. Onlar (Karluklar) bütün boyları ile birlikte Isıg Göl çevresi ile boyları, Çu ve Talas vadilerindeki (Argu ülkesi) Türk yerleşik hayatının gelişmesinde pek mühim bir rol oynamışlardır.

            Ç i g i l  :

            Çiğiller’in aslında Karluklar’ın boylarından biri oldukları ve X. yüzyılda bu akrabalık bilinmekle beraber Çiğiller artık müstakil bir kavim sayılmıştır. Bunların ekserisi kendi adını taşıyan ‘Çigil’ bir şehirde oturdukları görülüyor. Kaynakta (Hududu’l-alem) Çigil’in, Çigiller ile Karluklar arasında, büyük mamur ve zengin, İslam sınırına yakın, tacirleri de bulunan bir şehir olduğu bildiriliyor. Bu şehri Çigil şekilnde gösteren el­_Mukaddesi’ye göre (yazılışı 985) Çigil surları ve ayrıca hisarı olan küçük bir şehirdir. Camii de, çarşı da bulunmaktadır.  Bugün Türkiye’de Çigil adlı dört köy bulunuyor. Semt adları arasında da aynı şekilde birçok yer adının bulunduğu şüphesizdir.

            T o h s i  :
            Tuhsilar’ın da Karluk boy veya obalarından biri olduğu bilinmektedir. Hududu’l-alem’de bu ad Tuhs, Kaşgarlı ve Mervezi’de, gösterildiği gibi Tohsi şeklinde geçer. Bu ismin aslı ve manası meçhuldur. Şayet bu kelime Türkçe ise aslının Toksı olması gerekir. Tohsılar ili (la) kıyılarında Çigiller’in batısında, onlara komşu olarak yaşadıkları gibi, daha batıda, Çu ırmağının ağzına yakın yöresinde de oturuyorlardı. Bu son yörede Süyab, Biglilig, Özket, Lazine ve Ferahiye adlı şehir ve köyleri vardı. Kaşgarlı Tohsılar’ın sadece Kuyaş’ta (ili kıyılarında) oturduklarını yazar. Büyük alimimiz en yeğni (ehaffu) dilin Oğuzlar’ınki olduğunu söylerken en doğru (eşahhu) dilin de Yağma ve Toshılar’ın dilleri olduğunu yazıyor ve buna Hakaniye Türkçesi adını veriyor.

            B u l a k  :
            Hududu’l-aleme göre Yağmalar’a mensup bir topluluk olup, Tokuz Guzzlar ile karışmışlardır.  Mervezi’ye göre Karluklar’ın bir boyudur. Kaşgarlı’da Bulaklar hakkında kısaca bilgi verir. Buna göre Bulaklar’a Elke Bulak da denilir. Onları Kıpçaklar tutsak almışlar ise de Ulu Tanrı onları Kıpçakları’ın elinden kurtarmıştır. Bulaklar’ın Yağma ve Karluklar’dan hangisine mensup olduğunu söylemek güçtür. Kaşgarlı’nın sözlerinden Bulaklar’ın XI. yüzyılın ortalarında Yukaru Çu boylarında ve Balkaş’ın batısında yaşadıklarını düşünmek herhalde yerindedir.

            Y a ğ m a :
            Bu Türk eli hakkında en eski bilgiye Hududu’l-alem’de rast geliniyor. Bu bilgiye göre Yağmalar,  Kaşgar ile onun kuzeyindeki Narin Irmağı arasında bölgede yaşayan kalabalık bir topluluktur, hatta 1700 tanınmış oymakları, (kabile) olduğu söylenir; silahları mükemmel olup güçlü ve savaşcı insanlardır. Hükümdarları Toguz Guzz (Uygur) hükümdarının oğullarındandır. Onların Kaşgar ile Artuç ve Hirgili adları köyleri vardır.

            Gerdizi’de Yağmalar’ın mensup oldukları Toguz Guzzlar’dan kaçarak Karluklar arasında geldikleri Karlukların da onlara bir şey yapmadıkları anlatılır. Yağmalar’ın hükümdarlarına “Buğra Han” denildiği yazılır.

            Kaşgarlı’da Yağmalar hakkında şu bilgiyi veriyor. Türkler’den bir topluluk olup, onlara “Kara Yağma” da denilir.

            Yine de ona göre en doğru Türkçe Yağmalar ile Tohsılar’ın dilleridir.

            Yağmalar hakkında verilen şu bilgiler Kara Hanlılar devletinin Yağmalar tarafından kurulduğuna şüphe bırakmaz.

            Kara Yağma = Kara Han, (Kara Hanlı Hükümdarı)

            Buğra Han (Yağmalar’ın Hükümdarı) = Buğra Han (Kara Hanlı Hükümdarı)

            Kaşgar (Yağmalar’ın şehri = Kaşgar Kara Hanlıların kutsal şehri)

            T ü r k m e n  :
            Bu Türkmenler Oğuzlar’dan ve Karluklar’dan tamamen ayrı bir Türk elidir. Türkmen adının gerçek sahibi bu topluluktur. Bu Türkmenler’in nüfusu az olduğu için onlardan sadece bir müellif söz etmiştir. Bu müellifte eserini 985 yılında yazan el-Mukaddesi’dir. Bu müellifin verdiği bilgilere göre Türkmenler İsficab ile Balasagun arasında yaşıyorlar. İsficab’ın doğusundaki Beruket ve Bulaç adlı kasabalar Türkmenler’e karşı uç şehirleridir. Türkmen Meliki Ordu adlı kasabada oturmaktadır. El Mukaddesi Türkmenler’in korkudan Müslüman olduklarını ve Türkmen Meliki’nin isficab hakimine armağanlar göndermekte olduğunu da bildiriyor.

            E z g i ş :
            Bu el XI. yüzyılda Fergana’daki özçend (özkend) de oturdukları belirtilmiştir.

            Ç a r u k  :
            Bu Türk eli hakkında sadece Kaşgarlı bilgi veriyor ve bu elin Kaşgar’ın doğusundaki Barçuk’da (Maral Başı) oturduğunu yazıyor.

            O g r a k  :
            Kaşgarlı Ograklar’ın Uygur sınırında oturduklarını bildiriyor. Onlara Kara Yıgaç deniliyordu. Ograklar’ın yiğitleri ile tanınmış bir el olduğu anlaşılıyor. Kaşgarlı’da onlar ile ilgili bazı deyişler görülür.

            Çaruk ve Ograklar, Türkmenler’den daha da küçük topluluklar idiler. Kaşgarlı’da bunlardan başka Aramüt adlı bir topluluk da görülür. Müellifimiz Aramutlar’ın Uygurlar’a yakın bir yerde yaşadıklarını da bildiriyor ve ayrıca aynı adda bir yerin bulunduğunu da kaydediyor.

            H a l a ç (Kalaç) :
            Halaçlar’dan bir küme Taraz’ın 5 fersah (30 Km.) doğusunda yaşamakta, onların kalabalık kısmı da Horasan’da yurt tutmuş bulunmaktadır. İbn Hurdabbih eserini ikinci defa 886 da yazdığına göre Halaçlar bu tarihten önce Horasan’a geçmiş bulunuyordu.

            Horasan’a geçen Halaçlar oradan Güneye, Süstan’a inerek Zemin Daver’de yurt tuttular. Onlardan bir kolun Horasan’da kalmış olmaları mümkündür. Bu Halaçlar, Gazneliler, Gorlular’ın hizmetinde bulunmuşlar, gerek bu devletin, gerek Gorlular devletinin Hindistan’a yaptıkları seferlere katılmışlardır. Hatta bununla ilgili olarak onlardan bir kısmı Hindistan’a göç ederek Gorlular devrinde orada yapılan fetihlerde mühim roller oynamışlardır. Yaptığı fetihlerde Bengal ve Doğu Hindistan’a islamiyeti götüren Emir İhtiyareddin Muhammed Halaci, nısbesinin de gösterdiği gibi, Halaçlar’dan idi. Türk Delhi Sultanlığı devrinde (1206-1290) gittikçe yükselen Halaçlar, 1290 yılında iktidarı ellerine alarak bu devlete 1320 yılına kadar süren parlak bir devir yaşatmışlardır.

            Selçuklular devrinde Halaçlar’dan bazı kolların İran’ın batı bölgelerine ve Anadolu’ya gelmiş olmaları mümkündür. Anadolu’da ikisi Kalaç, ikisi de Kalaçlı olmak üzere dört köy vardır. Bunlardan Kalaç adını taşıyan köyler Gerede ve Alaçam ilçelerinde Kalaçlı adlı köyler de Daday ve Gerze ilçelerinde bulunuyor. Halaçla ilgili köy sayısı ise yirmibirdir.

            K i m e k :
            Kimekler’in yurtları yukarı irtiş boylarıdır. Zamanla yurtları batıya doğru genişlemiş ve Yayık (Ural) ırmağının çıktığı sıra dağlara ulaşmıştı. Bu sıra dağlara eski Türklerin Ulug Tag ve Kiçig Tag dediklerini biliyoruz. Kimek adının iki + imek’den geldiği hakkındaki Marquart’ın görüşü ilim alemince kabul edilmiştir. İki imek yani iki boydan meydana gelmiş imek eli demektir. İki Ediz, Üç Karluk gibi Kimekler’in adı Orhun abidelerinde geçmiyor. Buna karşılık İbn Hurdadbih’den itibaren bütün İslam kaynaklarında görülüyor. Kimeklerin Yemekiye adlı bir şehirleri olduğu ve hakanın yazın orada oturduğu söylenir. Süratlı at süren bir atlının Taraz’dan bu şehre ancak 80 günde ulaştığı kaydedilir. Bundan başka onların Su (irtiş) kıyısında Çöp adlı bir köyleri olduğu mamur olan bu köyde çok insanın toplandığı bilidirilir. Fakat Kimekler’in bir şehirleri olduğu diğer kaynakların hiç birinde teyid edilmez. Esasen aynı kaynakta Kimekler’in yazın süt içtikleri, kışın da kurutulmuş et (kak) yedikleri bildirilir. Şehri olan bir topluluk şüphesiz başka şeyler de yerdi. Kimekler’in, samur, kunduz, kakım ve tilki derileri, sahip oldukları servetin önemli bir kısmını teşkil ediyordu. Kışın bu hayvanları kayaklarla kar üzerinde dolaşarak avlarlardı. Maveraün-nehir li tüccarın zorlukları ve tehlikeleri göze alarak Kimek ve Kırgızlar’a gitmeleri değerli kürkler satın almak içindi.

            XI. yüzyılda Kimek adı ortadan kalkmış ve bu el Kıfçak ve Yemek (İmek) ler tarafından temsil edilmiştir. Yemekler, adı geçen yüzyılda da yine irtiş kıyılarında oturuyorlardı. Bu ırmak onlarca çok kutsal sayılıyor, Gerdizi’ye göre ona ilah gözü ile bakılıyordu. XII. Yüzyılda Yemekler’in bilhassa Bayavut oymağının mensupları Harizm Şahlar ordusunda en önde yer aldılar.

            K ı p ç ak : (Kıfçak)
            Moğol devrinden önceki kaynakların hemen hepsinde Kıfçak (Hifçak), görüldüğü gibi aslında Kimek elinin bir boyu olan Kıpçaklar erken bir zamanda birlikten ayrılıp batıya göç ederek IX. yüzyılda Tobol kıyıları ile ona yakın yerlerde yurt tutmuşlardır. Kaynaklarında müstakil bir Türk eli olarak bilgi verilir. Kıpçaklar’dan bir kol da Anadolu’ya gelmiştir. Selçuklu şehzadesi Rükmeddin Kılıç Aslan’ın ağabeyi Sultan İzzettin Keykavus’a isyan ettiğinin haber alınması üzerine, Vezir Kadı İzzeddin çok para sarfederek İva (Yıva) Gence, Gurbet (?) Öve Kıpçak’dan asker toplamıştı (1254). Şimdi Anadolu’da bu Türk elinin adını taşıyan bir tek köy (Sivas-Hafik) vardır.

            K a n g l ı (Anlı) :
            Bu topluluğun adı ancak XIII. yüzyılda yazılmış kaynaklarda geçer. Aşağı Seyhun boylarındaki hadiselere dair bilgi veren Harizmşahlar devletinin resmi vesikalarında, ne de son Harizmşah Celaleddin Mengü Berti’nin müverrihi Muhammed en Nesevi’nin eserinde bu topluluğun adı geçer. 1253 yılında Fransa kralının elçisi olarak Moğolistan’a Mengü Kaan’a giden W.Rubruk, Kangılar’ın (Cangle) Kuman yani Kıpçaklar’dan olduklarını söyler. Milli destanlarında Kanklı (Kanglı)’ya araba manasının verildiği görülüyor. Verilen şu izahlar sonucunda Kanglı (Kanklı) ’ların Kıpçak asıllı olup, XI. yüzyılda yaşamış bir Kıpçak başbuğunun adını (Kanlı-kağnı) taşıdıkları anlaşılmış bulunur.

            P e ç e n e k  :
            Peçenekler kaynaklarda öz Türk ellerinden biri olarak anılır. Bununla beraber onların orta asyadaki hayatları hakkında söylenecek sözler, sadece tatmin edici olmayan bir takım tahminlerdir.

            Peçenekler’in On Oklar’dan olmaları ve hatta On Oklar’ın Tu-lu koluna mensup bulunmaları muhtemeldir. Çünkü Peçenek boylarından biri Çor, diğer biri de Çopan adını taşıyordu. Çor’un Tu-yu koluna mensup beylerin ünvanları olduğu ve Tu-lu boyunun beyinin de Çopan Çor (Ç’ou-pan Ç’uo) ünvanını taşıdığı önce görülmüştü. Hatta Peçenekler’in, Tu-lu kolunun önemli bir bölmünü içlerinde bulundurdukları bile söylenebilir. Zira Peçenekler 8 boydan ve 40 obadan oluşmuş kalabalık bir eldi. Bu sekiz boydan sadece ilk üçü (Irtim, Çor ve Yula) diğerlerinden daha yiğit ve daha soylu sayılıyor ve bundan dolayı da onlara Kenger deniliyordu.

            1- Oğuzlar’ın Yurdları.
            X. Yüzyılın birinci yarısında Oğuzlar, Hazar Denizi’nden Seyhun (Gök Türkler devrindeki Yinçü ögüz) ırmağının orta yatağındaki Farab (XI. yüzyıldaki Türkçe adı ile Karaçuk) ve isficab yörelerine kadar olan yer ile bu ırmağın kuzeyindeki bozkırlarda yaşıyorlardı. Oğuz ülkesi batıda Hazar Denizi’ne dayanıyordu. X. yüzyılın başlarında o zamana kadar meskun olmayan Hazar Denizi’nin doğu kıyısındaki Siyah-Kuh (Kara Dağ) yarım adası onlar tarafından işgal ve iskan edilmiş ve bundan dolayı bu yarım ada Mangışlağ adını almıştır. Güneyde İslam ülkeleri ile olan sınıra gelince, güney batıda, yani Harizm ülkesinde sınır Curcan (Gürgenç) ve bilhassa bu şehrin kuzey batısındaki Cit (Jit) kasabasından başlıyordu. Aral gölünün güneyindeki Baratekin de sınır kasabalarından idi. Maveraün-nehr’de sınır Buhara kuzeyindeki çölden başlayarak isficab bölgesine kadar uzanıyordu. Seyhun’un sağ kıyısında, Karaçuk dağlarının eteğinde ve Yesi’ye bir günlük mesafede bulunan berkitilmiş Savran (Sabran), Müslümanlar’ın Oğuzlar’a karşı sınır şehri idi. Seyhun Savran’dan az ileride Oğuz ülkesine gidiyordu.

            Gök Türkler’in Seyhun ırmağı’na Yüncü ögüz (inci ırmağı) dediklerini biliyoruz. Seyhun’ un aşağı ve kısmen orta yatağında derinlik 6-12 metre arasında değişmektedir, genişlik de 600-700 metredir. Irmak gemiciliğe müsaittir. X. yüzyılda, ırmağın ağzın yakın yerdeki Oğuz yabgularının başkenti Yeni Kent’e gemilerle tahıl götürüldüğünü biliyoruz.      Bozkır bölgesi, ırmağın ağzından doğuya doğru takriben 400 km. devam eder. Sonra ırmağa müvazi dağlar başlar ve isficab’ın (Sayram) kuzeyine kadar gider. Bu güzel görünüşü sıra dağlar Oğuzlar’ın ünlü dağları olan Karaçuk Dağlarıdır. Karaçuk’un adı Dede Korkut destanlarında, destanların başkahramanı Salur Kazan Bey’i öven bir şiirde de geçer. Bu dağın adı da Yakın Doğu’ya getirilmiştir. Ülkemizde Cizre’nin güneyinde, Dicle’nin batısında ve Irak’da Altun Köprü’nün batısında Karaçuk adlı dağlar vardır. Yine Dede Korkut destanlarında Salur Kazan Bey’in sürüsüne bakan sadık ve kahraman çobanın Karaçuk adını taşıdığını biliyoruz.

            Yine Dede Korkut destanlarında geçen Kazlık dağına gelince bu dağın da Kazgurt gibi, Karaçuk dağlarının bir kısmı olduğunu sanmaktayız. Yahut her ikisi aynı dağı ifade edebilir.

            Kuzeydeki Kara Kum Oğuzları’ın başlıca Yaylakları idi. İslam Coğrafyacıları Kara Kum’u biliyorlar ve ona “Oğuz Çölü” adını veriyorlardı.

            Güney’de Buhara’ya kadar uzanan Kızıl Kum, XI. yüzyıldan itibaren daha fazla önem kazandı ve Kıpçak baskısı yüzünden Oğuzlar’ın süreklice oturdukları bir yurt halini aldı.

            Mangışlak (Mangışlag) ve Balhan (Balkan) bölgeleri verimsiz yerler idiler. Bu ve aynı zamanda kuytu yöreler olmaları yüzünden oralarda yaşayan Oğuzlar varlıklarını korudular. Bilindiği üzere bu günkü Türkmenistan Cumhuriyeti Türkmenleri’nin çoğu Mangışlak’ta yaşamış olan Oğuzlar’ın Torunlarıdır.

            2- Oğuzlar’ın Yaşayış Tarzı :
            X. yüzyıl başlarında Oğuz Eli’nin çoğu göçebe hayatı geçiriyordu. Bahar (yaz) gelince kuzeydeki Kara Kum’a, Cim (Emba) ırmağına doğru kuzey batıdaki yaylalara ve Aral ile Buzaçı ve Mangışlak arasındaki bölgeye gidiyorlardı. Kış yaklaşınca da ekserisi Aşağı Seyhun boylarına dönüyorlar ve kışı orada geçiriyorlardı. Yagbu ünvanını taşıyan Oğuz hükümdarları kış mevsiminde ırmağın kıyısına yakın yerdeki Yeni Kent’de oturuyorlardı. Yine aşağı Seyhun bölgesinde Cend ve Huvare adlı iki şehir daha vardı. Yeni Kent, belirtildiği üzere, Oğuz hükümdarları olan yabguların başkentidir. Yabgu kışın bu şehirde oturmakta, yazın kuzeyde bulunan yaylağına gitmektedir. Reşideddin’deki Türkler’in tarihinde Yeni Kent’i Oğuz Han’ın kurduğu ve orayı başkent yaptığı söylenir. XIV. yüzyılda Yeni Kent’de para basıldığını biliyoruz.

            Oğuzlar’dan kalabalık bir kısmının yerleşik hayata geçmelerinde başlıca etken, şüphesiz, bunların İslamlığı kabul etmeleridir. Oğuzlar her halde Müslüman olduktan ve Samani devleti yıkıldıktan sonra Sitgün (Süt Kend) Savran, (Sabran=Sepren), Karnak, Karaçuk, Suğnak şehirlerini ellerine geçirdiler.

            Göçebe Oğuzlar bu şehirlerde yaşayan eldaşlarına küçükseme ile Yatuk (yani tembel) diyorlardı. Çünki, onlara göre bu oturak eldaşları savaş yapmayarak tembel tembel şehirlerde oturuyorlardı. Oğuz şehirlerinin çoğunda veya hepsinde Maveraün-nehr’in yerli unsurları da bulunuyorlardı. Oğuzlar farsça konuşan bu unsurlara Sukak diyorlardı.

            Yerleşik Oğuzlar’ın, göçebe eldaşlarının siyasi faaliyetleri ile göçlerine büyük ölçüde katılmayarak Moğol istilasına kadar bu şehirlerde oturmakta devam ettikleri söylenebilir. Moğol istilası sonucunda yerleşik halkın pek mühim bir kısmı yerlerini terk ederek Horasan’a ve İran’ın diğer bazı yerlerine kaçtılar. Moğol istilasının İran’a da yayılması üzerine Horasan’a ve İran’ın diğer yerlerine kaçmış olanlar emin bir ülke olan Anadolu’ya geldiler. Anadolu’da göçebeler, köylüler ve şehirliler arasında Horasan’a bağlanan bu gelişin hatırası asırlarca unutulmayarak zamanımıza kadar yaşamıştır. Buradaki Horasan adı ile Türkistan da ifade olunuyordu.

            3- İktisadi Hayatları :
            X. yüzyılın başlarında çoğunluğu göçebe hayatı geçiren Oğuzlar’ın iktisadi faaliyetleri, bu yaşayışın icabı olarak, başlıca hayvan yetiştiriciliğine dayanıyordu. Bu sebeple onların servetlerini koyun sürüleri, yılkılar (at sürüleri) develer ve sığırlar teşkil ediyordu. At binit olarak deve de yüklet olarak kullanılıyordu.

            İbn Fadlan “Türk Develeri” sözü ile şüphesiz bu gün Anadolu’da “buhur” denilen iki hörgüçlü develeri ifade etmiştir. Yine aynı müellif Bulfarlar’ın at eti yediklerini kayd etmekte, fakat Oğuzlar için böyle bir söz söylememektedir. Oğuz Sü-Başısı il-Doğan oğlu, Etrek, ibn Fadlan ve arkadaşlarına olduğu gibi, kendi akrabaları için de koyun kestirmişti. Fakat Oğuzlar’dan ölenlerin atlarının etinin yenildiğini aynı müellif kaydetmektedir. Diğer taraftan Oğuz destanları da Oğuzlar’ın, diğer Türk elleri gibi at ve hatta deve eti yediklerini göstermektedir. At eti, belki de, onlarca her zaman değil, özel günlerde yenilmekte idi. Oğuzlar’ın Müslüman olduktan sonra, umumiyetle at eti yemekten vaz geçtikleri anlaşılıyor. Çünki mensup oldukları Hanefi mezhebi at eti yenmesini mübah görmüyordu.

            Oğuzlar ile komşu İslam kavimleri arasında canlı bir ticari faaliyetin mevcut olduğu görülüyor. Oğuzlar’ın başlıca ticaret malı Koyun idi. Türk koyunun maveraün-nehr ve Horasan koyunlarından ayrı bir soy olup, makbul tutulduğu anlaşılıyor ise de başlıca vasıfları iyice bilinmiyor.

            Oğuzlar İslam aleminde meşhur olan Türk Keçesi de satmakta idiler. Yakubi Türker’in en iyi keçe imal eden kavim olduğunu yazıyor. İbn Fadlan Harizm’de soğuk günlerde bir evin içinde kurulmuş olyan Türk keçesinden yapılmış bir çadırda oturmuştur.

            4- Dini İnanışları :
            X. yüzyıl başlarında Oğuzlar, Uygurlar müstesna olmak üzere diğer Türk elleri gibi kendi kavmi dini inanışlarını devam ettiriyorlardı. İslam aleminde Türkler’in Allah fikrine sahip oldukları ve bunu Tanrı adıyla ifade ettikleri biliniyordu. Türkler’in yaratıcıya Uluğ Bayat adını verdikleri de İslam bilginlerine ulaşmıştı. Fakat Oğuz din adamlarının Tanrı’nın sıfatları ile ilgili tasavvurları hakkında kesin bir bilgi yoktur. Her halde Oğuzlar’dan sade kimselerin bu husustaki tasavvurları pek geniş değildi ve onlardan bazıları Tanrı’ya insani vasıflar izafe ediyorlardı. Oğuzlar’dan biri İbn Fadlan’a Tanrı’nın karısı olup olmadığını sormuş, müellif de bu soru üzerine bir hayli tövbe ve istiğfar etmiş, Oğuz da ayı şeyi yapmıştır.

            İbn Fadlan ne bir mabet gördüğünden ne de bir din adamı ile görüştüğünden açıkça bahseder. Fakat Oğuzlar’ın hakimleri olduğunu biliyoruz. Oğuzlar bu manevi şahsiyetlerine büyük bir saygı gösteriyorlardı. Hatta bu hakimlerin Oğuzlar’ın kanları ve davarları (malları) üzerinde hüküm sahibi bulundukları söyleniyor ki, bu ifadeden manevi şahsiyetlerin Oğuz eli üzerinde ne kadar önemli bir tesir ve nüfusları olduğu iyice anlaşılır. İşte bizim Korkut-Ata (Dede Korkut) bu hakimlerden biri idi. Tabiplik yapan, geleceğe ait keşiflerde bulunan, yapılacak bir teşebbüsün uğurlu olup olmayacağına karar veren, dini törenlere başkanlık eden bu manevi şahsiyetlere Oğuzlar’ın Kam mı dedikleri, yoksa başka bir ad mı (mesela Dede) verdikleri bilinemiyor. XII. ve daha sonraki yüzyıllarda dini şahsiyetler ata ünvanı ile anılıyorlardı. Eski Türkler’de kan, baba demekti. Sonra onun yerini Ata aldı. Atanın yerini de yine din adamlarının ünvanı olan baba aldı.

            Ölü gömme adetlerine gelince onlar ölülerini Gök Türkler gibi, sırtlarında elbiseleri, üzerlerinde silahları ve yanlarında diğer şahsi eşyaları ile birlikte gömüyorlardı. Ölü oda şeklinde açılan bir mezara oturtulup, eline içki dolu (herhalde kımız) bir kadeh veriliyor ve önüne de yine içki dolu kap konuluyordu. Mezar bir oda gibi açılıyor, tavanı yapıldıktan sonra onun üzerine de çamurdan kubbeye benzer külah kısmı ilave ediliyordu. Oğuzlar’ın bu mezarları ile Türkiye’de bilhassa Selçuklu devrinde yaygın bir şekilde görülen ve mütehassıslar tarafından Türk çadırına benzetilen kümbetler arasında yakın bir benzerliğin varlığına işaret edilebilir. Hazar ötesi Türkmenlerinin de mezarlarının üzerine tümsek gibi şekiller yaptıklarını ve buna Yozka dediklerini biliyoruz.

            Gömülme işi bittikten sonra, ölünün atları kesilerek yenirdi ki bu da bütün Türk kavimlerinde görülen yuğu aşı geleneği idi. Türkiye’de bu gelenek yüzyıllar boyu sürüp gelmiş ve şimdi de aynı kalmak suretiyle köy, kasaba ve hatta şehirlerde yaşamaktadır. Ölen sağlığında bazı kimseleri öldürmüş ise, bunların ağaçtan resimleri yapılıp mezarın üzerine konulurdu. İnanışa göre bir adamın öldürdüğü kimse veya kimseler cennette öldürenin hizmetçileri olacakladır. Bu da anlaşılacağı üzere, Gök Türkler’deki balbal geleneğinden başka bir şey değildir. Oğuzlar aynı zamanda başlıca Türk ellerinde olduğu gibi yuğ aşında yenilen atların başlarını, ayaklarını ve derilerini mezarın üzerinde bulunan sırıklara asarlardı. Onların inanışına göre, ölen cennete etleri yenilen ve derileri sırıklara asılan bu atlar ile gidecekti. Bu yapılmadığı takdirde ölen, yorucu cennet yolculuğunu yayan yapmak mecburiyetinde kalacaktı. Oğuzlar yine dini inanışlarının tesiri ile suya girmiyorlar, yabancıların da yıkanmalarına engel oluyorlardı. Çünkü suya girmekte onların, kendilerini büyüleyeceğinden korkarlar ve böyle yapanları para cezasına çarptırırlardı. Bütün Türklerdeki köklü bir inanışa göre, su kutludur ve arıdır. Yıkanmak kutlu ve arı olan suyu kirletmek ve böylecek büyük bir günah işlemek demektir. Bu ise uğursuzluğa ve felakete (bu arada belki insan ve hayvan hastalıklarına da) sebep olur. Onlar yine dini inanışları ile ilgili olarak giyimlerini eskiyinceye kadar üzerlerinden çıkarmıyorlardı. Yine Oğuzlar, Müslümanların aksine olarak, başına vurarak koyunu öldürüyorlardı.

            Oğuzlar hastalanan kimselerin (yakın akrabaları da olsa) yalarına yaklaşmazlardı. Hasta olana kul ve karavaşlar (cariye) hizmet ederlerdi. Yoksullar ise tamamen kaderleri ile baş başa bırakılırdı. Bu husus şüphesiz bulaşıcı ve salgın hastalıklara yakalanmaktan korkmalarından ileri geliyordu.

            5- Başka Gelenek ve Görenekleri :
            X. yüzyılda Oğuz elinde kadınlar, diğer Türk ellerinde ve cahiliye devri Araplarında olduğu gibi erkeklerden kaçmazlar ve yüzlerini de örtmezlerdi. Bu husus Türkiye’de oymaklarda ve köylerde zamanımıza kadar devam ede gelmiştir. Hatta XIX. yüzyılda Güney Anadolu’da bir seyahat yapan Fransız araştırıcılarından V. Langlois, bu münasebetle Türkmenleri Yakın Doğu’daki medeni insanlar olarak vasıflandırır. Oğuzlar’ın ne zina, ne de gulamparalık gibi yaygın gelenekleri vardı. Esasen Türk kadınları İslam dünyasında iffetli kadınlar olarak tanınmışlardı.

            Oğuzlarda öldürülenin öcünü almak yani kan davası adeti de vardı. Yine onlarda Cahiliye devri Araplarında olduğu gibi baba ölünce oğlu üvey annesi ile evlenebiliyordu. İbn Fadlan’ın gördüğü Oğuz Sü-başısı Etrek, babası öldükten sonra üvey annesi ile evlenmişti.

            Oğuzların milli yemekleri diğer bazı Türk ellerinde olduğu gibi tutmaç idi. Tutmaç, tarih boyunca birçok kaynaklarda Türklerin milli yemeği olarak geçer. Tuğrul Beğ’in Horasan’da iken bir davette yediği badem tatlısı için “iyi tutmaç imiş, lakin sarımsağı eksik” dediği söylenir. Bu yemeğin Memlükler’de Türkiye Selçukluları ve Osmanlı saraylarında da yenildiğini biliyoruz. Tutmaç, Türkler’in hakimiyet sürdükleri İran ve Arap ülkelerinde de tanınmıştı.

            Oğuzlar sakallarını tıraş etmekte ve yalnız bıyık bırakmakta idiler. Türkiye’de de bu geleneğin uzun müddet devam ettiğini, din adamlarından başka halkın ve askerlerin sakallarını yülüdüklerini, yani tıraş ettiklerini biliyoruz. Alevi Türkler’in bu gün dahi sakallarını istisnasız tıraş etmeleri bu çok eski geleneğin devamıdır. Buna karşılık Oğuzlar, bütün Türkler gibi saçlarını kesmiyorlardı. XI. yüzyılda Ermeniler, Oğuzlar ile karşılaştıklarında dikkatlerini en fazla onların uzun saçları ile yayları çekmişti.

            Oğuzların kıyafetlerine gelince, bu hususta hemen hiçbir şey bilmiyoruz. 1038 yılında Nişabur’a giren Tuğrul Bey’in kıyafetine dair yapılan tasvir bu hususta belki bize faydalı olabilir. Onun başında ketenden bir sarık (asabe-i tüzi) sırtında bir cins kumaştan yapılmış uzun kollu, uzun etekli ve önden ilikli bir kaftan (kaba-yi mulham)  ve ayağında keçe çizmeler, kolunda gerilmiş bir yay, kemerinde üç ok vardı.

            Oğuzlar yaşadıkları hayat tarzı ve muhitin çetin şartlarının tesiri ile oldukça sert mizaçlı kimseler idiler. Savaşçı olmak başlıca faziletlerinden biri sayılıyordu. Buna karşılık onlar, namuslu, doğru ve konuk sever insanlardı. Türklerin son zamanlara kadar bu hasletlerini muhafaza ettikleri görülüyor. XIX. yüzyılda dahi Anadolu Türkleri, gezginler tarafından bu hasletleri ile vasıflandırılmışlardır. Oğuzlar, büyüklerine (dini ve siyasi) son derece bağlı ve saygılı insanlar idi. Boş inançlara inandıkları ve hislerinin de oldukça tesiri altında kaldıkları görülüyor.

            Oğuzlar’ın konuştuğu Türkçe, daha Anadolu’ya gelmeden Türkistan’da iken Türk lehçelerinin yeğnisi en incesi (zarif) sayılıyordu. Kaşgarlı bu hususu bilhassa belirtir. Yine aynı müellif, yalnız Oğuz lehçesinde bulunan bazı kelimeleri de bildirir.

            6. Oğuzların İslamiyet’e Girişi:

            X. yüzyılın ilk çeyreğinde Süt-Kent’de Müslümanlığı kabul etmiş mühim bir Türk topluluğunun yaşadığı görülüyor. Bunların Oğuzlar’dan olduğundan şüphe yoktur. Oğuzlar arasında İslamiyet ancak XI. yüzyılda hakim bir din haline gelebilmiştir.

            Oğuzlardan Müslümanlığı kabul eden zümrelerle, onları gayri Müslim kardeşlerinden ayırt etmek için Maveraün-nehir Müslümanlarca Türkmen adı veriliyordu. Daha önce söylendiği gibi Orta Asya’da ilk defa Müslümanlığı kabul eden Türk kavmi Balasagun ile Mirki arasında yaşayan Türkmenler olduğu için Türkmen adı, Maveraün-nehir Müslümanları arasında “Müslüman Türk” şeklinde hususi bir manada da kullanılmaya başlandı. Böylece Oğuzlardan da Müslüman olan zümrelere “Türkmen” denildi. Türkmen adının Oğuzlardan Müslüman olanlara verildiği hususu Biruni’nin sözlerinin de gösterdiği gibi her türlü şüpheden uzaktır. Gerdidi ve Beyhaki gibi Gazneli müverrihleri Oğuzları Müslüman Türk anlamında olarak Türkmen adı ile zikretmişlerdir. Buna karşılık yakın doğu müellifleri onlardan el-Guzz yani Oğuz adıyla söz ediyorlar. Çünki oğuzlar kendilerine Türkmen demiyorlardı. Onlar, Müslümanlar tarafından her yerde kendilerine verilen bu adı uzun bir zaman benimsemediler. XIII. yüzyıl başlarından itibaren artık her yerde Türkmen, Oğuzun yerini aldı. Ancak Oğuz da unutulmadı. O da şanlı atalarının adı olarak uzun bir zaman hatıralarda yaşadı.

            7. Oğuz Yabgu Devleti:
            Oğuzların başında Yabgu ünvanlı hükümdarlarının bulunduğu bir devletleri vardı. Oğuzların eski zamanlarda da yani Türgişler ve Aşinalar (=Gök Türk hanedanı) devrinde de yabgular tarafından idare edildiklerinde şüphe yoktur. Asıl kaynaklarda bu yabgulardan hiç birinin adı geçmez. Ancak Cami’üt-tevarih’teki Oğuzların destani tarihlerinde yabgular’dan bazılarının adı görülür. Yine orada bu yabgu (yavku) lar kayı boyundan gösterilir.

            Yabgular’ın en yüksek iki görevlisi Köl irkin ile Sü Başı’dın bunlardan Köl irkin yabgunun veziridir. İrkin’in On Oklar’dan Nu-şe-pi koluna mensup beylerin unvanları olduğu daha önce görülmüştü.

            Sü başı’ya gelince, bu ordu kumandanı demektir. Bütün türk devletlerinde kullanılan ve Orhun kitabelerinde geçen bu deyimi Selçuklular Anadolu’ya getirdiler. Selçuklu devrinde Sü Başı, vilayetlerin valileri tarafından taşındı. Osmanlı devrinde bu deyim Su başı şeklinde söylendi ve bilhassa şehirlerin zabıta amiri manasında kullanıldı.

            Mes’udi Oğuzların, Türklerin en savaşçı eli olduğunu söylüyor. Oğuzların silah ve avadanlıkları mükemmeldi. Bu silahlar arasında diğer Türk kavimlerinde olduğu gibi, ok başta geliyordu ki, bunu Türklerin milli silahı şeklinde vasıflandırmak yanlış sayılmaz. Yukarıda da söylendiği gibi Ermenilerin de dikkatini bu silahları çekmişti. İbn Fadlan Subaşı Etrek’in nasıl keskin bir nişancı olduğunu bir misalle anlatır. Kargı (süngü)ve kılıç da başlıca silahlarındandı. Bütün Türkler gibi binici olup, at üzerinde savaşırlardı. Esasen atları pek çoktu. Ermeni müverrihi Aristagues, romantik bir ifade ile, Atlarının kartallar gibi süratli gittiğini söylüyor.

            Oğuzların güney komşuları Müslümanlar, bu zamanda tarihlerinin en mutlu devirlerinden birini yaşıyorlardı. Maveraün-nehr, yani Ceyhun (Amu Derya) ve Seyhun (Sir Derya) ırmakları arasındaki bölge verimli topraklara sahip bir ülke olmakla beraber müstesna mevkii dolayısı ile orada ticaret ve sanayi de pek gelişmişti. Her iki ülkenin sanayi mamülleri için en büyük Pazar itil’den Çin seddine uzanan geniş Türk alemi idi. İslam Coğrafyacıları, Maveraün-nehr halkının sahip olduğu manevi hasletleri birer birer sayarlar. İşte bunun neticesinde IX-XI. Yüzyıllarda bu iki ülkeden Harizmi (ölm.850), Buhari (ölm.869), Maturidi (ölm.944), Farabi (ölm. 950), Cevheri (ölm. 1010), İbn Sina (ölm. 1037), Biruni (ölm. 1051), Merginani (ölm. 1197) ve diğerleri gibi islam’ın en büyük ilim adamları yetişti.

            8- Oğuz Devletinin Sonu:
            Oğuz devletinin nasıl ve ne zaman ortadan kalktığı ile ilgili Camiüt-tevarih’teki destani tarihte şu haber vardır. Oğuz hükümdarı Ali Han Amu (Ceyhun) suyunun öte yakasında yaşayan kalabalık Oğuz kümesinin başına çocuk yaştaki oğlu Kılıç Aslan’ı geçirdi. Kılıç Aslan’ın yanında atabeği Büğdüz Kuzucu bulunuyordu. Kuzucu çok yaşlı bir insandı (180 yaşında deniliyor). Kılıç Aslan delikanlı olunca vaktini kötü haraketlerle geçirmeye başladı. Bu arada beylerin kızlarına da tecavüzde bulundu. Bu yüzden halk ona zalim Şah Melik dediler. O, atabeğinin öğütlerine de kulak asmadı. Fakat beylerin kendisini öldüreceklerini haber alınca korkup Yeni Kent’e, babasının yanına kaçtı. 40.000 atlı çıkaran Horasan’daki bu oğuz kümesinin başına Tuğrul geçti. O Toksurmuş İci adlı yoksul bir çadırcının oğlu idi. Tukok ve Arslan (Kılıç Arslan) adlı kardeşleri vardı. Ali Han 20.000 atlının başında oğlu Şah Melik’i, Tuğrul’un üzerine yolladı ise de Şah Melik yenilip bazı beyleri ile birlikte tutsak düştü. Şah Melik iki parça edilerek hayatına son verildi. Ali Han’da iki yıl sonra Yeni Kent’de öldü. Onun ölümü üzerine Oğuz eli dağıldı. (Tarihi eserlerde de bir Şah Melik vardı. Bu şah Melik’in Oğuz yabgusu ve hatta Oğuz asıllı olduğunu kabul etmek güçtür.)

            C. SELÇUKLU DEVLETİNİN KURULUŞU :
            Selçuklu devletinin kuruluşu, Oğuz Türkleri’nin tarihinde pek mühim bir dönüm noktasıdır. Bu devletin kurulması ile islam’ın siyasi hakimiyeti Oğuzların eline geçtiği gibi Anadolu ve ona komşu ülkelerde onların yurdu olmuştur. Oğuz Türkleri, Yakın Doğu İslam dünyasının bilhassa X. yüzyılın başlarından itibaren siyasi bakımdan zayıf bir duruma düşmesinden faydalanarak adım adım ilerleyen Bizans’ı geri atmakla kalmamış, onun asıl dayanağı olan Küçük Asya’yı fethetmek sureti ile bu devletin çökmesinde ve yıkılmasında amil olmuştur.

            Selçuk, Oğuzlar’ın Kınık boyuna (şüphesiz bu boyun bey ailesine) mensuptur. Oğuz boylarının siyasi ve içtimai mevkilerine göre yapılan Cami üt-tevarih’teki cedvelde Kınıklar 24. yani en sonuncu sırada gösteriliyor. Buna bakarak hüküm vermek gerekirse Kınıklar, Oğuzların en eski tarihlerinde pek mühim bir rol oynamamış olacaklardır.

            Selçuklular’ın Horasana Gelişi;
            Mayıs 1035 ayında Selçukluların Horasana geldikleri bildiriliyordu. Selçukluların devletlerini Horasan’a getirmiş oldukları görülüyor. Selçuk’un hayatta kalan biricik oğlu Musa, beygu yani yabgu unvanı taşıyordu. Daha önce yazıldığı gibi Musa’nın oğlu Yusuf evvelce Selçuklu Oğuzları’nın başı olan inanç Beygu unvanı ile anılmıştır. Fakat Musa’nın şeklen de olsa Selçukluların başı olduğuna dair bir delil yoktur. Musa Beygu, Muhammet Tuğrul Bey ve Davud Çağrı Bey Horasan divan Reisi Suri’ye bir mektup gönderdiler. Bu mektupta Selçuklular kendilerini halifenin Mevlaları (tabileri) olarak zikrediyorlar ki, dikkate değer. Bu vasıflandırma ile onlar herhalde kendilerinin kuvvet ve devlet sahibi kimseler olduklarını göstermek istiyorlardı. O zamanlarda irili ufaklı bütün hükümdarların kendilerini bu şekilde vasıflandırdıklarını biliyoruz. Selçuklular mektupta Horasan’a gelmelerine yol açan sebepleri kısaca zikrettikten sonra içlerinden biri daima sarayda bulunmak üzere Sultan’ın hizmetine girmek istediklerini, buna karşılık Nesa ve Ferave vilayetlerinin kendilerine dirlik olarak verilmesini buna karşılık Balhan dağından, Dihistan’dan, Harizm sınırından ve Ceyhun tarafından gelebilecek akınları önleyeceklerini, Irak ve Harizm Türkmenlerini de kovacaklarını bildirdiler. Selçukluların istedikleri Nesa ve Ferave bugün Kızıl Arvat (Kızıl Ribat) vilayetleri göçebe hayata elverişli olduğu gibi, kendi emniyetleri bakımından da onlar için pek uygun yerler idi. Çünkü, Nesa ve Ferave şehitleri çölün başladığı yerde bulunuyorlardı. Onlar çoluk çocuklarını, göçkünlerini, davarlarını herhangi bir tehlike anında çöle götürecekler, sıkıştıkları zaman kendileri de oraya sığınacaklardı. Nitekim çölün onları en muhkem kalelerden daha iyi bir şekilde koruduğu aşağıda görülecektir. Diğer taraftan Balhan’da, Mangışlak’da ve Seyhun boylarında Oğuz kümeleri ile de kolayca temas ve münasebet sağlamış olacaktır.

            Selçukluların Horasan’a gelmeleri büyük bir heyecan ve kaygı yarattı. Bir Gazneli devlet adamı haberi duyunca “Horasan elden gitti” diye bağırmış, vezir “Ahmed b. Abd us-Samed ise, Irak Türkmenleri’ni kastederek, bugüne kadar işimiz çobanlar ile idi, şimdi ülke zapteden emirler geldiler” demiştir. Sultan Mesud’a gelince, o da bu gelişin küçümsenecek bir
hadise olmadığını çok iyi takdir etmişti. Sık sık söylediği “10.000 Türk atlısı” sözü ile onlara hal bakımdan ehemmiyet verdiğini gösteriyordu.

            Mesud vezirin durumun iyice anlaşılması için biraz beklemesi teklifini, çok defa yaptığı gibi kabul etmedi; kumandaların da kendisini desteklemesiyle Hacib Beg-Doğdu kumandasında 17.000 kişilik çok iyi donatılmış bir orduyu Selçuklular’ın üzerine yolladı. Bu ordu Selçukluları Horasandan çıkaracak idi. Selçuklular Gazneli ordusunun üzerlerine geldiğini duyduklarında herhangi bir heyecan ve telaşa kapılmadılar. Çünkü müracaatlarına böyle bir cevapla mukabele edileceğini de düşünmüşlerdi; bu sebeple ihtiyatlı ve hazırlıklı idiler; silahları iyi olmamakla beraber maneviyatları yüksek idi. Her bakımdan mükemel bir surette donatılmış olan Gazneli ordusunda filler de vardı. Bu kuvvete başkumandan Beğ Doğdu da dahil olmak üzere herkes Türkistan’ı fethetmeye muktedir bir ordu gözü ile bakıyordu. Fakat Nesa yöresinde yapılan karşılaşmada bu şekilde vasıflandırılan Gazneli ordusu ağır bir bozguna uğradı ve bütün ağırlıklarını da kaybetti (19 Şaban 426-  29 Haziran 1035). Selçuklular Gazneli ordusunu bozkırlarda çok uygulanan pusu kurmak usulü ile yenmişlerdi. Bu savaşta bundan sonrakilerde olduğu gibi en mühim rolu Çağrı Bey (Davud) oynadı.

            Nesa Savaşı, Selçuklular için maddeten ve manen mühim kazançlar sağladı. Gazneli Devleti Dihistan’ı Çağrı Beğ’e, Nesayı Tuğrul Beğ’e ve Ferave’yi de Musa Beygu’ya veriyordu. Buna karşılık onlar Sultan’a tabi olacaklar ve hatta içlerinden biri daima Sultan’ın katında bulunacaktı. Fakat Selçuklular bu barışa ehemmiyet vermediler ve onu ciddiye almadılar. Hatta yapılan barışla ilgili olarak Selçuklular’a hil’at, menşur, sancak, külah ve Türk geleneğine göre, eğerli at ve altın kemer getiren Gazneli elçisi, onların Gazneli devleti hakkında alaycı konuşmalar yaptıklarını ve hilatları yere attıklarını duymuştu. Gerçekten bu yenilginin öcü alınacağı yerde, hemen barışa yanaşılması Gazneli Devleti’nin şeref ve itibarını kırmış ve Sultan Mes’ud’un zayıf bir şahsiyet olduğunu iyice meydana koymuştur.

            Selçuklular’ın bu zaferden sonra idareleri altında bulunan Oğuz kümesinin muhtelif yerlerden gelen oymakların katılması ile çoğaldığı muhakkaktır. Nitekim Irak Oğuzları’ndan bir bölüğün onlara katılmış olduğunu biliyoruz. Bu Selçuklu başarısına müvazi olarak, Yağmurlu ve Kızıllı Oğuzlar’ı ile Balhan Türkmenleri de Rey bölgesine hakim olmuşlardır. Selçukluların Horasan’a gelmeleri ve bir kısım sınır bölgelerini işgal etmeleri ile Balhan ve Ceyhun yolları açılmış ve buradan Horasan’a Türkmenler gelmeye başlamıştır. Irak Oğuzları’da 428 (1037) yılında şüphesiz Selçukluların Horasan’da kazandıkları başarılardan cesaret alarak harekete geçtiler.

            D. SELÇUKLULAR DEVRİDE OĞUZLAR (TÜRKMENLER) :

            Çağrı Bey, Gazneliler’e karşı başarılı savaşlar yapıp onların elini tamamen Horasan’dan kesti. Kara Hanlılar’a da galip gelerek bu hanedan ile iyi bir barış yaptı. İsyan eden Harizm hakimi cezalandırıldığı gibi, o taraftaki Kıpçaklar’ın beyini de Müslüman etti ve onunla dünürlük kurdu. Kardeşi Tuğrul Bey’in Rey’e gitmesinden sonra bütün Horasan kendisine kaldı. Bundan başka Kirman da oğullarından Kara Arslan unvanlı Kavurt Bey’in elinde bulunuyordu. Çağrı Bey görüldüğü gibi birinci sınıf bir kumandan, siyasi meselelerde isabetli rey ve fikre sahip dirayetli bir siyaset adamı olmasına rağmen, hükümdarlığı zamanında fazla ihtiraslı bir insan olarak görülmüyor. Halbuki başarılarını da ileriye götürebilirdi. O bozkırlardaki sıkıntılı hayatlarını daima hatırlayarak yükseldiği mevkiden duyduğu memnuniyeti ifade etmiştir. Çağrı Bey 70 yaşlarında vefat ettiği zaman (ölm.1059) başta Alp-Arslan olmak üzere birçok oğlu ve halife ve hükümdarlar ile evli birçok kızı vardı.

            Selçuklu ailesi tarafından başları kabul edilen Tuğrul Bey 1055 yılında halifenin ısrarlı daveti üzerine Bağdat’a haraket etti. Halife Selçuklu hükümdarına üst üste 7 hil’at giydirdi ki bu, 7 iklimin yani dünyanın hakimiyetinin kendisine tevcihi demekti. Halife ayrıca Tuğrul Bey’e “doğunun ve batının Hükümdarı” (Melik ul-maşrik ve’l-mağrib) ünvanı ile hitap etti ve bunu ifade etmek üzere ayrıca iki kılıç kuşattı. Bu, İslam aleminin cismani hakimiyetinin resmen Türk Hükümdarına tefvizi idi ki, o zamana kadar hiçbir kimseye böyle bir şey yapılmamıştı.

            Fakat bu sırada üzücü, kaygı verici bir haber geldi. Buna göre Musul’dan Hemedan’a dönen kardeşi İbrahim Yınal Oğuzların mühim bir kısmını etrafına toplayarak isyan bayrağını kaldırmıştı. Rey civarında Heftaze Bulan’da yapılan savaşta İbrahim Yınal yenilerek esir düştü. Tuğrul Bey bu sefer ana bir kardeşini affetmedi, çünkü kendisine sıkıntılı ve ızdıraplı günler yaşatmıştı. İbrahim Yınal, Türkler’de asil kimselerin kanlarının dökülmemesi geleneğine uyularak yayının kirişi ile boğuldu. İbrahim’in kardeşi Er-Taş’ın oğullarından ikisi de öldürüldüler. (9 Cuma-de’l ahire 23 Temmuz.1059) işte Selçuklu hanedanı arasındaki mücadelelere ait ilk hazin hadise budur. İbrahim Yınal “Yınallı” denilen Oğuz bölüğünün başında, Selçuklu devletinin kuruluşunda emeği geçmiş bir Prens idi. Oğuzlar’ın Tuğrul Bey’e kızgınlığı ve saltanat hırsı onu hiç de layık olmadığı bu akibete götürdüğü.

            İki kardeş arasındaki bu mücadele esnasında Arslan ul-bes-asiri de yanındaki Türkler ve Araplar ile Bağdad’a girmiş, halife, sarayı yağmalandıktan sonra, yakalanıp çöle götürülmüştü. Bağdad’ta ve Irak’ın diğer bazı yerlerinde ilk ve son defa olarak Mısır halifesi adına hutbe okundu. Tuğrul Bey, ağabeyi Çağrı Bey’in ölümü üzerine (Mart, 1060) yeğenlerinin işlerini yoluna koyduktan sonra Irak’a yöneldi. Halife, makamına iade edildi ve Arslan da ortadan kaldırılarak Irak’ın işleri düzene sokuldu. Bundan sonra ülkesine dönem Tuğrul Bey’in zevcesi Altuncan öldü. Bu hatun akıllı ve Tuğrul Bey’e çok bağlı idi. Kocasına işlerinde yardım ediyordu. Bu sebeple Tuğrul Bey çok kederlenmiş ve onun için yas tutmuştu. (452-1060) bir müddet sonra Tuğrul Bey Halife’nin kızı ile evlenmeye talip oldu. Halife el-Kaim Biemrillah, Tuğrul Bey’in isteğine ilk önce muvafakat etti ise de sonra verdiği sözden döndü. İki taraf arasına soğukluk girdi. Selçuklu hükümdarı Halife’nin dirliklerine el koydurttu. Halife de onu Bağdad’tan çıkıp gitmekle tehdit ediyordu. Halifenin sonradan reddetmesi Abbasoğulları’nın, Peygamberin akrabaları dolayısıyla sıfatıyla, kendilerine kutsiyet atfetmeleri ile ilgili idi. Gerçekten halifeler o zamana kadar aileden olmayan bir kimseye, galiba kız vermemişlerdi. Fazla olarak halife kızını çok seviyordu. Tuğrul Bey’e gelince, o bu izdivaç ile sadece şereflenmek istiyordu. Peygamber ailesinin güveyisi olmak ona daha fazla şan, şeref ve bahtiyarlık verecek idi. Kendisinin ağır basması üzerine nihayet halife istemeye istemeye buna razı oldu. Tuğrul Bey bu sırada 70 yaşında bulunuyordu. Bağdat’ta muhteşem bir düğün yapıldı. Halife kızının ayrılmasından keder içinde iken Selçuklu Hükümdarının sarayın avlusunda Türkçe şarkılar söyleniyor ve Tuğrul Bey, yetmiş yaşında olmasına rağmen Türk geleneğince, beyleri ile birlikte milli oyun oynuyordu. Müverrihlerin tasvirine göre, onun beyleri ile birlikte oynadığı oyun halay veya ona benzeyen bir oyun olacaktır. Gazneli Mes’ud’un 25-30 yıl önce bir çöl kasabasını çok gördüğü bu Oğuz Beyi, şimdi İslam dünyasının en büyük hükümdarı ve halifenin güveyisi olmuştu. Fakat Tuğrul Bey’in bu sevinçli ve mutlu günleri çok sürmedi. Düğünden bir müddet sonra eski hastalığı tekrar baş gösterdi. Böyle olduğu halde, Bağdad’a gelişinden takriben iki ay sonra, hastalığı geçmeden ülkesine döndü. Onun bu durumda iken Bağdad’tan ayrılması, ülkesinde mühim bir hadisenin çıkmış olması ile ilgili idi. Bu ise Kutulmuş’un isyanıdır. Filhakika Tuğrul Bey’in veziri Amid ul-mülk Kündüri’nin Kutulmuş’u Damağan yakınındaki Gird-Kuh kalesinde kuşattığını biliyoruz. Bu esnada, düğünden yedi ay sonra Tuğrul Bey Rey’de vefat etti. (S.Ramazan 455 Cuma = 4 Eylül 1063) ve orada gömüldüğü; kendi adıyla anılan türbesi şimdi Tahran’ın bir semti haline gelen Rey’de bir evin avlusunda durmaktadır.

            Tuğrul Bey, dirayetli, doğru sözlü, iyi kalpli, yumuşak huylu, merhametli, merd, cesur ve cömert bir insandı. Bütün bu meziyetleri ile o, çevresindeki insanlar üzerinde etkili oluyordu. Ailesi içinde en fazla intibak kabiliyetine sahip insan da Tuğrul Bey idi. Bunun için Nişabur’un yağmasına engel olması bir misal olarak zikredilebilir. Çağrı Bey, Tuğrul Bey’e şehrin yağma edilmesini teklif ediyordu. Çünkü bu, bir gelenek idi. Böyle yapılmadığı takdirde Oğuzlar’ın kendilerinden yüz çevirmeleri, bir başkasının etrafında toplanmaları daima mümkündü. Halbuki bu yeni alem de bu gibi hareketler ile devlet kurmak ve idare etmek her zaman beklenirdi. Neticede Tuğrul Bey’in bıçak çekerek kendisini öldüreceğini söylemesi üzerine Çağrı Bey teklifinden derhal vaz geçti.

            Tuğrul Bey’in istediği gibi halktan 30.000 altın toplandı. Çağrı Bey bu parayı askerlere dağıttı. Başka bir kaynakta 40.000 altın deniliyor ve bu meblağın bir kısmının Tuğrul Bey’in kendi parası ile karşılandığı anlatılıyor. Çağrı Bey de yağmayı kendisi için istemediği gibi, görüldüğü üzere alınan parayı da askerlere dağıtmıştı. Onun Dendanekan zaferi üzerine ele geçen Gazneli ordusunun zengin ağırlığını askerlerine yağmalatmış, kendisi için hiçbir şey almamıştı. Tuğrul Bey’in icraatı bize onun gayelerinin nasıl geniş ve yüksek olduğunu gösteriyor. Temsil kabiliyetine sahip oluşu, değerli insanları takdir etmesi, başarılarının başlıca amilleri arasında sayılabilir. Aynı zamanda cömert ve dini emirlere riayetkar bir şahsiyet idi.

            Tuğrul Bey, kardeşi Çağrı Bey ile birlikte Oğuz Türkleri’nin tarihine yön vermiş büyük bir şahsiyettir. Ağabeyi ile birlikte büyük gayretler sarfederek yabancı bir ülkede bir devlet kurmaları ve bu devletin sınırlarının Bizans İmparatorluğuna kadar götürülmesi. Anadolu’nun fethini ve Oğuz Türkleri’nin bu ülkeyi Yurd edinmelerini sağlamıştır. Kurulan büyük devlet kendisi ile ağabeyinin eseridir. Onlar olmasa idi, idare ettikleri Oğuz kümesi, Uzlar, Irak Oğuzları ve Sultan Sancar’ı yenen Oğuzlar gibi dağılıp gidecekti.

            Tuğrul Bey’in çocuğu olmamıştı. Bundan dolayı vasiyeti üzerine veziri, ağabeyinin oğullarından Süleyman’ı hükümdar ilan etmiş ise de, kumandanlar ve askerlerin isteği üzerine ağabeyinin diğer oğlu Horasan hükümdarı Alp-Arslan ona halef olmuştur. Fakat Gird-Kuh kalesinde bulunan Arslan Yabgu’nun oğlu Kutulmuş, başına Türkmenleri toplayarak (sayılarının 50.000 olduğu söyleniyor) onun karşısına çıkmıştı. Yapılan savaşta Kutulmuş yenildi ve savaş meydanına yakın bir yerde ölü bulundu. Alp-Arslan tutsak alınan Kutulmuş’un kardeşi Tigin ve oğlu Mansur ile Türkmen beylerini öldürtmek istedi ise de vezir Nizam ul-Mülk buna engel oldu. Fakat Alp-Arslan, Kutulmuş’un ölümüne ağlamış ve yas tutmaktan da kendini alamamıştı.

            Alp-Arslan ile Tuğrul ve Çağrı beylerin devletleri bir idare altında birleşti ve SELÇUKLU DEVLETİ KUVVETLİ BİR İMPARATORLUK HALİNİ ALDI. Alp-Arslan amcasının evlendiği Abbasi seyyidesini armağanlar ile birlikte Bağdad’a gönderdi. Onun bu seyide ile evlenmemesinin ve kendisinden sonra gelen Selçuklu hükümdarlarının da halifelerden kız istememelerinin bir sebebi olmalıdır. Bu sebep de Tuğrul Bey’in izdivaçtan 6-7 ay gibi kısa bir zaman sonra ölmesinden, halifelerden baskı ile “kız almanın uğurlu olmadığı” şeklinde kuvvetli bir inanışın meydana gelmesi ile ilgili olmalıdır. Meşhur Bermek oğullarından Cafer’in akıbeti de bu hususta bir misal olarak hatıralarda yaşıyordu. Dikkate şayandır ki Emeviler de kendi ailelerinden olmayanlara kız vermemişlerdir.

            Alp-Arslan 1064 yılında Doğu Anadolu ve Gürcistan’a bir sefer yaptıktan sonra 1065-1066 yılında üst Yurt ve Mangışlak taraflarına gitti. Alp-Arslan, buradan Seyhun kıyısındaki Cend şehrine uzandı. Bunun da gayesi sadece büyük dedesi Selçuk’un kabrini ziyaret etmekti. Alp-Arslan’ın büyük dedesi Selçuk’un kabrini ziyaret için Cend’e kadar gitmesi, onun şüphesiz atalarına karşı duyduğu sevgi ve bağlılığı gösterir.

            Alp-Arslan devrinde, Bizans topraklarına yapılan akınlar sıklaşmış ve şiddetlenmişti. 1070 yılında Fatimi halifesinin veziri, Mısır’ı teslim edeceğini bildirerek Selçuklu Hükümdarını bu ülkeye gelmeye teşvik etti. Bunun üzerine Alp-Arslan Diyarbekir tarikiyle Suriye’ye gitti. Bunu haber alan Halep hükümdarı Mirdas-oğlu Mahmud, Halep kadısını Sultan’a karşılayıcı gönderdi. Fırat’ı geçtiği esnada zeki ve bilgili Arap, Alp-Arslan’ı memnun eden şu sözleri söyledi “Ey efendimiz, Ulu Tanrı’nın bu teveccühüne şükrediniz. Çünkü bu ırmağı bir Türk hükümdarı olarak ilk defa siz giçiyorsunuz.”

            Alp-Arslan Halep önüne kondu. Şehrin hakimi Mirdas-oğlu Mahmud korkusundan Sultan’ın huzuruna gelemediği için Halep bir müddet muhasara edildi. Güç bir duruma düşen Mirdas-oğlu en sonunda Oğuzlar gibi giyinerek yani Oğuz kılığına girip Alp-Arslan’ın katına geldi. Affa nail olup Halep yine kendisine verildi. Alp-Arslan buradan Dimaşk’a (Şam) doğru haraket etmiş ve bir günlük yol gitmiş idi ki Bizans İmparatoru Romanos Diogenes’in muazzam bir ordu ile sefere çıktığı haberi geldi. Bunun üzerine Alp-Arslan imparatoru karşılamak için sür’atle geri döndü. İki hükümdar 26 Ağustos 1071 de Malazgird’te Rahva Ovasında karşılaştılar. Bizans ordusunun sayısı Türk ordusunun kinden çok fazla idi.

Alp-Arslan Türk usullerinden birini tatbik ederek Bizans ordusunu görülmemiş bir yenilgiye uğrattı. Savaş esnasında Bizans ordusunda bulunan Peçenekler’in ve Oğuzlar’ın (Uz-Guzz), bir kısmı veya hepsi soydaşlarının tarafına geçtiler. Bu geçmede, daha önce de belirtildiği gibi milliyet duygusunun amil olduğu şüphesizdir.

            Malazgird savaşı Anadolu’nun Türkler tarafından fethini sağlamış ve burası Oğuz Türkleri’nin yurdu olmuştur. Alp-Arslan ertesi yıl doğuda, Ceyhun taraflarında beklenmeyen bir ölümün kurbanı oldu (1072). Çağdaşları, Alp-Arslan’a tarihte gelip geçmiş en büyük hükümdarlardan biri nazariyle bakmışlar, onu kudret haşmetin en büyük mümessili saymışlardır. Asıl adı Muhammed olup, Alp-Arslan onun unvanıdır. O, aynı zamanda Adil Sultan ünvanı ile de anılır. Esasen kardeşlerinden Kavurd da “Kara-Arslan Beğ”, halife el-Kaim Biemrillah’ın karısı olan kız kardeşlerinden Hatice’nin de Arslan Hatun ünvanını taşıdıklarını biliyoruz. Alp-Arslan’da birinci sınıf insanlara mahsus büyük meziyetlerden başka mensup bulunduğu kavmin davranışları hakim olduğu gibi, kavmi şuura sahip bir hükümdar olarak da görülüyor.

            Alp-Arslan’ın Türklük şuuruna sahip bulunduğunu ve Türklüğü övdüğünü biliyoruz. Bazı Avrupalı araştırıcıların yarı Araplaşmış bir emir gibi gördükleri Suriye hükümdarı Nureddin Mahmud, Mısır Fatimi halifesine gönderdiği bir mektupta Müslümanlığın Haçlılar’a karşı ancak Türkler’in okları sayesinde müdafaa edilebildiğini bildirmiştir.

            Alp-Arslan’ın oğlu Melik-Şah devri (1072-1092) Selçuklu imparatorluğunun en fazla genişlediği bir devirdir. Selçuklu imparatorluğu hudutları bu devirde Seyhun’dan, Adalar Denizine kadar uzanıyordu; Kara-Hanlılar imparatorluğa tabi bulunuyordu. Bu devirde, bilhassa Kutulmuş’un oğulları (Mansur ve Süleyman) ile birçok Oğuz beyi Anadolu’nun fethine girişerek 10 yıl içinde bu ülkenin Adalar Denizi ve Boğaziçi’ne kadar uzanan pek büyük kısmını fethettiler.

            Melik-Şah devri, Müslim ve gayri Müslim müelliflerce bir adalet devri olarak vasıflandırılır. 1092 de Melik-Şah’ın ölümü üzerine bu devir sona erdi.

            XIII. yüzyıldan itibaren oğuzlara artık her yerde Türkmen denilmiştir.

            Selçuklu devletini kurdukları gibi, onun hudutlarını da genişleten Oğuzlar oldular. Devletin kurulması üzerinde anayurttan bölük bölük, küme küme gelen Oğuzlar, devlet tarafından Bizans ucuna gönderiliyordu. Bu bilhassa onların karışıklık çıkarmalarını önlemek için yapılıyordu. Ayrıca bu tedbirde otlak sıkıntısına meydan vermemek hususu da söz konusu idi.

            İslam hanedanlarının hassa ordularını Türk memluklarından teşkil etmeleri meselesine gelince, bu onların kolayca tedarik edilebilmelerinden değil, askerliğin gerektirdiği başlıca vasıfların taşımalarından ileri geliyordu. Nitekim Mısır’da en pahalı satın alınan memlüklerin Türk soyundan olduklarını biliyoruz. Türkler mükemmel biniciler olup, at üstünde arkaya bile maharetle ok atmakta ve kargı kullanmakta idiler; fazla olarak iklim şartlarına mütehammil, disipline alışkın, cesur ve soğuk kanlı ve müverrihlerin ifadesi ile savaşlarda dünyanın en sabırlı insanları idiler. Biricik kusurları olarak gece savaşlarında, diğer bazı kavimlere nazaran, daha az başarılı oldukları söylenir. Bu da onların geceleri cin (çıvı) çarpmasından korkmalarından ileri gelmiştir. Ortak hususları belirttikten sonra şimdi onları, anayurtdakiler de dahil olmak üzere, ayrı ayrı incelemeye çalışalım.

            Maveraün-nehr:
            XII. yüzyılın birinci yarısında asıl Maveraün-nehr’de iki kalabalık göçebe topluluk yaşıyordu. Oğuzlar ve Karluklar. Bu topluluklardan her ikisinin de sıkıştırmalar sonucu buralara geldikleri şüphesizdir.

            Bu Oğuz kümesi her iki koldan oymaklar olduğu için, Boz Ok, Üç Ok adları ile iki kola ayrılıyordu. Oğuzlar Kara Hanlıların hizmetinde idiler ve hanlar münasebetlerinin de iyi olduğu biliniyor. Onlar, büyük bir ihtimal ile Buhara’nın kuzey doğusundaki topraklarda yaşamakta idiler. Bu Oğuzlar 1141 de Karluklar tarafından Horasan’a gitmeye mecbur bırakıldılar. Sultan Sancar’ı tutsak alan Oğuzlar işte bu Oğuzlar’dır.

            Horasan:
            Bu Oğuzlar, Horasan’a gelmeden önce Maveraün-nehr’de yaşıyor ve Karluklar gibi, Kara Hanlı hükümdarı Muhammed Arslan Han’ın (1101-1132) hizmetinde bulunuyorlardı. Bunların Seyhun boylarından Maveraün-nehr’e inmeleri Kanlı-Kıpçaklar’ın sıkıştırmaları ile ilgili olmalıdır. Bu oğuzlar üç-ok ve Boz Ok adıyla iki kola ayrılmakta idiler. Üç Okların başında Dad Bey ünvanlı Hızır oğlu, İshak oğlu Tuti (Dudu), Boz-Ok’larındakinde de Abdulhamid oğlu Korkut Bey vardı. Horasan’ın geniş bir kısmına hakim olan Oğuzlar’ın sadece cesur savaşcılar değil, savaş usullerini bilen ve onları maharetle uygulayan insanlar oldukları görülüyor. Ancak başlarında Selçuklu ailesi gibi dirayetli bir aile olmadığı veya içlerinden devlet adamı vasıflarına sahip bir kimse çıkmadığı için zaferlerinden gerektiği gibi faydalanamamışlar ve bir devlet kuramamışlardır. Beyleri yapılan geniş ölçüdeki yağmalar için fazla kınamaya hakkımız yoktur. Çünkü buyruklarındaki Oğuzlar’ın kendilerine bağlılıkları bu husus ile yakından ilgilidir. Beylerin başlarında bulundukları topluluklar üzerlerindeki nüfuzları hudutsuz değildi. Türk tarihinde görülen vakıa şudur ki doyumluk yani ganimet varsa ne güzel, yoksa bağlılık ve itaat ortadan kalkıyor ve han, sultan, bey mevkiini koruyamıyor.

            Anadolu:
            Malazgirt savaşını takip eden 10 yıl içinde Türkler Adalar denizi ve Marmara’ya kadar olan yerleri fethettiler. Fakat Asrın sonlarında başlayan Haçlı seferleri yüzünden başta Batı-Anadolu ve Marmara bölgeleri olmak üzere fethettikleri yerlerin mühim bir kısmını kaybedip orta Anadolu’ya çekilmek zorunda kaldılar. Haçlı seferleri dolayısıyla kuvvetlenen Bizans, Türkleri Orta-Anadolu’dan da atak ümidine kapılmıştı. Ancak II. Kılıç-Arslan (1155-1192) 1176 da Bizanslıları ağır bir bozguna uğratarak bu ümidi tamamıyla suya düşürdü. Türkler bu zaferden sonra yavaş yavaş Bizans aleyhine toprakları genişletmeye başladılar. 1243 yılındaki Köse-Dağ bozgunundan önce kuzeyde ve güneyde denize ulaşılmış ve batıda Denizli ve Kütahya ötesine kadar gidilmişti. Güney’de Çukur-Ova’daki Ermeni krallığı ise vergi ve asker vermeye mecbur edilmiş olmakla beraber, bu krallık, Haçlıların desteği ile yine Tarsus’dan Nur Dağlarına kadar uzanan bölgeyi elinde tutabilmiştir.

            Türkiye Selçukluları ailesinin atası Arslan, Oğuzların yabgusu, yani kralı idi. Oğlu Kutulmuş da buna dayanarak saltanat davasına girişmiş ve Kutulmuş’un oğulları ise Anadolu’daki fetihlerini Oğuzlara dayanarak yapmışlardı.

            Oğuzlar veya Türkmenler, Selçuklu devletini kurdukları gibi, bu devletin genişlemesinde de başlıca rolü oynadılar. Daha devletin kuruluşuyla başlayan ve sonuna kadar devam eden hanedan azası arasındaki saltanat mücadelelerine, emirlerin isyanlarına, hükümdarlar ile kendi kavimleri arasında anlaşmazlıklara ve savaşlara rağmen, Türk hakimiyetinin devamlı olmasında onlar pek mühim bir amil oldular. Orta Asya’dan gelen göç dalgaları Türkmenleri sürekli olarak besliyor, varlıkları korumalarını sağlıyordu. Selçuklulardan başka, Fars’daki Salgurlular, Dinar ve Oğulları, Berçem Oğulları, Kıfçak Oğulları, Kara-Belililer, Yaruklular, Şumla oğulları, Bey-Tiginliler, Artuklular, İnal-oğulları, Toğan-Arslanlılar, Saltuklular ve Mengücüklüler’de kendilerinden (Türkmen asıllı) idiler. İran’da Selçuklu hanedanının ortadan kalkması onların siyasi ehemmiyetini gölgelememiş, belki de arttırmıştır.

            E.MOĞOL İSTİLASINDAN SONRA TÜRKMENLER
            Moğol istilasının en mühim sonuçlarından biri de Orta Asya Türk etnografyasının değiştirilmiş olmasıdır. Uygur, Karluk, Kıpçak ve diğer bazı Türk kavimleri, bu istila neticesinde çözülerek geniş ölçüde kavmi hüviyetlerini kaybettiler. Bunlar ile Moğol oymaklarının birleşmesinden yeni kavimler meydana geldi ki, bunların dili Türk ve siyasi mazileri Moğol idi. Meşhur Timur bunun tam bir örneğidir. Böylece bu gün Orta-Asya’daki Özbek, Kazak, Kara-Kalpak, Doğu Türkistan Türkleri, bu karışma ve kaynaşmadan meydana gelmiş yeni kavimlerdir. Yüz şekilleri ve dilleri Kırgızların Moğollar ile karışmış olduklarını gösteriyor.

            Moğol istilası, İslam aleminin çehresini de tamamıyla değiştirdi. Halifesiyle, memlük askeriyle, parlak kültürü ve zengin ticari hayatıyla eski alem ortadan kalktı. Moğol istilasından sonra ortaya çıkan yeni alemde Türk kültürü mühim bir mevkii kazandı. Bu ise Anadolu’da olduğu gibi, Maveraün-nehr’de, Azerbeycan’da Türk nüfusunun eskisine nisbetle çok yoğunlaşmış bulunması ile ilgilidir. Yalnız bu hususta Anadolu Türk ülkeleri arasında en başta geliyordu. Türk dili, Osmanlı imparatorluğunda XVI. yüzyılda rakipsiz bir duruma gelmişken Türkistan denilen Maveraün-nehr’de, XX. yüzyılın başlarında dahi farsça, hala resmi dil olarak kullanılıyordu.

            1- Hazar-Ötesi Türkmenleri
            Türkmenler Moğol hakimiyetinden sonra da eskisi gibi, yakın Doğu’nun en büyük siyasi kuvveti olmakta devam ettiler. Moğol istilası yüzünden Türkmenlerin pek çoğu Anadolu’da toplanmıştı. Onlar XV.  asırdan itibaren İran’ın siyasi kaderini de ellerine aldılar ve bunu XX. asrın ilk yarısının ortalarına kadar sürdürdüler. Moğol istilası üzerine Maveraün-nehr, Horasan ve Azerbaycan’da yaşayan Türkmenler’in pek çoğu Anadolu’ya geldiler. Bunlar istilanın önünden kaçmışlardı Mangışlak’da X. yüzyıldan beri yaşamakta olan Oğuzlar bu istiladan pek müteessir olmadılar. Çünkü, yurtları Mangışlak istila sahası üzerinde olmayıp kenarda kalıyordu. Bununla beraber, onlar ilk önce Altın – Ordu hanlarına, sonra da Hive’de oturan hanlara tabi oldular. Mangışlak’taki, Türkmenler’in mühim bir kısmı Salur boyundan idi. Ebül-Gazi Han’ın Secere-i Terakime’sindeki bir kayda göre, Şah-Melik’in öldürülmesinden dolayı baş gösteren dağılma üzerine, Oğuzlar’dan pek önemli bir küme Mangışlak’a gitmiştir. Bu Oğuz kümesinin içinde her boydan olmakla beraber çoğunluğunu Eymür, Döğer, İğdir, Çavuldur, KARKIN, Salur ve Ağar boylarına mensup kollar meydana getiriyordu. Mangışlak’a giden bu Oğuz kümesinin başında yine aynı müellife göre Kılık Bey, Kazan Bey ve Karaman Bey vardı. Bu sözlerden Mangışlak’ın Oğuz elinin dağılması sonucunda bir Oğuz yurdu haline geldiğine inanıldığı anlaşılıyor. Mangışlak’taki Salurlar’ın içki (iç) Salur ve Taşkı (Dış) Salur olmak üzere iki kola ayrıldıkları biliniyor. Türkmenler, XVII. yüzyılda Yomut, Ensarı, Teke ve Sarık gibi büyük Türkmen topluluklarının Salurlar’dan çıktığına inanıyorlardı. Eğer bu iddia doğru ise, bugünkü Türkmenistan Türkmenleri’nin ezici çoğunluğunun aslında Salurlar’dan olduğunu kabul etmek icap eder.

            Hazar-ötesi Türkmenleri’nin başlıca hangi boylardan geldikleri sorusuna gelince, bu hususta, ehemmiyetlerine göre şu isimler zikredilebilir: Salur, Çavuldur, (Çavundur-Çavdur), İgdir, Yazır, Eymür (Eymir), KARKIN, bunlar Balhan ve Horasan bölgelerine Mangışlak’dan gelmişlerdir. Onlar arasında nüfusları çok daha az Oğuz boy obaları ise Bayındır, Beğdili ve Kayı’dır. Üç-Oklar’ın Boz-Oklar’a nazaran sayıca daha fazla oldukları da bir gerçektir.

            Ebu’l-Gazi’nin eserlerinden öğrendiğimize göre, XVII. yüzyılda Türkmenler’in elinde birçok Oğuz-nameler görülmekte idi. Bu Oğuz-nameler’in muhtevaları hakkında tam bir bilgiye sahip değiliz. Çünkü hiç biri bize kadar gelmemiştir. Yalnız şu kadarını biliyoruz ki, bu Oğuz-nameler’de de Dede-Korkut ve Salur Kazan ile ilgili haberler bulunmakta idi. Bu Oğuz-nameler’e Cami’üt-Tevarih’in ne kaynak olup olmadığı hususunda kesin bir şey söylemek mümkün değildir.

            Oğuz-nameler XIV-XVII. yüzyıllar arasında Harizm’den Rumeli’ne kadar bütün Oğuz Türklüğü’nün yaşadığı yerlerde söyleniyor ve okunuyordu. Bu, bütün Batı Türklüğü’nde ortak bir gelenekti. XVII. yüzyıldan itibaren bu Oğuz-nameler’in yerini Kör-Oğlu destanı aldı. Kör-Oğlu, XVI. yüzyılın ikinci yarısının ortalarında Bolu sancağının Gerede kazasında, onbeş yirmi adamla haydutluk yapmaya başlamış bir yiğit idi. Kendisinin adı geçen kazanın Sayuk (Şimdi:Sayık) köyünden olduğu biliniyor. İyice anlaşıldığına göre sonra bu işi Tokat-Sivas arasındaki Çamlı-Bel’de devam ettirmiş ve belki sonra İran’a gitmek zorunda kalmıştır. Aşıklar XVII. yüzyılda onun yiğitliklerini anlatan destanlar okumaya başladılar. Fazla olarak, Ferhat ile Şirin, Tahir ile Zühre, Kerem ile Aslı gibi halk hikayeleri de İran ve Anadolu Türkleri’nde olduğu gibi Sayın Hanlı Türkmenleri’nin de en sevdikleri hikayelerdi. Böylece, mezhep ayrılığına rağmen, Oğuz eli’nin üç ayrı yerde (Anadolu, İran, Hazar-ötesi) bulunan toplulukları arasında yeni ortak kültür meydana geldi ki bu, pek dikkate şayan bir husustur. Hazar-ötesi Türkmenler’i, siyasi bir varlık gösterememişlerse de, Mahdum Kulu (XVIII. yüzyıl) gibi, büyük bir şair yetiştirmişlerdir. XIX. yüzyılda Türkiye’deki son Türkmen oymaklarının da Dadal-Oğlu, El-Beğli-Oğlu ve Gündeşli-Oğlu gibi tanınmış şairleri olduğunu biliyoruz. Bu münasebetle, Barthold’unda söylediği gibi, Türkmenler’in her zaman her yerde daima milli şairler yetiştirmiş olduklarını belirtmek lazımdır.

            2- İran:
            İran’a gelen Moğollar’ın gayet iyi yetiştirilmiş ve mükemmel teşkilatlı bir orduları olduğu gibi, tecrübeli memurların başında bulunduğu bir büroya da sahip idiler. Bu büroda Uygur yazısı ve 12 hayvanlı Türk takvimi kullanılıyordu. İran’da Uygur yazısı Moğollar’dan sonra bırakıldı ise de 12 hayvanlı Türk takvimi son asra kadar kullanılmakta devam etti. Bu divanda yazı dili olarak Moğolca’nın yanında Türkçenin de kullanıldığı hükmünü verebilecek bazı deliller vardır. Devletin dayandığı ulus hakim kümeyi meydana getiren Moğol unsuru ile onların maiyetinde bulunan Türkler’den müteşekkildi. Moğol unsuru,Menkut, Arlat (Arulat), Suğanut, Suldus, Bisuut, Oryankat, Kurulas.. olmak üzere Moğol ulusuna mensup boyların obaları ile Celayir, Sunit, Tatar, Kireyit, Uyrat ve Saire gibi Moğolca konuşan kavimlerin kollarından meydana gelmişti.

            Türkler’e gelince, bunların pek mühim bir kısmını Uygurlar teşkil ediyordu. Uygurlar yalnız devlet memuru ve din adamı olarak değil, kalabalık sayıda asker olarak da gelmişlerdi. Uygurlar’dan başka Kıpçak, Karluk, Küçey ve Saire gibi Türk kavimlerine mensup çok sayıda unsurlarda gelmiştir. Bunların bir kısmı Moğol hanları ve beylerinin maiyetleri ve askerleri arasında bulunmakta idiler. Böylece İran Moğolları arasında başlıca iki dil konuşuluyordu: Moğolca ve Türkçe. Moğolca’nın, gittikçe ehemmiyetini kaybetmekle beraber, XIV. yüzyılın ikinci yarısına kadar konuşulduğu biliniyor. İlk Moğol hanları Halegü, Abaka ve hatta Argun’un Türkçe bildikleri şüphelidir. Gazan ve halefleri bu dili biliyorlardı. Esasen, Moğollar arasındaki Türk unsurunun ehemmiyet kazanması da bu hükümdar ile başlar. Moğollar’ın islamiyeti kabulleri ile Türkleşmeleri arasında bir muvaziliğin varlığı görülür.

            Emirler arasındaki mücadeleler sonucunda ilhanlı imparatorluğu parçalanarak bir takım küçük devletler meydana geldi. Bu arada Türkmen Kara-Koyulu oymadığı da durumdan faydalanarak gittikçe kuvvetini artırıp Musul-Erzurum arasındaki bölgenin geniş bir kısmına hakim oldu. XIV. yüzyılın sonlarına doğru onlar Nahçivan, Hoy ve diğer bazı yerler olmak üzere İran’ın uç vilayetlerini de ele geçirdikleri gibi, vakit vakit Tebriz’i dahi işgalleri altına aldılar. Kara-Koyunlular sonra hakimiyetlerini Süstan’a kadar uzattılar. Bu başarıları Kara-Yusuf’un küçük oğlu ve ikinci halefi Cihan-Şah elde etmişti. Cihan-Şah bize Türkçe şiirler bırakmış Türk hükümdarlarından biridir. Onun Tebriz’de yaptırdığı önemli bir sanat eseri olan Gök-Mescid’de zamanımıza kadar gelmiştir. Kara-Koyunlu topluluğu İran’daki Türkmen ve Türk Oymakların da katılması ile oldukça büyük bir ulus haline geldi. Bu eli meydana getiren başlıca boylar şunlardı: Şa’dlu, Baharlu, Alpağut, Duharlu, Ağaç-Eri, Hacılu, Karamanlu, Çekürlü. Bu boylar Kara-Koyunlu devleti yıkıldıktan sonra da varlıklarını uzun bir müddet devam ettirdiler.

            Kara-Koyunlu hanedanına Baranlu denilmekte idi ki, bu adın nereden geldiği anlaşılamamıştır. Bunun gibi bu oymadığın Oğuz boylarından hangisine mensup da bilinemiyor. Minorsky Kara-Koyunlular’ın Yıva boyundan geldikleri fikrindedir ki şimdiki durumda en isabetli tahmin de bu gibi görünüyor.

            Kara-Koyunlular’ın ezeli rakipleri Ak-Koyunlular, Diyarbekir belgesinde yaşıyorlardı; beylerinden Kara-Yülük Osman Bey, merkezi Amid olmak üzere bir beylik kurdu. Torunu Uzun Hasan Beğ ise (ölm. 1478) Kara-Koyunlu Cihan Şah’ı ve Horasan-Türkistan hükümdarı Timurlu Ebu-Said’i yenerek, bu beyliği bir imparatorluk haline getirdi. Bu Ak-Koyunlu imparatorluğu Erzincan’dan Horasan’a, Basra’dan Şirvan’a kadar uzanıyordu. Böylece, beşinci defa olarak Anadolu’dan gelen siyasi bir güç İran’a hakim olmuştu. Uzun-Hasan Beğ az tanınmış büyük bir hükümdardır. Adil, halka karşı şefkat ve merhamet hisleriyle dolu, ahlaki değerlere bağlı bir insandı; kendisinden önce konulmuş bazı vergileri haksız sayarak iptal etmiş ve vergilerin adil bir şekilde tarh ve tahsil edilmesi için bir kanunname vücuda getirmişti ki, bu kanun-name Safeviler devrinde de uzun bir zaman kullanılmıştır. Hasan Beğ, aynı zamanda İran’ın bazı bölgelerindeki kötü geleneklerin ve alışkanlıkların ortadan kaldırılması için de mücadele etmiştir. İlim adamlarına da çok itibar eder, huzurunda her hafta Cuma gecesi onlara ilmi muhasebeler yaptırırdı.

            Hasan Beğ’in bu güne kadar iyice bilinmeyen bir tarafı da kendinde kuvvetli bir milli şuurun varlığıdır. Hasan Beğ, kendisini Anadolu Türkler’nin hükümdarı sayıyor ve Oğuz Han’ın soyundan gelmekte övünüyordu. Bu arada Hazar-ötesi Türkmenler’nin de kendi kavminden olduğunu biliyordu. Ak-koyunlu oymağı Oğuzların 24 boyundan Bayındır boyuna mensuptur. Bununla ilgili olarak Ak-Koyunlular daha Hamza Beğ’den (ölm.1444) itibaren paralarına, fermanlarına, bayraklarına, Bayındır boyunun damgasını koydurmuşlardır. Osmanlı hanedanın da kavmi şuurun canlanmasında Ak-Koyunlular’ın mühim bir rolü olduğu anlaşılıyor. Hasan Beğ, ibadet için okunmak üzere Kuran’ı Türkçeye tercüme ettirmişti; fakat o zamanki din adamlarının ve alimlerin kendisini desteklememeleri yüzünden bu teşebbüs muvaffak olamamıştır. Hasan Beğ’in bu hareketi galiba Türkler arasında Cumhuriyet devrine kadar yapılmış ilk ve son teşebbüstür.

            Türk tarihinde, hanedana mensup şahısların vilayetlerinin idaresine gönderildiklerini biliyoruz. Yine tarihimizde hükümdarın ölümünü müteakip hanedan azası arasında saltanat mücadelesinin çıkmaması nadir görülen bir vakıadır. Hatta, hanedan azasından biri hükümdar olduktan sonra da akrabaları tarafından rahat bırakılmıyordu. Bu meselede Türkler’de hakim olan telakki “hak kuvvetlinin” düsturudur. Bu telakki Türkler İslam olduktan sonra da değişmeyerek eskisi gibi devam etti. Fatih gibi bir hükümdarın bile bu telakkiye bağlı kaldığı, hatta hükümdarlık makamını eline geçiren oğluna “nizam_ı alem için” kardeşlerini öldürmek hakkını verdiği malumdur. Tarihimizde saltanat veraseti işinin sıkı bir kaideye bağlanmaması devletin başına kuvvetli şahsiyetlerin geçmesine imkan veriyorsa da, yapılan mücadeleler Türk devletlerinin gelişmelerini önlediği gibi, daha mühim olarak da onların zayıflama ve yıkılmalarında en baş amili teşkil ediyordu.

            İşte, Ak-Koyulu devletinin yıkılmasında da bu hususun pek mühim bir amil olduğu görülüyor.

            Türkiye’ye gelince dirayetli bir hükümdar sayılmayan II. Bayezid, bu yıllarda devlet işlerini büsbütün paşalara bırakmıştı. Beğlerbeğiler ve sancak beğleri ve onlardan sonra gelenler bulundukları yerleri istedikleri gibi idare ediyorlar ve birçok bölgelerde halka baskı da yapıyorlardı. Harekete geçmek için bundan daha müsait bir zaman olamazdı. Bu sebeple Gilan’da bulunan Şeyh-Haydar’ın oğlu İsmail yanındaki sadık birkaç kişi ile oradan ayrıldı ve müritlerini toplamak için birkaç yüz kişi ile Erzincan yöresindeki Saru-Kaya yaylağına geldi (1500). Şah İsmail Saru-Kaya’dan adamlar göndererek müritlerini yanına gelmeye davet etti. Bu davet üzerine köylü ve göçebe Türkler, görülmemiş bir sevinçle her taraftan bölük bölük onun katına geldiler. Hatta bu münasebetle Dulkadir ilinde gerdeğe girmek üzere bulunan bir gencin davet haberinin gelmesi üzerine gerdeğe girmeyip sevinçle Erzincan yolunu tutuğu anlatılır. Şah İsmail her taraftan koşup gelen müritlerinin başında Erzincan’dan hareket etti. İlk hedef Şirvan idi. Gerçekten Şirvan Şah’ı kolayca mağlup eden Şah İsmail, Ak-Koyunlu Hükümdarı Elvend Beğ ile karşılaştı. Nahçivan yöresinde yapılan savaşta (1501) Elvend ağır bir bozguna uğradı. İsmail zaferden sonra Tebriz’e geldi ve orada hutbeyi 12 imam ve sonra da kendi adına okuttu. Bu surette Şi’i mezhepli Safevi devleti kuruldu (1501). Şah İsmail bundan sonra üst üste zaferler kazanarak 10 yıl içinde hakimiyetinin sınırlarını Ceyhun’dan Fırat’a kadar uzattı; II. Bayezid, ülkesinin yanı başında İslam alemini parçalıyıcı Şi’i bir devlet kurulurken, devrin en kuvvetli ordusuna sahip olduğu halde buna tamamen seyirci kaldığı gibi, kendi teb’aasından binlerce kişinin de devletin kurulmasına katılmasını da önlememiştir.

            Safevi devletinin kuruluşu Türkiye’deki Şi’iler arasında öyle derin bir heyecan yaratmıştı ki, onlar birbirlerine “Şah” sözü ile selam veriyorlar, uzun ve yorucu bir yolculuğa katlanıp şahlarını ziyarete gidiyorlardı. Kendilerine şah yerine Peygamber’in merkatını ziyaret etmeleri tavsiye edildiğinde “biz ölüyü değil, diriyi ziyarete gideriz” cevabını veriyorlardı. Yavuz Selim’in Şah İsmail’e karşı büyük bir azimle giriştiği teşebbüs, Şi’iliğin Türkiye’de daha fazla yayılmasını önlemiş, Doğu ve Güney Doğu Anadolu’yu Osmanlı Devletine kazandırmış, Şah İsmail’in zaferler silsilesine son vererek onu yeise düşürmüştür. Fakat, bilhassa Yeniçeriler’in itaatsizliği, devlet erkanının onun kadar mes’elenin ehemmiyetini kavramamış olmaları yüzünden istenilen sonuca varılamamıştır.

            Şah-İsmail yukarıda söylendiği gibi Erzincan’da başına topladığı Anadolu Türkleri sayesinde devletini kurmuştur. Kızıl-Baş ulusunu teşkil eden ilk sıradaki oymaklar şunlardır: Ustacalı-Usta, Hacılu (Safevi eserlerinde Ustaclu) Dumlu, Tekelü, Zulkadr, Şamlu.

            Devletin kuruluşunda ve ilk devirlerde asıl mühim rolleri bu oymak ve topluluklar oynamışlardır. Afşar (Avşar), Dulkadırlu (imanlu Avşarı), Haleb Türkmenler’i (Gündüzlü ve Alplu Afşarı) ve Ak-Koyunlu Afşarlar’ından (daha önce İran’a gelen ve Kuh-giluye’de oturan Mansur Beğ Afşarları) teşekkül etmiştir.

            Safevi kaynaklarında Kızılbaş adı, Safevi devletini kuran ve kuruluş yıllarında devlet hizmetine giren Türk teşekküllerine veriliyordu. Onlar imtiyazlı bir topluluk idiler ve Kızılbaş adını da gururla taşıyorlardı. Yine kaynaklarda devlete de devlet-i Kızılbaş, şahlara da Padişah-ı Kızılbaş, İran’a da ülke-i Kızılbaş diyorlardı. Onlar aynı zamanda Türk olmaktan da övünç duyuyorlar, yerli halka tat diyerek kendilerini onlardan ayırt ediyorlardı.

            Safevi devletinin kuruluşu başlıca şu sonuçları meydana getirmiştir.

            1- İslam aleminin ortasında bir şi’i dünyası vücuda gelmiş ve İran tecrit edilmiş bir ülke durumuna düşmüştür. Böylece bu ülkenin İslam dünyasında her bakımdan (siyasi, iktisadi ve harsi) oynadığı mühim rol de sona ermiştir. Buna karşılık Safevi devleti İran’a uzun bir zamandan beri özlenen siyasi istikrar ve huzuru getirmiştir.

            2- Safevi devletinin kurulması, Türkiye ile Orta Asya arasındaki her türlü alaka ve münasebetlerin kesilmesine sebep olmuştur. Safeviler’in İran’ı Anadolu ile Türkistan arasında aşılması güç bir sed teşkil etmiştir.

            3- Safevi faaliyeti Anadolu’dan altıncı, fakat en devamlı en kalabalık bir güç haraketini sağlamıştır. Bu göçler İran’daki Türk unsurunu kuvvetlendirerek, bu unsuru bilhassa Azerbaycan’da nüfusça da hakim bir duruma getirmiş, buna karşılık, Doğu ve Güney Doğu Anadolu’daki Türk unsurunu zayıflatmıştır. Şurası bir gerçektir ki, Doğu-Anadolu Safevi idaresinde kalsaydı, bir müddet sonra burada Türkçeden başka hiçbir dil konuşulmayacaktı. Osmanlı idaresi bu bölgedeki göçebe Türk unsurunu dahi yerinde tutamadı. Onların bir kısmı İran’a, bir kısmı da Orta-Anadolu’ya göç etmek zorunda kaldılar.

            Bütün bunlara rağmen Anadolu ile İran’daki Türkler arasında kültür münasebetleri yüzyıllar boyunca sürüp geldi. Bu hususta ozanların halefleri olan aşıklar, bilhassa büyük bir rol oynadılar. Kerem ile Aslı, Arzu ile Kanber, Şah İsmail, Aşık Garip gibi İran Türkleri arasında teşekkül eden halk romanları Anadolu Türkleri’nin de halk romanları oldu. Buna karşılık Kör-Oğlu destanı Anadolu’dan İran’a gitti ve bu destan onların da milli destanı haline geldi. Nasrettin Hoca fıkraları da Kör-Oğlu destanı gibi, Anadolu’dan Azerbaycan’a gitmiştir.

            Safevi Devletine son veren Nadir-Şah dikkate şayan bir şahsiyettir. Nadir-Şah (1736-1747), İran’dan Afganları ve Osmanlılar’ı çıkardıktan Hindistan’a kadar giden başarılı seferlerde bulunmuştur. Nadir Şah Afşar boyunun Kırklu obasından idi. Kendisinde kavmi duyguların kuvvetli olduğu görülüyor. Nadir Şah Osmanlı hanedanının, mensup olduğu Türkmen kavminin en büyük ailesi olduğunu söylüyor ve İstanbul’a gönderdiği mektuplarda sık sık kavmi akrabalıktan söz ediyordu.

            İran’da siyasi birliği, aynı asrın sonlarında Kaçar (İran eserlerinde Kacar) hanedanı kurdu. 1925 yılına kadar hüküm süren bu hanedan, İranda’ki son Türk sülalesidir. Kaçarlar kendilerini daima Türk hissetmişler, Türkçe konuşmuşlar ve atalarının İran’a Hülagü Han ile birlikte geldiklerine inanmışlardır. Geniş bir Türk şuuruna sahip idiler. Kaçar şehzadeleri arasında Çingiz Mirza, Hülegü Mirza, Timur Mirza, Uluğ Beğ Mirza gibi isim taşıyanlar olduğu gibi Selçuk Mirza, Tuğrul Mirza, Alp Arslan Mirza, Sancar Mirza, Ildırım Mirza ve Sultan Selim Mirza adları da görülür. Yukarıda da yazıldığı gibi, Kaçarlar, XV. yüzyılın sonlarına doğru Ak-Koyulular devrinde Anadolu’dan İran’a gelmişler ve kuzey Azerbaycan’a yurt tutmuşlardı. Onların Anadolu’daki yurtları ise, Boz-ok (Yozgat) bölgesinde idi.

            3-Moğol Devri ve Ondan Sonraki Zamanda Anadolu:
            Moğol istilası üzerine Anadolu’ya Türkistan, Horasan, Erran ve Azerbaycan’dan pek çok Türkmen geldi ve memleketin her tarafı bunlar ile doldu. XIII. yüzyılın ortalarında, Selçuklu ülkesine yabancıların “Türkiye” ve “Türkistan” adını vermeleri, bu husus ile ilgilidir. Fakat Türkistan’dan yalnız Türk göçebe toplulukları değil, onunda yanında, yarı yerleşik ve tam yerleşik köylü-şehirli Türk unsurlarından da mühim nüfusun Anadolu’ya geldiği anlaşılıyor. Moğol istilası sonucunda Türkistan’ın yaşanmayacak bir duruma gelmesi bunda en mühim bir amil olmuştur. Hatta İran’dan da aydınlardan, tacirlerden ve sanatkarlardan mühim bir zümrenin geldiğini biliyoruz. Anadolu’ya gelen Türkmenler’in bir kısmı, bu ülkede kendi iktisadi faaliyetlerine uygun yerler bulamadıklarından, ormanlık ve dağlık yerlerde yurt tutmak mecburiyetinde kaldılar. Bunların Maraş bölgesindeki ormanda yaşayanlarına Ağaç-Eri adı verildi. Bu yaşamanın sonucu olarak Ağaç-Eriler’in torunlarının mühim bir kısmı ağaç işçiliği ile meşgul oldular. Bunlar Tahtacı olarak bilinen topluluktur.

            1277 yılında Mısır-Suriye Türk Memlükleri hükümdarı Bey-Pars Selçuklu devletinde iktidarı elinde tutan Pervane Muineddin Süleyman’ın daveti üzerine Anadolu’ya yürüdü ve Elbistan ovasında Toku ve Tudaun’n kumandasındaki Moğol ordusunu ağır bir yenilgiye uğrattı. Bey-Pars’ın Anadolu’ya gelmesini fırsat bilen Karaman-oğlu Mehmed Beğ Konya üzerine yürüdü (1277) Mehmed Beğ’in buyruğundaki Türkmenler, zamanın müverrihi tarafından “kızıl börklü ve ayağı çarıklı” şekilde vasıfladırılıyor. Mehmed Beğ Konya’yı zaptetti ve tarihlerin Cimri adını verdikleri bir Selçuklu şehzadesini tahta çıkardı. Mehmet Beğ’de vezir oldu. İlk alınan kararlardan biri “bundan sonra devlet dairesinde, sarayda, toplantılarda ve meydanda Türkçe’den başka dil konuşulmaması hakkında idi ki bu, Türk kültür tarihi bakımından çok önemli bir hadisedir. Karamanoğlu Mehmet Beğ’in üzerine Moğol şehzadesi Kongurtay gönderilmişti. Mehmet Beğ Moğollar’a karşı yiğitçe müdafaaya girişti; fakat, bizzat çıktığı bir keşif hareketi esnasında tesadüfen Moğollar’ın ok yağmuruna tutularak şehid düştü. Konya’da Türk dilinden başka hiçbir dilin konuşulmamasını isteyen Mehmed Beğ’in ölümü acı bir şekilde sona erdi. Bununla beraber Mehmed Beğ’in ölümü acı bir kayıp olmuşsa da Karamanlılar’ın kuvveti kırılmamış ve Moğollar ile mücadele azimleri zayıflamamıştı. Onlar Anadolu Türklüğü’nün Moğollar’a karşı en mücadeleci unsuru olmuşlardır. Bununla ilgili olarak Moğol hükümdarı Gazan Han (1295-1304) şöyle demiştir; şu Türkmenler ve Karamanlılar olmasa Moğol atlıları güneşin battığı yere kadar giderler.”

            Bizans ucuna gelince, bu uzun hudud bölgesinde Türkmenler eskiden beri kalabalık kümeler halinde yaşıyorlardı. Moğol istilası ve baskısı üzerine bu uç bölgelerindeki Türkmen kümelerinin nüfusları pek fazlalaşmıştı. Öyle ki, coğrafyacı İbn-Said (ölm.1274 veya 1286) bunlardan yalnız Denizli bölgesinde yaşayan Türkmenler’in 200.000 çadır kadar olduklarının söylendiğini yazar. Bu Türkmenler Bizans topraklarına akınlar yapıyorlar, elde ettikleri tutsakları tacirlere satıyorlardı. Bununla beraber bu Türkmenler hayatlarını yalnız akıncılık yapmakla geçirmiyorlar, dokudukları değerli halıları harice satıyorlar, Mısır’a ve başka yerlere kereste de gönderiyorlardı. Barthold bu Türkmenler’in halı dokuma sanatını Orta Asya’dan getirmiş olmalarının pek muhtemel olduğunu yazıyor. Mamafih Anadolu’nun diğer yerlerinde yaşayan oymaklarda da halı ve kilim dokunuyordu. Mesela Ertuğrul ve Osman Bey’lerin idaresinde Söğüt’den Domaniç’e yaylaya gidip gelen Kayı oymağının kadın ve kızları da halı ve kilim dokuyorlardı. Osman Bey bu halı ve kilimlerden komşu Rum beylerine armağanlar veriyordu. XIII. ve XIV. yüzyıllarda Aksaray’da da pek güzel halılar dokunuyordu.

            Denizli (asıl adı: Tonuzlu) Türkmenleri XIII. yüzyılın ikinci yarısında denize ulaşarak bu günkü Muğla bölgesinde Menteşe beyliğini kurdular. Selçuklu Devleti’nin zayıflaması üzerine Denizli’de inanç-oğulları ve Isparta ile Antalya bölgesinde yine Türkmenler tarafından Hamid-oğulları beylikleri kuruldu.

            Eskiden beri Kütahya dolaylarında da mühim bir Türkmen kümesi vardı. 1277 yılında bu bölgede Germiyanlar’ın yaşadığı görülür. Bunlar 1240 tarihinde Malatya bölgesinde oturuyorlardı. Onlar bu tarafa Moğol baskısı üzerine 1240 tarihinden sonra geldiler. Batı Anadolu’nun diğer bölgelerini de Aydın-oğlu Mehmed, Saru-Han ve Karesi adlı beyler açtılar ve Aydın-oğulları, Saru-Han oğulları ve Karesi-oğulları (Balıkesir bölgesinde) beyliklerini kurdular. Bu fetihler XIV. yüzyılın ilk çeyreğinde sona ermişti. Marmara bölgesi ise Söğüt yöresinde yaşayan Osman Bey ve oğlu tarafından fethedildi. Osman’da bir Türkmen beyi idi; babası Ertuğrul, oymağı ile birlikte Söğüt’e Ankara taraflarından gelmişti (Bunun Moğol baskısı üzerine 1277 yılından az sonra olması muhtemeldir.). Osmanlı ailesinin atalarının Anadolu’ya gelişleri meselesine gelince, onların Moğol istilası sebebi ile yaşamakta oldukları Mevr yakınındaki Mahan’dan Anadolu’ya geldikleri hakkında eski Osmanlı tarihlerinde bulunan rivayeti reddetmek için esaslı hiçbir sebep yoktur.

            Daha önce de işaret edildiği gibi XIII. yüzyılda Suriye’de kalabalık bir Türkmen kümesi yaşıyordu. Bu kümenin pek mühim bir kısmı yazın Sivas’ın güney yörelerine ve Uzun-Yayla’ya çıkıyordu. Bunlara Şamlu, Şam Türkleri veya Şam Türkmenleri deniliyordu. Bu Türkmenler Boz-Ok ve Üç-Ok şeklindeki eski Oğuz ikili teşkilatını muhafaza ediyorlardı. Büyük siyasi hadiseler, birbirini izleyen yer değiştirmelerine ve uzun bir zamana rağmen, bu ikili teşkilatın devam etmesine hayret edilir. Boz-Oklar, başlıca Haleb çevresinde ve Amik ovasında yaşıyorlardı. Daha kalabalık olan bu Türkmen kümesindeki Boz-oklar başlıca şu boylar tarafından temsil ediliyordu: Bayat, Avşar, Beğ-Dili, Döğer.

            XV. yüzyıl başlarken onlar için beklenmeyen sevindirici bir hadise oldu ki, bu da Timur’un Kara-Tatarlar’ın çoğunu Anadolu’dan göçürmesi idi. Türkmenler gecikmeksizin Tatarlar’dan boşalan yerlerde, bilhassa bunlardan Yozgat bölgesinde yurt tuttular. Bu yurt tutanlar Türkmenler’in Boz-Ok adını taşıdılar. Ancak çok sonraları Boz-Ok, bölgenin adı oldu ve bu Boz-Ok adı Cumhuriyet devrine kadar muhafaza edildi. Boz-Ok yöresi Osmanlı fethine kadar Dulkadirli beyliği’nin idaresinde bulunuyordu. Üç-Oklar’a gelince, onların pek çoğu Türk-Memlük ordusunun yanında Çukur-Ova bölgesinin fethine katılmış ve burada yurt tutmuştur.

            XIV. yüzyılda, daha önceki yüzyılda olduğu gibi, göçebe anlamında Yörük (yörü-fiilinden) sözü kullanılıyor ve bu söz Halep Türkmenleri gibi teşekküllere de veriliyordu. Fakat daha sonraları Yörük adı gerçek anlamını kaybetmiş ve Batı-Anadolu ile Güney Batı-Anadolu’daki Oymakların umumi adı olmuştur. Buna göre Yörük adının kavmi hiçbir manası yoktur. (Bu hususta tafsilat için; Faruk Sümer XVI. asırda Anadolu, Suriye ve Irak’ta yaşayan Türk aşiretlerin umumi bir bakış, iktisat fakültesi mecmuası XI, s, 518-522 adılı makaleye bak.) Yörükler de Oğuz boylarından gelmektedir. XVI. yüzyılda kavim adı olan Türkmen kelimesi ile vasıflandırılan başlıca eller; Haleb Türkmenleri, Boz-Ulus, Dulkadırlılar ile Boz-Ok’taki oymaklardı. Daha sonlarları bu ad Haleb Türkmenleri ile Boz-Ulus’a münhasır kaldı. Bu iki elden XVIII. yüzyıldan itibaren Orta ve Batı Anadolu’ya gelenler de Türkmen denilmiş, hatta köylerde ve kasabalarda yerleştikten sonra da zamanımıza kadar bu adla anılmışlardır. Bu gün Orta ve Batı-Anadolu’da bazı yerlerde yan yana Türk, Yörük ve Türkmen köylerini görmek mümkündür. Bunun izahı şudur: Türk denilen köyler, o bölge veya yörenin Selçuklular ve beylikler devrinde yerleşmiş en eski Türk halkına ait olan yerlerdir. Yörük adıyla vasıflandırılan köyler, oralarda XVII. yüzyıldan önce yaşayan ve son asırlarda yerleşen Yörükler’in kurdukları köylerdir. Türkmen köyleri ise XVII. yüzyıldan itibaren Orta ve sonra Batı Anadolu ile Marmara bölgesine göç etmiş ve son asırlarda oralarda yerleşmiş Boz-Ulus, Haleb Türkmenleri ve Yeni-il’e mensup oymaklar tarafından meydana getirilmiş olanlardır. Dikkate değer keyfiyettir ki, Osmanlı devrinde Boz-Ulus ve Haleb Türkmenleri gibi eller bile Yörükler’den daha erken yerleşik hayata geçmişlerdir. Bugün Türkmenler’den hemen hemen hiçbir göçebe teşekkül görülmez. Fakat Toroslar’da çok az da olsa ve yarı göçebe olarak hala bu hayatı devam ettiren Yörük oymaklarına rast gelinir.

            Kısaca, Türk, Türkmen, Manav, Yörük, Çepni, Tahtacı, Alevi, Kızıl-Baş adları ile anılan topluluklar arasında kavmi hiçbir fark olmayıp hepsi Oğuz elinden gelmişlerdir.

            4-Haleb Türkenleri:

            XVI. yüzyılda Haleb Türkmenleri başlıca; Beğ-Dili. Harbendelü, Bayat, İnallu, Köpeklü-Avşarı, Gündüzlü Avşarı gibi büyük teşekküller ile Karkın, Alayuntlu, Bahadurlu, Kara-Koyunlu ve Saire gibi oymaklardan müteşekkil idi.

            Dulkadırlı: Bu el başlıca Maraş-Elbistan bölgesinde yaşamaktadır. Bu ele mensup tam göçebe oymaklar, kışın Amik ovasına, Haleb dolaylarına ve Çukur-Ova’ya inerlerdi. Dulkadırlı elinden birçok bölükler, İran’a gitmiş oldukları gibi, ona mensup bir kol da Diyarbekir bölgesindeki Boz-Ulus’a katılmış bulunmakta idi. Ayrıca yine bu ele mensup teşekküller, Yozgat bölgesinde yerleşmişler ve ayrıca Sivas’ın güneyinde Yeni-ili meydana getirmişlerdir. Daha XVI. yüzyılın başlarında bu el’e mensup oymakların Ankara bölgesine kadar sokulmuş oldukları görülüyor. Kayseri ve Kır-Şehir bölgeleri de bu el’in yerleşme sahaları arasında idi. Daha sonraları onlardan mühim bir kısmının (Cerid, Tecirli ve Ağça-Koyunlu) Çukur Ova’da oturak yaşayışa geçtiklerini biliyoruz. Bu büyük el, başlıca şu boylardan meydana gelmişti.

            1-Anamaslı öbür adı Karacalı (Bazı obaları: Yazır, Sevinçlü, Oruç-Beğlü, Ulaşlı, Urçanlu, Kazancılu, Söylemezlü, Yol-Basanlu, Kara-Haytalı)

            2-Dokuz, öbür Bışanlu (bazı obaları: Karkın, Karamanlu, Kürd-Mihmadlu, Avcı, Demrek, Hacılar, Neccarlu, Dokuz-Koyunlu, Bazlamaçlu, Kara Göncülü)

            3-Küreciler

            4-Cerid (bazı obaları: Bayır-Cerid, Kara-Hasanlu, Oruç-Gazilü, Mamalu)

            5-Peçenek

            6-Kavurgalu

            7-Elçi

            8-Döngelelü

            9-Küşne

            10-Yuvalı (yahut Kara-Yuvalı)

            11-Tekelü

            12-Varsak

            13-Ağça-Koyunlu (en önemli obaları: Çalışlu, Musa Hacılu-Musacalu, Kozanlu, Hamidlü)

            14-Eymir

            15-Çimelü

            16-Kızıllu

            17-İmanlu-Afşarı

            18-Çağırğanlı

            19-Avcı

            20-Gündeşlü

            21-Tecirlü

            22-Eşkinciler (bazı obaları: Dede Karkın, Karaca Ahmedlü, Süli Şeyhlü.)

            Dulkadırlı eli’nin Kars (Kadirli) yöresinde yaşayan oymakları ise şunlardı: Varsak, Demürcüli, Selmanlı, Zakirlü, Karamanlı, Kavurgalu, Geçlik, Eşkinciler.

            Sis (bugün Kozan) sancağında da: Savcı-Hacılu. Eğlen-Oğlu, Ayru-Damlu, Kavurgalu ve Avşar teşekkülleri yurt tutmuştur.

            5-Çukur Ova:
            Bu bölgeyi terk etmiş olan Üç-Oklar toprağa bağlanmışlar ve kısmen boy teşkilatını kaybetmişlerdir. Bölgenin açılmasında mühim roller oynamış olan Yüreğirler ve Kınıkların’ın XVI. yüzyılda yerleştikleri yerlerde yalnız adları kalmıştır. Henüz tamamiyle çözülmeyerek oymak teşkilatlarını muhafaza edenler: Kara-isalu, Koş-Temur, Ulaş, Gökçelü ve Elvan boylarıdır.

            6-Tarablus-Şam:
            Bu yörede yaşayan Türkmen topluluğu da başlıca: Salur, Eymir-Gazilü, Boğayırlı, Süleymanlu ve Sair oymaklardan müteşekkildi.

            7-Boz Ulus:
            Boz-Ulus, Diyarbekir Türkmenleri, Dulkadırlı Oymakları ve Haleb Türkmeni oymakları olmak üzere üç koldan meydana gelmiştir.

            Diyarbekir Türkmenleri; Eski Ak-Koyunlu Eli’nin kalıntısı olan Diyarbekir Türkmenleri’nin başlıca oymakları şunlardı: Tabanlu, Oğul-Beğlu, Musullu, Pürnek, Halza-Hacılu, Koca-Hacılu, İzzeddin-Hacılu, Süleyman-Hacılu, Şeyhlü, Danişmendlü, Salarlu, Çavundur, Dodurga, Döğer, Karkın, Avşar, Beğ-Dili, Alpavut.

            Dulkadırlu Oymakları; Cerit Sultan-Hacılu, Kürd Mihmadlu (Dokuz’dan), Köçeklu, Küşne, Anamuslu, Avcı, Dodurga, Cecelü, Çimelü, Avşar, Karaca-Arablu, Eymir, Gündeşlü, Çağırğanlu, Kızıl-Kocalı, Şam-Bayadı, Karkın Musacalu-Musa-Hacılu (Ağça-Koyunlu’dan).

            Haleb Türkmeni Oymakları: Köpeklü-Avşarı, Gündüzlü-Avşarı, Harbendelü, Beğ-Dili Acürlü, İnallu, Bayat, Kara-Koyunlu.

            8-Yeni-İl:
            Yeni-il Sivas’ın güneyindeki Mancılık, Gürün ve Hekim-Han arasındaki bölgede yaşayan oymakların adıdır.

            9-Ulu-Yörük Türkleri:

            Ulu-Yörük, başlıca Sivas, Amasya ve Tokat bölgelerinde yaşamakta olup, bu topluluğun bazı oymakları batıda Kırşehir ve Ankara bölgelerine kadar yayılmışlardır. Daha sonraları bazı oymakları Eskişehir bölgesine, oradan da Balıkesir yöresine gitmişlerdir. Ulu Yörük başlıca üç kümeye ayrılır. Yüzde-Pare, Orta-Pare, Şark-Pare. Bu kümeleri teşkil eden oymaklar bölük adını taşıyor. Bu topluluğu meydana getiren başlıca bölüklerden her biri muayyen kışlaklara sahip bulunmakta ve onun üzerinde çiftçilik yapmaktadır. Ulu-Yörük Türkler’i topluluğu geçmişi ve teşkilatı İlhanlılar devrine kadar gider. Bu topluluğu meydana getiren başlıca bölükler şunlardır.

            İl-Beğlü, Çepni, Kulağuzlu, Ak-Kuzulu, Ak-Salur, Tatlu, Gerampa, Gökçelü, Şerefeddinlü, Çunğar (Moğolca: Ca’ungar=Sol), Ballı, Çapanlu, İkizlü, Çavurçı (Moğolca:Caverçi), Ustacalu (Usta Hacılu-Ustaclu), Dodurga, Özlü, Kırıklı, Kara-Farihlu, Turgutlu, Ağça-Koyunlu (Dulkadırlı’dan), Ali-Beğlü, Kuzu-Güllü, Kara-Keçilü, İnallı (Haleb Türkmenleri’nden).

            10-Boz-Ok:
            (Bu günkü Yozgat bölgesi ve komşu bazı yöreler): Burası daha önce de işaret edildiği gibi, Kara-tatar denilen Moğollar’ın başlıca yaşadıkları bir yer idi. Timur’un bunlardan çoğunu beraberinde Türkistan’a götürmesi üzerine XV. yüzyılın ilk yıllarında Boz-Ok Türkmenleri, yani Dulkadırlı eline mensup teşekküller burada güçlüğe uğramaksızın yurd tuttular.

            a. G e d ü k : Kara-Yahyalu, Delü_Alilü, Ağçalı (en mühim obası: Hacılar), Ağça-koyunlu (Dulkadırlı’dan), Şam Bayadı (Dulkadırlı’dan).

            b. K a r a – T a ş : Ali Beğlü, Ağçalu, Tecirlü (Dulkadırlı’dan), Kızıl-Kocalu (başlıca oymaklarından: Ali Şarlu).

            c. A k – D a ğ : Karalu, Kırklu, Hisar-Beğlü, Kızıl Kocalu Sevgülen (en büyük oymağı: Saru-Halillu).

            d. B o ğ a z l a y a n : Çiçeklü, Kulağuzlu.

            e. İ l i – S u : Tatar (Moğol), Arslan-Beğlü, Ağçalu.

            f.  S o r g u n : Zakirlu, Kızıl-Kocalu.

            Bunlardan işaret edilmeyen bir çok oymak da Dulkadırlıdan idiler.

            11-At-Çekenler ve Komşu Oymaklar:

            Marco Polo’nun dediği gibi, Türkmenler Anadolu’da soylu atlar yetiştiriyorlardı. Bilhassa Konya bölgesindeki Türk oymakları Karaman-Oğulları ve Osmanlılar devrinde her yerde aranan atlar yetiştirmekte devam etmişlerdir. Bunlar önceleri vergilerini yetiştirdikleri atlardan verdiklerinden kendilerine At-çeken denilmiştir. At-Çekenler başlıca Larende (Karaman), Ak-Şehir ve Koç-Hisar gölü arasındaki bölgede yaşıyorlardı.

            a.E s k i – İ l :
            Davudlar, Kureyş-Melik-Şah, Bynu-Yumru, Kurulu.

            b. T u r ğ u d :
            Kusunlu, Yapa (ünlü bir oylam), Çepni, Reyhanlı, Saruca Ahmetdlü, Şah Beğ Nökerleri.
            c. B a y b u r d :
            Emir-Hacılu, Oğul Beğlü, Kayı, Farsaklar, Peçenek, Tatar (Moğol).

            d. A k – S a r a y :
            Bektaşlu Tatar (büyük bir oymak, beyleri Şey’ünlillah oğlu Ali Beğ = Beyazıd), Elçili Tatarı.

            e. K o ş (K o ç) – H i s a r:
            Boz-Kırlu, (Boz Kır adlı beyden), Boz-Doğan, Urunğuş, Hindlü, Cüneydlu, Celayir.

            f. Ü r g ü b : Cemallu, Yavalu.

            g. N i ğ d e :
            Bereketlu, Dündarlu, Bulgarlu (Güneydeki Bulgar dağından)

            h. D e v e l ü : Benderi-Beği.

            ı. D e v e l ü  K a r a – H i s a r’ı: Yahyalu.

            j. I l g ı n : Moğol Samarağı, Elçili (Alçi) Tatarı.

            k. İ s h a k l u : Selçuklu, Kondu, Kutlu-Boğa Tatarları, Kapucu tatarları, diğer adı: Boğaz Tatarı, Muğal Tatarları. Bu oymaklardan bazıları iç-il’den (Boz-Kırlu, Boz-Doğan) bazıları da Tarsus-Adana bölgesinden (Koç-Temür, Kusunlu, Farsak-Varsak, Urunğuş, Dündarlu, Bulgarlu) gelmişlerdir.

           
            12- İç-İl :
            İç-İl Selçuklular zamanında fethedilmeye başlanmış ve bu fetih Karaman-oğulları devrinde tamamlanmıştır. Buradaki Türkler Çukur-Ova’dakilerden ayrı bir siyasi maziye sahiptirler. Bunlar hemen münhasıran Karaman-Oğulları’nın Türkmenleri olup, onların güvendikleri unsuru teşkil etmişler ve başlıca dayanakları olmuştur. İç-il II.Bayezid devrinde altı yöreye ayrılmıştı. Ermenek, Selinti (bugünkü: Gazi Paşa), Gülnar, Silifke, Karı-Taş ve Mut. Buradaki Türk halkının mühim bir kısmı tam yerleşik hayat sürmektedir. II. Bayezid devrinde Boz-Doğan’dan ve Boz-Kırlu’dan olmak üzere mühim kolların Orta Anadolu’daki Koç-Hisar yöresine göç etmiş oldukları görülüyor. Yine aynı devirde daha az ehemmiyetli oymakların da Teke (Antalya) bölgesine göç ettiklerini biliyoruz. Kıbrıs’ın fethinden sonra, iç-il bölgesinden vakit vakit bu adaya da göçmen gönderilmiştir. Böylece bu günkü Kıbrıs Türklerinin mühim bir kısmı iç-il Yörükleri’nin torunlarıdır.

            13- Menteşe:
            Menteşe (bu günkü Muğla vilayeti) sancağından yarı göçebe olmak üzere, bazı oymaklar yaşamaktadır. Bu oymakların başlıcaları şunlardır: Kayı, Horzum (herhalde Hovarizm’den), Barza Kızılca-Yalınc, Kızılca-Keçilü, İskender Beğ.

            14-Hamid Sancağından zikre değer bir teşekkül, Karamanlu oymağıdır.

            15-Aydın:
            Bu sancakta Karaca-Koyunlu adlı Yörük topluluğu görülmektedir. Bu topluluk geniş bir sahaya yayılmış olup, çok küçük oymaklardan meydana gelmiştir. Bu topluluk içinde Tarucular (Darıcılar), Elliciler, Çullular gibi bazı büyük oymaklarda vardır.

            16-Kütahya:
            Bu sancağın bilhassa Denizli yöresinde, oldukça mühim bir Yörük topluluğu görülmektedir.  Bu  topluluğu  meydana  getiren  başlıca  büyük  oymaklar  şunlardır:  Kayı, Ak-Koyunlu, Boz-Guş, Kılcan, Ak-Keçilü, Kaşıkçı, Müselleman-ı Toylı, Avşar, Ala-Yundlu.

            17-A n k a r a :
            Ankara sancağının her tarafından yarı göçebe ve çoğu az nüfuslu oymaklara rastgelinir. Sancağın Kasaba kazasında Yaylalu ve Aziz-Beğlü, Kara Keçilü, Tos-Boğa, Beğ-Pazarı, Sivri-Hisar ve Sultan-önü kazalarında da mühim bir kısmını Gençlü oymağının meydana getirdiği Ulu-Yörük teşekkülü yaşamaktadır. Yukarıda adı geçen oymaklardan Tos-Boğa eski Osmanlı tarihlerinde Moğol olarak vasıflandırılır. Kara Keçililer’e gelince bunlar bu gün Eski-Şehir ve komşu yörelerde yaşadığını gördüğümüz Kara-Keçililer’dir. Ankara sancağındaki bu Kara Keçililer de Ulu-Yörük’e bağlı ve Kır-Şehir toprağında yaşayan Büyük Kara-Keçili oymağının bir kolunu teşkil ediyorlardı.

            Türkiye’nin bu yüzyıldaki kavmi duruma gelince, elimizdeki tahrir defterleri sayesinde bunu teferruatına kadar tesbit etmek mümkündür. Bu defterlere göre Türkiye’nin Adalar Denizi’nden Fırat’a ve Trabzon’a kadar olan kısmında Türk nüfusu pek hakim olup azınlık olarak yalnız Rum ve Ermeniler vardı.

            Kanuni’nin Nahçivan seferinden (1548) sonra 20.000 akçalık ve daha fazla gelir getiren dirliklerin kapı-kullarına verilmesinin kanun haline gelmesi ile Türk sipahilerinin terakki imkanı ortadan kalkmıştı. En küçük askeri vazifeler için kullar veya onların oğulları tarafından doldurulmuyorsa o zaman Anadolu Türkleri diğer bütün kavmi unsurlara tercih edilerek, hizmete alınmakta idiler. Arap, Laz, Tat, Sartlı gibi unsurlar ise askeri hizmetlere kabul edilmiyorlardı, bazı hadiseler yüzünden kendilerine güvenilmeyen Çepniler’in askeri hizmete alınmaları yasaklanmış ve evvelce alınmış olanların da çıkarılmaları emredilmişti. Hülasa XVI. yüzyılda devletin gözde askeri zümresini kullar ve onların oğulları teşkil ediyordu. Ondan sonra da Anadolu Türkleri geliyordu. Fakat bunlara da mühim vazifeler verilmiyordu. Halbuki Anadolu Türkleri de Yeniçeriler gibi, maaşlı asker olmak istiyorlardı. Bu sebeple babasından sonra tahta geçmeye hazırlanan Kanuni’nin oğullarından Bayezid onlardan kolayca 7.000 kişilik ücretli bir ordu vücuda getirmişti. Ağabeyi Selim’de babasının tavsiyelerine uyarak aynı şekilde haraket etti ve Anadolu Türkleri’nden yine ücretli bir ordu teşkil etti. Şehzade Bayezid 1559 yılında isyan hareketine giriştiği zaman etrafında mühim bir kuvvet toplanmıştı. Bu kuvvet, Anadolu’lu timarlı sipahiler ve onların maiyetlerinden meydana gelmiş idi. Bu ikincilerin başlıca Karaman ilinde yaşayan, Boz-Kırlı gibi oymaklar ile Dulkadırlı ve Yeni-il Türkmenleri’ne mensup oldukları anlaşılıyor.

            Tedkikçiler tarafından Bayezid ile Selim arasındaki mücadeleye “Anadolu halkı ve bilhassa timarlı sipahiler ile Kapı-kulları ve ocaklı rical arasında siyasi bir hak davası” nazarı ile bakılmıştır. Ancak Selim’in de buyruğunda Anadolu Türkleri’nden toplanmış mühim bir kuvvet bulunuyordu. Hatta bu kuvvetin mensuplarına Yeniçeri ocağına kaydedilecekleri va’d edilmiş ise de Selim hükümdar olduğu halde, bu va’d Yeniçeriler’in muhalefeti yüzünden yerine getirilmemişti.

            XVI. yüzyılın ikinci yarısından itibaren Anadolu’da başlıca iki unsur huzursuzluk yaratıyordu: medrese talebeleri (suhte=softa) ve levendler. Anadolu da Selçuklular devrinden beri tahsile verilen ehemmiyet ile XVI. yüzyıldaki iktisadi sıkıntı ve devşirme ocağının gelişmesi gibi sebeplerden, medrese talebeleri bu yüzyılda görülmemiş bir ölçüde çoğalmıştı. Bu talebeler, kendilerine uygun iş bulamadıklarından küçük zümreler halinde, medreselerin bulunduğu bölge veya yörelerde faaliyette bulunuyorlardı. Bunlar başlıca cer, nezir ve kurban adları ile para toplayarak geçiniyorlardı. Başlıca mücadele ettikleri unsurlar nefret ettikleri hükümet memurları ile Yeniçeriler idi.

            İdarecilerin sık sık baskılarına maruz kalmaları yüzünden Anadolu Türk köylüsüne mensup gençlerin, birçokları medreselere giderlerken bir kısmı da toprağı bırakıp bulundukları yerlerden ayrılıyorlardı. Çift-bozan denilen bu gençlerin birçokları bir iş tutmak için şehirlere gittikleri gibi, birçokları da sancak beği ve beğlerbeğilerin hizmetine giriyorlar ve onların kapı halkını teşkil ediyorlardı. Bu çift bozanların bir kısmı ise iş bulamadıklarından çeteler teşkil edip soygunculuk yapmakta idiler. Bunlara levend (cemi levendat) adı veriliyordu. İşte, meşhur Kör-Oğlu Ruşen’de bu çetelerden birinin başında olup, kendisinin 988 (1580) tarihinde Gerede ile Bolu arasında haydutluk yaptığı görülüyor. Bu tarihte Celali olarak vasıflandıran Kör-Oğlu’nun 992 (1584) tarihinde de faaliyetine devam ettiği, askeri memur ve kadıların korkularından onun yaptıklarını gizledikleri bildiriliyor.

            1577 de başlayan İran harbinin hilafına 12 yıl sürdü. Bu harbin sonunda gerçi Türk imparatorluğunun sınırı Hazar Denizi’ne kadar dayandı ise de bu, pek çok insan ve para sarfına mal olmuş ve halk daha fazla bir sıkıntı içine düşmüştü. İşte, Kör-Oğlu, Ispartalı Nesli-Oğlu Mehmed Çavuş, Kizir-Oğlu Mustafa ve diğer Celaliler’in ortaya çıkarak uzun yıllar soygunculuk yapabilmeleri de, bu harbin uzun bir zaman sürüp gitmesi ile ilgilidir.

            Celalilik Anadolu’da telafisi kabil olmayan derin yaralar açmıştı. Yağma ve tahriplerden ve onun meydana getirdiği açlıktan köylüler yerlerini bırakıp gittiler. 1603 yılından itibaren bu hadise dehşet verici bir mahiyet aldı. Açlıktan ve soğuktan çok insan öldü. Bu yüzden köylerin mühim bir kısmı uzun bir zaman yıkıntı ve ören, tarlalar da “gen” yani ekilmemiş bir halde kaldı. Bu hadise Anadolu’da bazı hudut ve kıyı bölgeleri istisna edilirse, her yerde sarsıcı bir tesir göstermekle beraber, en fazla tahribatı Sivas’dan Kütahya ve Afyon’a kadar geniş Orta-Anadolu bölgesinde ve Çukur-Ova’da yaptı. Çukur-Ova bölgesinin pek mühim bir kısmında bu hadiseden sonra XIX. yüzyılın ikinci yarısına kadar daha ekim yapılamadı. Hülasa, Celali hareketleri Anadolu’da gerek nüfusça, gerek arazice büyük boşluklar meydana getirdi. Bu arada her yerde eski büyük Türk ailelerinin de pek çoğu yok olup gitti.

            Celali hareketleri Ulu-Yörük (başlıca Sivas-Amasya bölgesi), Boz-Ok oymakları, Ankara Yörükleri, Konya bölgesinde yaşayan At-Çekenler gibi Orta-Anadolu’da yaşayan toplulukların da dağılmasına sebep oldu. Bu hareketlerin nispeten son bulduğu zamanın hemen arkasından kışın Mardin’in güneyinde çölde başlayan ve yazın Erzurum-Erzincan arasında yaylalarda yaşayan eski Ak-Koyunlu elinin kalıntısı Boz-Ulus da Orta Anadolu bölgesine çıkageldi (1613). Hükümet Boz-Ulus’un Anadolu’ya gelmelerinden memnun olmadı ve Anadolu ve Karaman beğlerbeğlerine emr-i şerifler göndererek Boz-Ulus’un eski yerine yollanmasını istedi. Fakat emir hiçbir zaman tatbik edilmedi ve Boz-Ulus orta Anadolu’da kaldı. Adalar denizi kıyılarına ve Balıkesir taraflarına kadar gittiler ve oralara yerleşip kaldılar. Orta ve Batı Anadolu’da Türkmen adlı oymakların görülmesi Boz-Ulus’un gelişi ile ilgilidir.

            İkinci Viyana kuşatması üzerine Avusturya ve müttefikleri ile başlayan harbi uzamasından asker sıkıntısı çekilmeye başlanmıştı. Evvelce Türk oymaklarına ordusunda yer vermeyen devlet, 1690 yılında Avusturya’ya yapacağı sefer için Türkmenler’den de asker istedi. Boz-Ulus, Haleb Türkmenleri, Yeni-il, Dulkadırlı ve diğerleri bu sefere katıldılarsa da Salankamen savaşında (Ağustos 1691) top ateşine dayanamayarak savaş meydanından uzaklaştılar.

            Aynı yılda devlet tarafından Türkmen oymaklarının tahribe uğramış bölgelerde yerleştirilmesi işine girişildi. Orta-Anadolu’ya gelmiş bulunan Boz-Ulus, dört kümeye ayrılmıştı. Birinci küme Ankara’nın güney-doğusundaki Bala kazası dahilinde ve buna komşu yerlerde yaşıyordu. Bu kolun başında Tabanlu boyu bulunduğu için Boz-Ulus’un bu koluna Tabanlu mukataası adı verilir. Bu kolu idare etmiş olan beğ ailesi Bala’nın üç-Em köyünde oturmuş olup, nesli bu güne kadar devam etmiştir. Boz-Ulus beğlerinin mahalli idareciler ve merkez ile ilgili yazışmalara dair pek çok vesikadan müteşekkil zengin arşivi, aile nezdinde olmak üzere zamanımıza kadar gelmiştir.

            Boz-Ulus’a bağlı Karaca Kürd Türkmen oymağı ile yine Türkmen Kurudlu ve başka bazı oymaklar Kır-Şehir’de yurd tuttukları gibi bu ele mensup birkaç oymak da Nev-Şehir ve çevresinde yerleştiler.

            İkinci Boz-Ulus kolu Akşehir-Ilgın çevresinde ve buna yakın yerlerde yurd tutmuşlardı. Bu kol başlıca Hamza-Hacılu, Avşar, Küşne, Şereflü, Danişmendlü ve diğer oymaklardan meydana gelmiştir. Üçüncü Boz-Ulus kolu Afyon ve Kütahya sancaklarında yaşıyor ve başlıca Oğul-Beğlü, Küçeklu, İzzeddinlu, Kürd-Mihmadlu ve Gündeşlü oymaklarından müteşekkil bulunuyordu. Bunlar da bu sancaklar dahilinde, onlardan bazı obalar da Balıkesir ve Saru-Han taraflarında oturak hayata geçtiler.

            Dördüncü Boz-Ulus kolu da Aydın sancağında sakindi. Bunlar da bu sancak dahilinde yerleşip kaldılar. Gerek Orta-Anadolu’da, gerek Batı-Anadolu’da bugün Türkmen adını taşıyan köylülerin çoğu Boz-Ulus’a mensuptur.

            1691 yılında devlet tarafından beş bölgede iskan hareketine girişilmişti. Bunlardan biri Danişmendlü adlı büyük Türkmen teşekkülünü Aydın, Balıkesir, Afyon, Isparta ve Denizli vilayetlerinde yerleştirmek işi idi ki, bunda başarı gösterilmiştir. Bu büyük Danişmendlü teşekkülünün bizim Boz-Ulus’a mensup olduğu anlaşılıyor.

            Dulkadırlı oymaklarından yirmi kadarı Çukur-Ova; Ayas, Berendi, Kınık bölgelerine yerleştirildi ise de başarılı bir sonuç alınamadı.

            Üçüncü iskan yeri de Haleb’in kuzey doğusunda, Menbiç’in batı ve güney batısındaki yöre idi, buraya da il Beğliler yerleştirildi. Fakat bu il Beğliler (Türkmenler arasında hatıraların telkin ettiği gibi) Sivas’ın güney batısındaki köylerde oturan ve oymak adını şimdide koruyan il-Beğliler değildir. Bu il-beğlileri Maraş-ilbeğlileri’dir. Anadolu da Türk iskanı böyle olmuştur. Yani bir oymak umumiyetle kışlağında nüfusu nispetinde köy veya köyler kurarak yerleşmiştir. Türkiye de böyle doğmuştur.

            XIX. yüzyılda, Çukur-Ova’da dere-beğlik idaresi devam etmekte idi. Osmanlı valilerinin hükmü belki çok defa Adana şehitlerinden pek ileri gitmiyordu. Bu dere-beğlerinin en kuvvetlisi, Kozan-oğulları olup, nüfus ve hakimiyetleri bu günkü Kozan, Kadirli ve Saim-Beğli yörelerini içine alıyordu. Kozan-Oğulları, adlarını ormanlık dağlarda oturduklarından alan Varsak Türkleri’nden idiler. Kozan-Oğulları her ne kadar kudretli dere-beğleri olmakla, idare ettikleri halktan farksız sade bir hayat sürmüşler ve çevrenin gelenek ve göreneklerine riayet etmişlerdir. Onların servet toplamaya ve mal edinmeye çalışmadıkları söylendiği gibi, Kayseri’ye ve diğer yerlere tahsile giden hemşerilerine maddi yardımda bulundukları da bildirilir. Bu gün dahi halk arasında onlara dair iyi hatıralar anlatılmaktadır. Diğer bir dere-beği ailesi de Payas yöresinin hâkimleri olan Küçük Ali Oğulları idi. Ünlü şair Dadal-Oğlu bu aileleri yörenin fatihleri ve Osmanlılar’dan önceki hâkimleri olan Özer-oğulları’da bağlıyorsa da bu husus çok şüphelidir. XVIII. yüzyılda Dulkadırlı ulusuna mensup Döngelelü, Ulaşlu, Çalışlu, Develü ve Kebelü gibi oymaklar Kurt Kulağı ile Burnaz köprüsü yöresinde yaşamakta idiler. Bunlar 1735 tarihinden birkaç yıl önce İslahiye taraflarında yaşayan Okçu-izzeddinlü oymağının yaylağı olan Gâvur dağına çıkıp devlete olan vergi borçlarını ödemekten kaçınmışlardı. İşte Fırka-i islahiyye’nin te’dip edip Osmaniye şehrinde ve civarında yerleştirdiği Gâvur dağının Türk sakinleri bu oymaklardan gelmektedir. Küçük-Ali Oğulları’nın da bu oymaklardan birine mensup olmaları muhtemeldir.

            Şair Dadal-Oğlu, Küçük-Ali Oğulları’nın samur kürklü ve hanımlarını da “İstanbul fesli” olarak vasıflandırmakla beraber Küçük-Ali Oğulları’nın, kudretlerine nisbetle, çok sade bir hayat geçirmeleri bir Avrupalı kadın seyyahı hayretler içinde bırakmıştı. Bu ailenin başlıca gelirini tüccardan ve hatta hac kafilelerinden aldıkları bac teşkil ediyordu.

            Dadal-Oğlu’nun Osmanlı’ya meydan okuduğu, sivri cıdalı Avşar yiğitlerinin sarıçiçekli yaylalara bir an önce varmak için acele ettikleri bir vakitte “Osmanlı tavşan avına araba ile gittiği” gibi, topu ve tüfeği ile ansızın çıka geldi. Gerçekten büyük âlim Cevdet Paşa’nın mülki idareciliğini, hemşehrisi Derviş Paşa’nın kumandanlığını yaptığı Fırka-i islahiyye 1865 yılında bu âlemi beklenmeyen bir süratle ortadan kaldırdı. Dere-beği aileleri oradan uzaklaştırıldılar. Oymaklarda yerleştirildiler. Bunlardan Tecirli ve Ceridler kışlak yurtlarında iskân olmayı isteyerek birinciler umumiyetle Osmaniye’de, ikinciler de Ceyhan kazası dâhilinde 12 köyde yerleştiler.

            Hükümetin Fırka-i islahiyye’yi göndermekteki asıl gayesi ise Çukur-Ovalılar’a daha iyi bir hayat sağlamak hususu ile değil, yabancıların karışmasından çekinmesinden ve şiddetle çekmekte olduğu asker sıkıntısını gidermek maksatları ile ilgili idi. XIX. yüzyılın ikinci yarısına gelinceye kadar Türkler’in devletin dayandığı asli unsur olduklarının Osmanlı hükümdarları ve devlet adamlarınca anlaşılmış bulunduğu hakkında elimizde hiçbir delil yoktur. Mezkür asrın ikinci yarısında Cevdet Paşa, Abdulhamid’in sadrazamı Said Paşa ve hatta Abdülhamid’in bu hususu “anlamış oldukları söylenebilir.” Ancak bu asırda Anadolu’yu gezen Avrupalılar, yoksul, fakat asil ruhlu ve namuslu olarak gördükleri Türk milletinin ölmekte, fena idareciler elinde mahvolmakta olduğunu söylüyorlardı. Yine bu seyyahlara göre, aynı ülkede yaşayan Hristiyanlar ise müreffeh bir hayat sürmekte, Türkler’in nüfusunun azalmasına karşılık onlarınki gittikçe çoğalmakta idi.

            Filhakika Rumlar’ın ve Ermeniler’in bilhassa XIX. yüzyılda Anadolu’da daha önce bulunmadıkları yörelerdeki şehir, kasaba ve köylerde yerleşmişlerdir. Bu çok önemli olay henüz mütehassıslarca da bilinmiyor. Gayrı Müslimlerin bu yerleşme haraketleri çok geniş ölçüde yapılmıştır. Yalnız Marmara bölgesindeki Ermeniler’in oturdukları köyler ve bu bölgedeki Ermeni varlığı bir iki asır önceye (en erken: XVII. yüzyıl) ait olabilir. XVI. yüzyılda yazılmış tahrir defterleri ile XX. yüzyılın başlarındaki umumi kaynakların karşılaştırılması ile bile bu gerçek bütün ayrıntıları ile çok açık bir şekilde meydana çıkarılabilir.

            Diğer bir husus da şehirlerde oturan Gayri Müslimlere, başka yerlerden gelen kavimdaşlarının katılmalarıdır. XVI. yüzyıldan beri görülen bu katılmalar şehirlerdeki azınlıkların nüfuslarının artışında en önemli etken olmuştur. 1615 yılında Maraş şehrinde 20 Ermeni ailesi vardı. Hâlbuki 1914 yılında aynı şehirde 8000 kadar Ermeni nüfusu olduğu bildirilir. Yine aynı yüzyıldaki Avrupalı seyyahlar Anadolu’da şehir ve kasabaların ekserisinde ticaret ve sanatın Hıristiyanlar elinde bulunmasını, Türkler’in bu mesleklere itibar etmemeleri ile izah ederler. Bu izah şekli bu durumun eskiden beri böyle olduğu zannını verdirebilir. Halbuki, bilindiği üzere, XIII. ve XIV. yüzyıllarda Anadolu şehir ve kasabaları, reislerine ahi denilen esnaf cemiyetleri ile dolu idi. Bunlar ne oldu? Neden ehemmiyetlerini kaybettiler? Bu suallere henüz kesince cevaplar verilemiyor. Muhakkak olarak bildiğimiz bu husus var ise, o da XVI. ve XVII. yüzyıldaki Celali hareketlerinin XIV. yüzyıldan beri sürüp gelmekte olan Anadolu’daki içtimai düzeni ortadan kaldırdığıdır. Bu hareketlerden sonra Anadolu büyük istilalara uğramış memleketlerden daha korkunç bir manzara arzediyordu; devlet de eski kuvvet ve kudretini kaybetti ve bunu bir daha elde edemedi. Müteakip asırlarda imparatorluğun asıl dayanağı ve anavatanı olan bu ülkede bir taraftan kıtlıklar ve salgın hastalıklar, diğer taraftan da uzun süren harpler yüzünden açılmış olan yaralar bir türlü kapanmadı. Cezayir, Tunus ve Tarablus gibi yerler için vakit vakit Anadolu’nun en babayiğit gençleri devşirilip götürülüyor, binlerce Türk genci-mühim bir kısmı veya çoğu bir daha dönmemek üzere- Yemen’e gönderiliyordu. Hülasa Osmanlı, Anadolu’nun insanını ve servetini görülmemiş bir israfla tüketti. Edirne ve Manastır’da olmak üzere, Rum-ili’nde iki, Şam ve Bağdad’da birer askeri idadi olmasına karşılık Sivas’tan İzmir’e kadar koskoca Anadolu bölgesinde bir tek askeri mektep yoktu. Neticede Türk milleti maddeten telafisi imkânsız kayıplar verdi; hatta belki manevi hasletlerinden bazıları zayıfladı, yani türesi za’fa uğradı.

            Türk oymaklarının Anadolu’da yerleşik bir Türk topluluğu teşekkül etmezden önce taşıdıkları önem üzerinde söz söylemek şüphesiz fazladır. Anadolu’yu onlar fethettiler. Buradaki yerleşik Türk halkını onlar meydana getirdiler. Osmanlı hâkimiyeti Türk oymaklarının siyasi rollerine son verdi. Ancak onlar, siyasi bir kuvvet olarak ehemmiyetlerini tamamıyla kaybetmediler. Nitekim imparatorluğun çöküntü devrinde Anadolu’da zuhur eden Kara-Osman oğulları, Çapan oğullar, Kozan-oğulları, Küçük Ali oğulları, Melemenci oğulları, Maraş’taki Bayezit oğulları ve diğer birçok aileleri onlar çıkardılar. Eğer Osmanlı devleti yıkılsa idi, Anadolu’ya oymaklardan çıkan bu aileler sahip çıkabilirlerdi. Tıpkı Selçuklu devletinin zayıflaması sonucunda ortaya çıkan ve Beylikler devrini yaratan hanedanlar gibi.

            Ancak Türk oymakların Osmanlı devrinde asıl oynadıkları mühim rol, imparatorluğun ağır yükünü üzerinde taşıyarak pek yıpranmış, bitkin bir duruma düşmüş bulunan Anadolu’daki yerleşik Türk halkını daima maddeten ve manen takviye etmek suretiyle onun daha fazla zafa uğramasını ve hatta kendi yurdunda dahi varlığının tehlikeli bir duruma düşmesini önlemiş olmasıdır. Tarafımızdan Türk oymaklarının araştırma konusu olarak ele alınmasının başlıca sebebi de budur.


İ K İ N C İ   B Ö L Ü M

BOY TEŞKİLATI VE BOYLAR

            Oğuzlar kavmi ve siyasi bir teşekkül için el (il) kelimesini kullanmakta idiler; Oğuz eli, Ak-Koyunlu eli, Dulkadır eli. Onların diğer Türk kavimlerinin söyledikleri aynı anlamdaki budun sözünü unuttukları anlaşılıyor. Bu kelimenin Moğolca karşılığı olan ulus sözü de ilhanlılar’ın tesiri ile ancak Doğu-Anadolu’daki Türkmen’lerce, el kelimesi ile birlikte kullanılmıştır. Kara-Koyunlu ulusu, Boz-Ulus, Kara-Ulus. Şimdi biz el yerine umumiyetle Arapçadan aldığımız kavim (kavm) sözünü kullanmaktayız. El’in zamanla ülke anlamına gelmiş olduğu malümdur. Yurd elin, boyun, obanın ve ailenin sahibi olarak oturduğu yerdir.

            Oğuz eli’ni meydana getiren teşekküllerden her birine boy denir ki, Kaşgarlı bu sözün oğuzca olduğunu bildirir. Orhun kitabelerinde geçen “bod” sözü söylendiği gibi, belki bu kelimenin en eski şeklidir. Boy, Türkiye’de bu anlamda gerek resmi dilde, gerek halk arasında son zamanlara kadar kullanılmıştır.

            Boylar da obalara ayrılmaktadır. Kaşgarlı oba kelimesinin de oğuzca olduğunu söylüyor. Obalardan sonra her halde aileler geliyor ki, Oğuzlar’ın bunu hangi kelime ile ifade ettikleri bilinemiyor. Böylece ailelerden (soy ?) obalar, obalardan boylar ve boylardan da Oğuz-eli meydana gelmiştir. Oğuz elinde asıl oymak birliği boy’dur. Oymak kitabımızda, boylar (kabile), obalar (cemaat) ve onların kollarını ifade etmek üzere, umumi bir manada kullanılmıştır. Bunu evvelce aşiret kelimesi ile ifade ediyorduk. Aşiret şimdi Güney-Anadolu’da hem teklik, hem de çokluk olarak, Yörük anlamında kullanılıyor. Mesela “iki aşiret geldi” demek, Yörüklerden “iki kişi geldi” demektir.

            Görüldüğü gibi, X. yüzyılın başlarından itibaren Oğuz-eli’nden kümeler halinde ayrılmalar başlamıştır. Bu kümelerden ilki Hazar denizi kıyısındaki yarım adaya giderek yurd tutmuş ve buraya Mangışlak adını vermişti. İkinci bir küme ise Selçuklular’ın idaresinde Yakın-Doğu ülkelerine geldi. Üçüncü bir küme de yine XI. yüzyılda Kara-Deniz’in kuzeyinden Balkanlar’a indi. Diğer taraftan Oğuzlar’dan kalabalık bir nüfus da Seyhun’un orta yatağındaki şehirlerde yerleşmişti. Göçebe Oğuzlar’ın bu şehirli eldaşlarına, küçümseyerek, yatuk yani tembel adını verdiklerini biliyoruz. Fakat bütün bunlara rağmen Oğuz-eli eski yurdunun bir kısmında el teşkilatını muhafaza ederek yaşıyordu. Boz-ok ve üç-ok adları ile iki kola ayrılan Sultan Sancar’ın galibi Oğuz kümesi, önemli bir kol olmakla beraber son teşkilatlı küme veya ana kol değildir.

            Boz-Ok ve üç-ok ikili teşkilatını en son taşıyan Oğuz-Türkmen kümesi, Moğol baskısı yüzünden XIII. yüzyılın ikinci yarısında Anadolu’dan Suriye’ye göçeden kalabalık topluluktur.

            Seyhun Oğuzları XI. yüzyılda 24 boydan müteşekkil bulunuyorlardı. Bize bunu bildiren Kaşgarlı Mahmud, aynı zamanda bu boylardan 22 sine ait bir liste de vermiştir. Selçuklu fethinden bahseden bir Ermeni müverrihi de Fatih kavmin 24 boydan meydana geldiğini kaydetmiştir. Oğuz boylarına ait tam liste XIV. yüzyılın başlarında Reşided-din tarafından verilmiştir. Bu listelerin ehemmiyeti şuradadır ki bunlar olmasa idi Oğuz boylarına ait tam bir liste yapmak bizler için pek müşkil ve hatta belki de imkânsız olacaktı. Kaşgarlı’nın listesinden yalnız Memlük devri müverrihlerinden aynı faydalanmıştır. Diğer eserlerde görülen listeler (Hamdullah-i Müstevfi, Tarihül-Muhtar, Yazıcı-Oğlu, Neşri, Ebül-Gazi) doğrudan doğruya veya vasıtalı olarak Reşided-din’inkinden gelmektedir.

            Kaşgarlı Mahmud Halac adını taşıyarak bazı hususlarda diğerlerinden ayrıldıkları için Oğuzlar’dan sayılmadığını söylediği iki boyu listesine almadığı gibi, bunların adlarını da vermemiştir. Diğer taraftan Kaşgarlı’nın “sayısı az ve damgaları belli değil” dediği Çarukluğ boyunun adına da Reşided-din’in listesinde rastgelinmiyor. Orada Kaşgarlı’da bulunmayan şu adlar vardır. Yaparlı, Kızık, Karkın, bunlardan Kızık ve Karkın’dan birini Kaşgarlı’nın listesine almadığı iki boydan biri olarak kabul etmek zaruridir. Diğerinin de yine bunlardan biri olduğuna ihtimal vermek mantikidir. Çünkü her iki boy yani Kızık ve Karkın aynı dalda, Yıldız-Han’ın oğulları arasında gösterilmiştir. Çünkü her iki boya ait yer adlarına ve teşekküllere Türkiye’de rastgelinmiştir. Kaşgarlı’nın listesinin boyların o zamanki siyasi şöhretlerine göre sıralandığı anlaşılıyor. Mesela, Selçuklu hanedanının mensup olduğu Kınık boyu orada en başta yer almıştır. Hâlbuki bu boy Reşided-din’in listeside eski siyasi ve içtimai mevkilerine göre tanzim edildiği görülüyor. Burada 24 boy her biri eşit sayıda olmak üzere Oğuz Han’ın altı oğlundan türetilmiştir. Diğer taraftan Kaşgarlı’nınkinde olduğu gibi, burada da boylardan her birinin kendine mahsus damgası olduğu halde, her dört boyun ortak bir ongunu vardır.

Reşided-din’de 24 boy iki kola ayrılmıştır. Bunlardan biri Boz-Ok öbürü de Üç-Ok adlarını taşıyor. Ne bu ikili tasnif ne de onların isimleri Kaşgarlı’da vardır. Ancak bunun da tarihi bir vakıa olduğunu biliyoruz. Sancar’ı yenen Oğuzlar, bu adlar ile iki kola ayrıldıkları gibi, XIV. yüzyılda Kuzey-Suriye’deki Türkmenler’de yine bu adlar ile iki kola ayrılmışlardı. Bu Türkmenler’den Boz-Ok koluna mensup olanlar Yozgat bölgesinde yurd tuttuklarından bu bölge Cumhuriyet devrine kadar bu adla anılmıştır.

            Reşided-din’de Boz-Ok kelimesi parçalamak şeklinde manalandırılmıştır ki, kelimenin boz fiilinden getirildiği görülüyor. Üç-Ok da üç adet ok şeklinde izah edilmiştir. Fakat bu izah şekillerini kabul etmeğe imkân yoktur. Ok’un, On-Ok’ta olduğu gibi eski zamanlarda boy anlamına geldiğini biliyoruz. Bu isimlerdeki ok kelimesinin de boy manasında olduğu muhakkaktır. Buna göre üç-ok üç boy demektir.

            Boz-Ok’a gelince, buradaki boz kelimesinin de bir rakamın yerini aldığı akla geliyor.

            Yine Reşided-din’deki sözlere göre, Oğuz-eli’nde hâkim kolu Boz-Ok’lar teşkil etmiştir. Bu sebeble Boz-Ok’ların alameti yay; ve tabi kol oldukları için de üç-oklar’ınki Ok’tur. Tuğrul Bey 1038 yılında Nişabur’a girerken kolunda gerilmiş bir yay ve belinde de üç-ok bulunuyordu. Bunlar her halde, kendisini Boz-Ok ve Üç-Ok’un yani bütün Oğuz-eli’nin hükümdarı saydığının bir ifadesidir. Yüreğir boyunun damgasının da bir yay ve üç ok şeklinde olduğu görülüyor. Daha önce de söylendiği gibi, bir yay ve üç ok, pek muhtemel olarak, Oğuz yabgularının (yabgu=hükümdar) hükümdarlık alameti idi.

            Eski Türk ellerinde ve ordularında ikili düzenin değişmez bir kaide olduğu bilinir. Oğuz elinde ve ordusunda da, görüldüğü gibi, bu kaide hâkimdi. Böylece el ve ordu ikiye bölünmekte, bunlara kol denilmektedir. Kollar da birbirinden sağ ve sol sıfatları ile ayrılıyor. Osmanlı imparatorluğunda da sağ kol, sol kol adları verilen bu ikili düzen hem askeri, hem de mülki teşkilatta esaslı bir kaide olarak uygulanmıştı. Türkler’de sağ kol, Moğollar’ın aksine olarak daha şerefli sayılılyordu. Boz-Ok’lar da hâkim kolu teşkil etmeleri itibarı ile onlar sağ kol sayılmışlardır. Bu gelenek bu kollar var oldukça devam edip gelmiştir. Boz-Oklar’ın hâkim kol sayılması, islamiyetten önce siyasi üstünlüğün uzun bir zaman bu kolun elinde kalması, yabguların daha çok bu kolun boylarına mensup olmalarından ileri geliyor. Kaşgarlı ve Reşided-din’in listelerinde boyların damgaları da gösterilmiştir. Bu keyfiyet damgalara verilen ehemmiyeti ifade eder. Kaşgarlı bu damgaların duvarlara, yılkılara vurulduğunu söyler. Reşidded-din’de bunlar damga kelimesi ile ifade edilmiştir. Oğuzlar’ın damgalar için hangi kelimeyi söyledikleri bilinmiyorsa da, bunun Anadolu’da kullanılan im (en) sözü olduğundan şüphe edilemez. Bazı Türk hanedanlarının, boylarının damgalarını alameti olarak kullandıklarını biliyoruz.   Salgurlular’ın   paralarında   Salur   damgası   görüldüğü   gibi, Ak-Koyunlu paralarında, Bayındır ve Osmanlı hükümdarı II.Murad’ın bazı sikkelerinde de Kayı damgası bulunmaktadır. Ak-Koyunlular, damgalarını yalnız paralarına değil, yaptırdıkları eserlere, resmi vesikalara, bayraklarına da koydurmuşlardır. Her ne kadar II.Murad’ın haleflerinin paralarında Kayı damgası görülmüyorsa da hükümdarlara ait şahsi eşyada, toplar da dahil olmak üzere, silahlarda bu damgaya sık sık rastgelinmektedir. Oğuz boyları damgalarının Anadolu’da hayvanlara vurulmasından başka halı, kilim motifi olarak kullanıldığını, aşı boyası ile evlerin duvarlarına resmedildiğini, kap kaçağa ve nazar değmemesi, uğur getirmesi için bazı giyim eşyasına konulduğunu ve hatta mezar taşlarına bile çizildiğini biliyoruz. Bunlara ilave olarak bu damgalardan bazılarının da abideler, yapılar ve kayalar üzerinde görülmüş olduğunu söyleyelim. 

            Reşidded-din’in listesinde damgalardan başka ongunlar da görülmektedir. Bunların hepsi eti yenmeyen avcı kuşlardır. Reşided-din ongun (onkun) ittihaz edilen hayvan veya kuşun kutlu sayıldığını, inciltilmediğini, etinin yenmediğini bildiriyor ve ongun (onkun) kelimesinin Türkçeden KUTLULUK demek olan Oynuk’dan geldiği söyleniyor. Abdülkadir İnan’a göre ongun Moğolca bir kelime olup Türkçesi töz’dür. Her iki kelime de bu gün Türkiye’de bilinmiyor. Görmüş olduğumuz gibi, Oğuzlar’ın tarihinde totem devri söz konusu değildir. Diğer taraftan Oğuzlar’ın ongun kuşları olduğu hakkında başka eserlerde hiçbir bilgi yoktur. Bu sebeple Oğuz boylarının ongunları olduğuna dair bu hususta verilen bilgilerin doğruluğundan şüphe etmek yerindedir. Ongun olarak zikredilen avcı kuşlar başlıca Şahin, Kartal, Tavşancıl, Sunkur, Uç ve Çakır’dır. Bunlardan Şahin farsça bir kelimedir. Kartal’a gelince, bu da karakuş yerinde kullanılan yeni bir kelimedir. Kara kuş Anadolu’da kullanılır. Tavşancıl kartala benzeyen, fakat ondan daha küçük kara renkli bir kuştur. Sunkur ise tuğruldan küçük, fakat doğandan daha büyük bir kuş olarak tarif edilmektedir. Uç’a gelince bu hususta bir bilgiye rastgelemedim. Yalnız Timur’un kumandanlarından Uç-Kara Bahadır’ın adındaki uc kelimesi her halde bizim kuşu ifade etmektedir. Bu kumandanın adına bakarak tahmin etmek mümkün olabilirki, uc yahut uç-kara, çal-kara, bay-kara ile birlikte aynı kuşu ifade edebilir. Ve bu kuş da kartal olabilir. Çakır da doğan soyundan bir kuş olup, şahinden ayrıdır.



            Yine Reşided-din’in listesinden anlaşılıyor ki eski zamanlarda boyların toylarda yiyecekleri koyun etinin kısımları da bir kaideye bağlanmıştır. Reşided-din’de bu kısımlara endam-i goşt (et parçası), yazıcı-oğlu’nda sünük (kemik) deniliyor. Dikkate değer ki, ongunlar gibi her dört boyun da ortak bir sünükü vardır. Böylece, Kayı, Bayat, Alkara-Evli, Kara-Evli boylarının sünükü, yani koyundan yiyecekleri kısım sağ karı yağrın, yani sağ kürek kemiği kısmıdır. Yazır, Döğer, Dodurga ve Yapırlı boylarındaki sağ aşığlu, yani aşağın bulunduğu et parçası (bud), Avşar, Kızık, Beğ-Dili ve Karkın’ların sünükü sağ umaca, yani kalça (sağrı) kemiği kısmı, Bayındır, Peçenek, Çavundur ve Çepniler’in sünükü sol karı yağrın, Salur, Eymür, Ala-Yuntlu, Yüreğirler’inki ucayla (sol umaca ?), İğdir, Bügdüz, Yıva ve Kınık boylarının sünükleri (sol ?) aşığludur.

            Bir boyun toplantılarda ve toylarda (umumi zifayetleri) oturacağı mevkii (orun) ve yiyeceği et kısmı (ülüş) yalnız Oğuz elinde değil, diğer Türk kavimlerinde de kaidelere bağlanmıştır. Bu geleneklerin ehemmiyeti şuradadır ki bunlar bir boyun kendi eli içindeki siyasi ve içtimai hukukunu tayin eden başlıca müesseselerdir.

            Reşided-din’in listesinde boylar Oğuz Han’ın 24 torunundan türetilmiştir. Kaşgarlı’da 24 Oğuz boyunun, adlarını dip dedelerinden aldığını söyler.

            Oğuz boylarına ait bu hususları belirttikten sonra, bilhassa Türk oymakları hakkında araştırma yapacaklara kolaylık olmak üzere Kaşgarlı’da ve Reşided-din’de geçen Oğuz boyları aşağıda ayrı listeler halinde verilmiştir. Bilindiği gibi, Yazıcı-Oğlu Ali’nin ve Ebü-l-Gazi’nin listeleri esas itibarı Reşided-din’den gelmektedir. Ancak Yazıcıoğlu Reşided-din’in mükemmel bir nüshasını gördüğünden ve aynı zamanda bu konuya vakıf ve meraklı bir Türk olduğu için listesi kaynağına en yakın olanıdır. Bu bakımdan daha önce de değinildiği gibi, iki boyu dâhil etmediği listesi aşağıdadır.












D. ANADOLU’DA BUGÜNKÜ SÖYLENİŞE GÖRE OĞUZ BOYLARININ
ADLARI

BOZ-OKLAR

- KAYI
- BAYAT
- ALKA EVLİ
- KARA-EVLİ
- YAZIR
- DÖĞER
- DODURGA
- YAPARLI
- AVŞAR
- KIZIK
- BEĞ-DİLİ
- KARKIN

ÜÇ-OKLAR

- BAYINDIR
- PEÇENEK (BEÇENEK)
- ÇAVUNDUR
- ÇEPNİ
- SALUR (SALIR)
- EYMİR
- ALAYUNTLU
- YÜREĞİR
- İĞDİR
- BÜĞDÜZ
- YIVA
- KINIK

            E. OĞUZ BOYLARINA AİD ANADOLU’DA YER ADLARI
            XVI. yüzyılda yazılmış Başbakanlık Arşivi ile Tapu ve Kadastro Umum Müdürlüğü arşivindeki mufassal tahrir defterleri taranarak meydana getirilen Oğuz boylarına ait yer hakkındaki cetvelde boylara ait bütün yer adlarını ihtiva etmesi için elden gelen gayret gösterilmiş olmakla beraber, yine de tam olduğu iddia edilemez. Çünkü defterde semt ve mevkii adları tesadüfen geçmektedir. Hâlbuki bunlar arasında da oğuz boylarına ait çok hatta pek çok yer adının bulunduğu şüphesizdir.

            Tahrir defterlerinde, sık sık Oğuz yer adına da rastgelinmektedir. Fırat ile Adalar denizi arasındaki sahada bulunan bu yer adının (yani Oğuz’un) mühim bir kısmının şahıslardan geldiği anlaşılıyor. Esasen XV. yüzyıl ile XVI. yüzyılın birinci yarısında oymaklar ve köylüler arasında Oğuz’un şahıs adı olarak kullanıldığını da biliyoruz. Diğer Türk kavimlerinin (Kıpçak, Karluk, Çiğil, Uygur gibi) adları çok az görülmektedir. Tahrir defterlerinde görülen Oğuz boylarına mensup oymaklar, 24 boydan 23’ünün Anadolu’ya gelmiş olduğunu kesin olarak ortaya koymuştu.

            Hazar ötesi Türkmenleri’nin meydana gelmesinde birinci derecede amil olan Salur, Çavuldur (Çavundur), Karkın, Eymür, İğdir ve Yazırlar’dan bilhassa ilk dördü, Anadolu’da da kuvvetli bir varlık göstermişlerdir. Hatta bunlardan Salur, Eymür ve Karkınlar’ın Anadolu’nun iskânında birinci derecede bir rol oynadıklarını söylemek mümkündür.

            Anadolu’da diğer boylara nazaran daha zayıf bir durumda görünen Peçenek, Yıva, Büğdüz, Dodurga, Kızık ve Ala-Yundlular’a mensup oymaklara, Hazar ötesi Türkmenleri arasında hiç rast gelinmemiştir. Şurası muhakkak ki eski zamanlardan beri Oğuz boylarının nüfusları arasında farklar vardı. Yani bazı boylar kalabalık, bazıları daha az kalabalık, bazıları da nüfuslu idiler.

            Oğuz boylarına ait bu günkü yer adlarına gelince, XVI. yüzyıldan bu yana bütün boylar yer adı kaybına uğramış olmakla beraber aralarında bu husus da bazen büyük farklar görülmektedir.

            Mesela XVI. yüzyılda 29 yer adına sahip bulunan Ala-Yundlu boyunun İç-İşleri Bakanlığı’nın Türkiye’de Meskün Yerler Kılavuzu adlı kitabına göre, bu gün bir yer adı (o da Ala-Yund şeklinde) kalmıştır.  XVI. yüzyılda 44 Yüreğir yer adına karşılık yine aynı kitap da, 9 veya 10 Yüreğir (Yüreğil) şeklinde yer adı görülmektedir.

            F. OĞUZ BOYLARI

I. KAYI

            Kayı boyu, görüldüğü üzere, Reşided-din’in listesinde en başta yer almıştır. Bu liste Oğuz boylarının, islamiyetten önceye ait tarihlerdeki siyasi ve içtimai mevkileri esas alınarak yapılmış olduğundan Kayılar’ın listenin başında yer almaları, onların bu bakımlardan (siyasi ve içtimai mevki itibariyle) Oğuzlar’ın en mühim ve en asil boyu sayıldığını gösterir. Nitekim Kayılar, Oğuz Hükümdarlarını çıkaran 5 boyun başında zikredildiği gibi, Yine Reşided-din’in Oğuzlar’ın tarihi bölümünde bir Oğuz Yabgu sülalesi de bu boya mensup gösterilir. Muhakkak ki Kayılar, Oğuzlar’ın en eski, en köklü ve en şerefli boylarından biri idi. Kayı oymakları, Avşar, Bayat ve diğer birçok boyun aksine olarak, Yörükler arasında, yani Anadolu’nun orta ve batı taraflarında bulunmaktadır. Bunları yaşadıkları bölgelere göre tetkik edecek olursak.

            1. At Çeken: Konya bölgesinde Kayı oymağı, At-Çeken topluluğuna mensup olup, Larende (bugün Karaman) kasabasının doğu ve Ereğili’nin güneyindeki toprakları kaplayan Bayburt kazasında yaşamaktadır.

            2. Ankara: Ankara sancağında, Kayı adlı 4 yer adı olmasına rağmen nüfusu çok bir kayı oymağı yoktur. Bu ada Ankara Yörükleri arasında pek küçük bir oymak vardır ki bu da Kayıcık adlı bir köyde yaşamaktadır. Bu Kayıcık köyü Ankara ili Ayaş arasındaki, Murtaza-Abad kazasına bağlı Kayıcık köyü olsa gerektir.

            3. Hamid (Isparta): XVI. yüzyılda bir Kayı oymağı da Hamid sancağının Eğirdir kazasında yaşamaktadır.

            4. Denizli: XVI. yüzyılda en büyük Kayı oymağı Denizli’nin kuzeyinde yaşamaktadır.

            5. Menteşe: İkinci kalabalık kayı teşekkülü de bu sancakda yaşıyor. Bu Kayı teşekkülü, adı geçen sancağın Köyceğiz-Ayasuluğ (Selçuk) arasındaki köylerinde oturmaktadır.

            6. Saru-Han: XVI. yüzyılın ortalarına ait bir vesikadan bu adda bir oymağın Çoban oymağı ile Karaman-Kayası denilen yerde yaşadıkları anlaşılıyor.

            7. Kara-Hisar (Afyon): Yine başka bir vesikadan bu boya mensup bir oymağın da Kara-Hisar sancağının Sandıklı kazasında yaşadığı görülüyor.

            8. Sis (Kozan) Anadolu’daki sonuncu Kayı teşekkülü Sis (Kozan) sancağı oymakları arasında görülmektedir. 29 evden ibaret olan bu küçük Kayı oymağı Kutlu Beğ-Hacılu adlı bir teşekküle tabi olunmaktadır. Defterlerde bu Kutlu Beğ-Hacılu teşekkülü aynı sancaktaki Avşar, Kavurgalı, Ayru-Damlu, Savcı Hacılu adlı büyük teşekküller gibi, taife kelimesi ile anılmakta ise de nüfusu pek az olup, ancak 42 vergi evidir.

            9. Hazar-ötesi Türkmenleri:

            Kayılar’dan bir kol da batıya göç etmeyerek Hazar-ötesi Türkmenleri arasında kalmıştır. Kayılar Etmek ve Gürgen ırmakları boylarında yaşayan Göklen topluluğuna mensup bulunuyor.

            II. BAYAT (BAYAD)

            Bayatlar, bilindiği üzere, tarihimizde manevi şahsiyetler yetiştirmiş bir boydur. Oğuzlar’ın devlet ve din adamı Dede Korkut Bayatlar’dan olduğu gibi, ünlü şair Fuzuli de bu boya mensup idi. Cem Sultan adına Osmanlı hanedanının Oğuz-Han’a kadar çıkan efsanevi ataları hakkında Cam-ı Cem-ayin adlı bir kitap yazan Mahmud oğlu Hasan’ın da yine bu boydan olduğunu biliyoruz.

            Timur’un Yozgat ve ona komşu bölgelerdeki Kara-Tatarlar’ın pek çoğunu Türkistan’a götürmesi üzerine Kuzey Suriye’deki bu Bayatlar’ın bir bölüğü de Dulkadırlı oymakları ile birlikte Boz-Ok’ta yurd tuttu. Bayatlar’ın bu kolu Şam Bayadı adı ile anıldı. Bundan başka XVI. yüzyılda İran’da Safevi hizmetinde mühim bir Bayat kolunun yaşadığı görülüyor ki, bu kol Ak-Koyulular’ın başarıları Safevi devletinin kuruluşu üzerine Kuzey Suriye’den göç etmiştir.

            1. Haleb Türkmenleri Bayadı:

            926 (1520) tarihlerinde yazılmış olan Haleb sancağı tahrir defterinde Bayatlar, Haleb Türkmenleri’nin üçüncü boyu olarak zikredilmektedir.

            Bundan sonra Pehlivanlı obası geliyor ki bu, Bayat boyunun en büyük obasıdır. Bahsedilen deftere göre 268 vergi nüfusundan meydana gelmiş bu oba o zaman adını taşıdığı Pehlivan’ın torunu Davud Kethüda tarafından idare olunuyordu.

            XVIII. yüzyılda Anadolu’daki Türkmen oymaklarına dair Seyyah Burchardt ve Niebuhr’un listelerinde Pehlivanlı oymağının yurdu Boz-Ok’ta gösterilmiştir.

            Pehlivanlı oymağının başındaki boy beği ailesinin XVIII. yüzyılın ikinci yarısında bu gün Ankara’nın Kırıkkale kazasına bağlı Beğ-Obası köyünde oturduğunu biliyoruz. Pehlivanlı beylerinden Mahmud Beğ 1212 (1707 – 1708) yılında köydeki camii yaptırmıştır. Bu beyin 1221 (1806-1807) yılında Çapan-Oğlu Süleyman Beğ’in emrinde bulunduğunu görüyoruz. Aile hatıralarında Mahmut Beğ’in birçok harplere katılmış olduğu söylenir; hatta bu harplerden birinde oğlu Haydar Beğ’i kaybetmiş, dönüşde kardeşini babasının yanında göremeyen diğer oğlu Abdurrahman Beğ’in “ay kardaşım nerelerde kaldın” diyerek ağlamaya başlaması üzerine, kaşlarını çatan Mahmud Beğ: “kadın gibi ne ağlıyorsun, sen Haydar ol, sen de kal” demiştir. Fakat hatıralarda Mahmud Beğ’in gittiği son seferden geri dönmeyerek Belgrad’da şehit düştüğü anlatırılır. Anadolu Türk’ünün kaderi böyle idi. Vergisi Mekke-Medine’ye gider, kendisi de çok defa geri gelmemek üzere, imparatorluğun uzak eyaletlerine gönderilirdi. Mahmud Beğ’e oğlu Abdurrahman Beğ, ona da oğlu Hasan Beğ halef olmuşlardır. Pehlivanlı Boy beği ailesinin nesli zamanımıza kadar gelmiştir. Ailenin Mahmut Beğ’in dedesi Kodalak Beğ’den başlayıp zamanımıza kadar gelen mufassal soy kütüğü Bey Obasındaki aile nezdinde mevcudur.



            2. Şam ve Tarablus Çevresinde Bayatlar:

            Bayatlar’a mensup bazı küçük oymaklara da yine XVI. yüzyılda Şam ve Tarablus çevresinde yaşayan Türkmenler arasında rast gelinmektedir. Bu Bayat obalarının Haleb Türkmenleri arasındaki ana boydan ayrıldıkları anlaşılıyor.

            3. Boz Ulus Bayatları:

            XVI. yüzyılda Boz-Ulus arasında ancak iki Bayat Oymağına rast gelinmektedir. Bunlardan biri asıl Boz-Ulus kümesinde, diğeri de Boz-Ulus’un Dulkadırlı teşekkülleri arasında bulunmaktadır.

            4. Dulkadırlı Bayatları (Şam Bayadı):

            Dulkadırlı el’ine dâhil bulunan Bayatlar Şam Bayadı adını taşırlar. Bu Bayat kolu, adının da gösterdiği gibi, Kuzey-Suriye’deki Bayatlar’a mensuptur. Bu mühim Bayat kolunun büyük bir kısmının Boz-Ok bölgesinde Yurd tuttuğu görülüyor.

            Şam Bayatı oymağının ilgimizi çeken bir tarafı da onun Kaçar boyunun teşekkülünde oynamış olduğu roldür. Kaçar (İran kaynaklarında) boyu ile ilgili en eski bilgi 897 (1491-1492) yılına kadar gider. Bu tarihte Kaçarlar’ın Azerbaycan’da bilhassa Karabağ bölgesinde yaşadıkları görülür. Kaçarlar XVI. yüzyılda Şam Bayadı, Ağca Koyunlu, Ağçalu ve Yıva obalarından meydana gelmişti. Bu oymakların ana kollarının Boz-Ok bölgesinde yaşadıkları görülür. Bu husus kaçar boyunun Anadolu’daki Yozgat bölgesinden Azerbaycan’a, Ak-Koyunlu devrinde gittiğinde hiçbir şüphe bırakmaz.

            a- Boz-Ok

            Boz-Ok’taki Şam Bayatları bu bölgenin Gedük yöresinde yaşamaktadırlar. Bu yöre aşağı yukarı bu günkü Şarkışla kazasının bulunduğu yerdir. Burada yaşayan Şam Bayatları başlıca Hızırlu, Hasancılu, Kesmezlü, Şehylü, Şarklu, Kızıl-Donlu ve Karaca-Koyulu gibi obalara ayrılmıştır.

            b- Yeni-İl

            Bu ilde yaşayan Şam Bayadı kolu ancak 5-6 obadan ibaret bulunmaktadır. Bunlardan Tatar-Alilü hariç olmak üzere, diğerleri Boz-Ok yöresindeki Şam Bayadı obalarının kollarından başkası değildir.

            c- Ulu-Yörük

            Ulu-Yörük topluluğuna bağlı teşekküllerden biri de İnallu oymağı olup, bunun Kuzey Suriye’deki İnallular’ın bir kolu olduğu anlaşılıyor. Amasya çevresinde yaşamakta olan bu inallu teşekkülü arasında Şam Bayadı adlı birkaç obaya rast gelinmektedir.

            d- Ankara

            Şam Bayatları’na mensup iki küçük oymağın 929 (1522) yılından önce Ankara’nın Kalecik kazasında yurd tuttukları görülüyor. Bunlardan biri Çuna diğeri de Tavşancık köylerinde yerleşmişlerdi.

            e- Maraş

            Şam Bayadı’na mensup bir oymağında Behisni’ye tabi Korucu adlı köyd, diğer birinin de Antakya’da Hacılu köyünde oldukları görülmüştür.

            Boz-Ok’ta yaşayan Şam Bayatları’nın İran’dakiler gibi İran ile dahi münasebetleri bulunduğu anlaşılıyor. 986 (1578) yılında Boz-Ok’taki Şam Bayatları’na mensup bir kimse 984 (1576) yılında ölen Safevi hükümdarı II. Şah İsmail’in kendisi olduğunu iddia ederek başına bir hayli adam toplayıp Kır-Şehir’deki Hacı Bektaş-i Veli tekkesinde taraftarlarının önünde kurban dahi kesmişti. Fakat onun hareketi kısa bir zamanda bastırıldı.

            5. Kütahya :

            XVI. yüzyılda Bayat adını taşıyan bir oymağa da Kütahya Yörükleri arasında tesadüf edilmektedir. Kütahya’nın Geyikler yöresinde yaşıyorlardı. Diğer taraftan aynı yüzyılda Uşak yöresinde Yaşayan Boz-Guş adlı bir oymağın obaları arasında Kara-Bayat adlı bir oymak ve aynı yüzyılda Bayat adlı bir oymağında Antalya (Teke) sancağında yaşamakta oldukları görülmüştür.

            İşte Anadolu Bayatları hakkında elde edilen bilgiler bunlardan ibarettir.

            6. Irak ve El Cezire Bayatları:

            Selçuklular zamanında Selçuklu emirlerinden Aksungur Ul-Buhari’nin Basra’daki naibi Sunkur’un, el-Bayati nisbesini taşıdığından ve XII. Yüzyılın sonlarına doğru Bağdad’ın güney doğusunda Tib çayının kaynağına yakın yerdeki bir kalenin de Bayat adı ile anıldığından ve bu kalenin hâkiminin Türk olduğundan daha önce bahsedilmişti. XVI. yüzyıla gelinceye kadar gerek Irak ve gerek el-Cezire’de Bayatlar’ın yaşadığına dair herhangi bir tarihi kayda rast gelinemiyor. XVI. yüzyıla ait Osmanlı tahrir defterlerinde de ancak Karaca-Bayat adlı çok küçük bir oymak görülmektedir.

            7. İran Bayatları:

            a) Öz Bayatlar (Ak-Bayatlar)

            Safevi devrinden önce İran’da Bayatlar’ın yaşadığına dair herhangi bir bilgiye sahip değiliz. XVII. yüzyılda İran’da yaşayan Bayatlar tek bir teşekkül olarak değil, muhtelif bölgelerde olmak üzere, üç kol halinde bulunuyorlar. Bu husus onların birbirinden farklı siyasi maziye sahip olmalarından ileri geliyor. Bunlardan yalnız Bayat adını taşıyanlar Hemedan’ın güney doğusundaki Kezzaz ve Girih-rüd bölgesinde sakin olanlardır.

            b) Kara-Bayatlar (Horasan Bayatları):

            Safevi devrinde İran’daki ikinci Bayat kolu Horasan’da bulunuyordu ki bunlara Kara-Bayat da denilmektedir. Kara-Bayatlar bize göre Hazar ötesi Türkmenleri’nden değil, Çağataylar’a mensup olup, onların asıl adları da Bayaut’tur. Bu Bayaut’lar da Kimekler’in Baya’ut’u değil Moğol Baya’utlarıdır. Bunlar Şah İsmail’in Horasan’ı fethetmesi üzerine Safevi hizmetine girmişler ve tabilik alameti olarak kara sıfatını almışlardır. Kara-Bayatlar Nişabur bölgesinde ve bilhassa bu bölgenin Maden denilen yöresinde oturuyorlardı.

            c) Şam Bayadı (Kaçar boyu Bayatları)

            İran’daki üçüncü Bayat Teşekkülü bizim Şam Bayadı oymağının bir koludur. Bu Şam-Bayadı kolu, daha önce de söylendiği gibi, Yıva, Ağçalı ve Ağça-Koyunlu teşekküllerine mensup kollarla birlikte Kaçar boyunu meydana getirmiştir. Kaçarlar XVI. yüzyılda Kuzey Azerbaycan’da (Erran) bilhassa Gence ve Berdea bölgesinde yaşamakta idiler.

            Azerbaycan Bayatları’nın Bayatılar adlı türküleri pek ünlüdür. Bu Bayatlar’dan biçoğu toplanıp son zamanlarda yayımlanmıştır. İşte, Bayatlar hakkında elde edebildiğimiz bilgiler bunlardan ibarettir. Bu bilgiler, görüldüğü üzere, onların Oğuz elinin en önde gelen boylarından biri olduğunu açıkça ortaya koymuştur.

            III. ALKA-EVLİ

            Alka-Evli veya Alka Bölük adlarını taşıyan bir oymağa rast gelinemediği gibi, aynı isimlerde yer adları da görülmedi. Yalnız Zonguldak’ın Safranbolu kazasına bağlı Halka-Evli köyünün adı daha önce de ifade edildiği gibi, bu boydan gelmektedir. Samsun’un Vezirköprü kazası köyleri arasındaki Halka Avlu, Manisa’nın Kırkağaç köylerinden Halkla Havlu’nun da Alka-Evli’nin değişmiş şekilleri olmaları çok muhtemeldir. Hatta Halkalı köy adlarının bir çoğunun da Alka Evli ile ilgli olduğu düşünülebilir.

            IV. KARA EVLİ

            Bu boya ait Türkiye’de Selçuklular ve Osmanlılar devrinde mühim bir oymağa rast gelinmediği gibi, Suriye, Irak ve İran’da da bu adda bir teşekkül görülemedi. Yalnız Harizm Türkmenleri arasında XVII. ve XVII. yüzyıllarda Kara-Evli adlı bir oymağın mevcudiyetini biliyoruz ki, bundan aşağıda bahsedilecektir.

            Daha önce 1.bölümde bahsedildiği gibi. Dulkadırlı eline mensup olan büyük Ağça-Koyunlu boyunu meydana getiren belli başlı obalardan biri de Musa Hacılu idi. Musa Hacılu’nun Yeni il de yaşayan kolu XVI. yüzyılın ikinci yarısında bir takım kollara ayrılmış olup, bu kollar defterlerde mahalle (obanın yurdu) kelimesi ile gösteriliyor. İşte bu mahallelerden birinin de Kara-Evlu olduğu görülüyor. Defterlerde mahalle, oymağın veya obanın kolları anlamında da kullanıldığı için buradaki Kara Evlu’nun Musa-Hacılu kolunun oturduğu yerin değil, doğrudan doğruya kendi adı olması muhtemeldir.

            XVI. yüzyılda Türkiye’de Kara-Evlü şeklinde bazı yer adları görülmekte ise de bunların sayısı sekizi geçmemektedir. Bunlar da Bolu Sancağında, Tokat ve Kastamonu yörelerinde bulunmakta idi.

            Türkiye’de Meskün yerler kılavuzuna göre, Kara-Evliler olmak üzere Türkiye’de 10 Kara-Evli adlı köy bulunmaktadır. Bu yer adlarından çoğunun bu boyla ilgili olduğundan şüphe edilemez.

            V. YAZIR

            Reşided-din’deki Türkler’in destani tarihinde Dib-Yavku’nun beğleri arasında Alay, oğlu Bulan ve hatta Dib Cenkşü ve oğlu Dürkeş’in bu boydan olduğu bildiriliyor. Yine orada Oğuzlar’ın dağılışı ve Şah-Melik’in bozgunluğu esnasında Yazır’dan bir bey ile Ali Han oğullarının Yazır yöresine gittikleri ve Hisar-Tak’da yurt tuttukları ve onların oğullarının ve neslinin el’an orada yaşadığı bildirilir. Fakat biz Yazırlar’ı Horasan’da ancak 555 (1160) yılında görüyoruz.

            Yazırlar’ın kendi adları ile anılan yurtları Nesa şehrinin batısında bulunuyordu. Buradaki bir kasaba da Yazır adını aldı. Burası XIV. yüzyılın birinci yarısında orta derecede bir şehirdi. Yazırlar, Sancar’ın devletine son veren Oğuz kümesine dâhil değillerdi. Bunlar ilk önce Mangışlak’tan Balhan’a inmişler ve oradan da buraya gelmişlerdi.

            Moğol devrinden sonra bu Yazırlar’a Kara-Daş (Taş) lı denilmişti. Bunlar Şah Abbas zamanında diğer bazı Türkmen oymakları gibi, Safevi hâkimiyetini kabul ettiler. 1038 (1628-1629) yılında Kara Daşlılar’ın başında Rahman Kulu Sultan bulunuyordu. Fakat Rahman Kulu Sultan aynı yılda Harizm hükümdarı İsfendiyar Han ve kardeşi Müellif Ebü’l-Gazi ile birleşerek Safeviler’den yüz çevirmiş ise de bunlar Safevi kuvvetleri karşısında başarı gösterememişlerdir.

            Yazırlar, görüldüğü üzere, adeta müstakil bir kavim gibi XII. yüzyıldan XVII. yüzyıla kadar Horasan’da varlıklarını muhafaza ederek yaşamışlardır. Bu böyle olmakla beraber onlar Anadolu’nun fetih ve iskânında da oldukça mühim bir rol oynamışlardır. XVI. yüzyılda bu ülkede 24 Yazır adlı köy görüldüğü gibi, onlara mensup bazı oymaklar da vardı. Bu oymakların Dulkadırlı eli ile Hamid, Teke ve Ankara sancaklarında yaşamakta oldukları görülür.

            1- Dulkadırlı :
            Bu el arasında Yazırlar, Karacalu, öteki adı ile Anamuslu boyu obaları arasında görülüyor. Bu husus Yazırlar ve Karacalu boyu arasında bir akrabalığın varlığı ile ilgili olmalıdır.

            2- Boz-Ok:

            Boz-Ok sancağındaki Yazır obaları da küçük olup, bunlardan biri 29 öteki 51 vergi evine sahiptir.

            3- Hamid Sancağı:

            Bu sancakta Yazır adlı üç köy olduğu görülmüştü. Aynı devirde bu sancakta yaşayan Yazırlar 95 vergi evinden müteşekkildir ve Ali Fahreddin adlı bir oymağa bağlı bulunmaktadır.

            4- Teke Sancağı:

            Teke sancağında Yazır obası sarı ve kara sıfatları ile iki kola ayrılmıştır. Ayrıca Öz-kent adlı bir köyde bu oymağın diğer bir kolu yaşamaktadır. Bütün bunlar hem Teke sancağında hem de, Hamid sancağında oldukça mühim bir Yazır topluluğunun yerleşmiş olduğunu göstermektedir.

            5- Ankara:

            Bu sancaktaki Yörük topluluğu arasında yaşayan Yazırlar da küçük bir oymaktır. 42 vergi evi kadar olan bu oymak Çukurcak adlı bir köyde oturmakta idi.

            VI. DÖĞER

            Döğerler, Oğuzlar’ın islamiyetten önceki tarihlerinde mühim bir mevkie sahiptiler. Bununla beraber onların Selçuklu fethinde de büyük bir rol oynadıklarını söylemek mümkündür. Çünkü müverrih Cezire’li (bu günkü Cizre) Şemsed-din Muhammed B.ibrahim (1260-1339) Artuklu hanedanının bu boydan olduğunu bize bildirir. Artuk Beğ ve oğullarının ise XI. ve XII. yüzyıllarda Türkmenler arasında büyük bir nüfusa sahip bulunduğunu ve asil bir aile sayıldıklarını biliyoruz.

            Bütün bunlarla beraber tahrir defterlerinde bu boya ait 19 yer adına rast gelinmiştir. Bu yer adları, diğer boylarınki gibi Orta ve Batı Anadolu’da görülmektedir.

            VII. DODURGA

            Tahrir defterlerinde Dodurga, Doturga, Todurga ve Toturga gibi değişik şekillerde yazılan bu Oğuz boyuna ait Anadolu’da 24 yer adına rast gelinmektedir. Bu yer adlarının birini Bolu’ya bağlı yörelerden (nahiye) biri taşıyor. XVI. yüzyılda Anadolu’nun muhtelif yerlerinde olmak üzere bu boya mensup bazı teşekküller görülmektedir.

            1- Ulu-Yörük:

            Bu Türk topluluğu arasında yaşayan Dodurgalar II. Beyazıt devrinin ilk yıllarında 202 vergi nüfusundan ibaret olup 7 kola ayrılmıştı. Turhal Türkleri de denilen Dodurga teşekkülü XVI. yüzyılın ikinci yarısında birçok kışlaklara sahip bulunuyordu. Onlar bu kışlaklarda diğer Ulu-Yörük oymakları gibi, çiftçilik yapmaktadırlar. Bu Dodurga oymağının bir kolu XVI. yüzyılın ikinci yarısında Amasya’daki Sarı Kurşun köyünde yerleşmiştir. Bu Dodurgalar şüphesiz daha büyük, eski bir Dodurga topluluğunun kalıntısıdır.

            2- Tarsus:

            Bu bölgede yaşan ve kaynaklarda Varsak olarak anılan Türkmen oymakları arasında mühim bir Dodurga oymağı daha vardır. Tarsus’un kuzeyindeki Esenli köyü Dodurga’lardan meydana gelmiş bu Esenli köyü iki kola ayrılmış olup, bunlardan biri Bozca Dodurga diğeri Ertene (Erdene) Beğ Dodurga’sı adını taşıyor.

            Çukurova bölgesine ait 925 (1519) tarihli en eski defterde bu Dodurgalar 34 obaya ayrılmışlardır. Bu obalardan her biri bir ekinliğe sahip bulunmaktadır.

            3- Boz-Ulus:

            II. Selim devrine ait Boz-Ulus defterine göre bu topluluk arasındaki Dodurga varlığı 6 küçük kola ayrılmış bir oymaktır. Hamza ve kardeşi Abdi Kethüdalar ile Veli ve Şahin Kethüdalar tarafından idare olunan Dodurga oymağının aslında Dulkadırlı eline mensup olduğu anlaşılıyor.

            4- Ankara:

            Ankara sancağına bağlı Haymana taifesi arasında küçük bir Dodurga oymağı görülmektedir. Bu oymak Kanuni devrinde aynı adı taşıyan bir köyde oturmaktadır ki, bu köy bu gün de mevcuttur. Bundan başka II. Bayezid devrinde Aksaray yöresinde de Dodurga adlı çok küçük bir oymağa rast gelinmektedir.

            VIII. ÇARIKLI (ÇARUKLUG-YAPARLU)

            Kaşgarlı’nın listesinde adı görülmeyen bu boy Reşided-din yazmalarında Yaparlı şeklinde hareketlenmiştir. Görüldüğü üzere listelerin hiç birinde bu boyun adının manası verilmemiştir. Bu Kaşgarlı’da Çarukluğ şeklinde zikredilen boy olmalıdır. Her iki listede bağlılık eki taşıyan boylar sadece bunlardır. Hiçbir kaynakta bu arada tahrir defterlerinde Yaparlı’ya ait ne bir teşekkül, ne de bir yer adı görülebilmiştir. Bu husus ancak boyun adını değiştirmiş olması ile izah edilebilir.

            Bugün Anadolu’da Çarıklı adlı 5 köy olduğu gibi, Çarık, Çarıklar şeklinde de köyler görülmektedir.

             IX. AVŞAR (AFŞAR)

            Avşarlar XI. yüzyıldan itibaren mühim roller oynamak sureti ile adlarını zamanımıza kadar yaşatmış biricik Oğuz boyudur. Avşar’lar Reşided-din’de, hükümdar çıkarmış Oğuz boylarından biri olarak zikredilir. Bu keyfiyet Avşar’ın Oğuzlar’ın islamiyetten önceki tarihinde de en güçlü bir boy olduğunu gösterir.

            1- Yüzyılda Huzistan’da Avşarlar:

            530 (1135-1136) yıllarında Huzistan’da kalabalık sayıda bir Türkmen topluluğunun yaşadığını biliyoruz. Vassaf’ın bildirdiği Avşar ve Salurlar’ın Deşt-i Kıpçak’dan yani Seyhun boylarından Huzistan ve Kuh-Gilüye’ye gelişleri bu tarihten az bir zaman önce olmalıdır. Vassaf’ın bahsedilen kaydına göre, Avşarlar’ın başında Arslan-oğlu Yakup bulunuyordu. Yakup Bey Huzistan kasabasında oturuyordu.

            Anadolu’ya gelince; XVI. yüzyıla ait tahrir defterlerinde Avşar adlı pek çok yer adı görülmektedir ki, bunların sayısı birinci sırada bulunan Kayılar’ınkinden sonra geliyor. Bu yer adları da, diğerleri gibi, Anadolu’nun Orta ve Batı bölgelerinde bulunmaktadır. Hatta Rum-eli’nde dahi bu boya ait birkaç yer adı görülmektedir. Bu yer adları Avşarlar’ın Anadolu’nun fetih ve iskânında Kayı ve Kınıklar gibi, birinci derecede bir rol oynadıklarını çok açık bir şekilde göstermektedir.

            Kuzey-Suriye Avşarları (XII. XV. Yüzyıl)
            XIV. ve XV. yüzyıllarda başlıca Haleb, Ayıntab ve Antakya bölgesinde yaşayan Türkmenler’in Boz-Ok kolunu teşkil eden boyların başında Avşarlar ile Bayatlar gelmektedir. Yani Avşarlar Boz-Ok kolunun en büyük ve en kuvvetli iki boyundan biridir. Aşağıda Türkiye’de ve İran’da kendilerinden bahsedilecek olan Avşar oymaklarının, Orta ve Batı Anadolu’daki bazı küçük oymaklar müstesna olmak üzere, hepsi bu ana koldan çıkmışlardır. Yine aşağıda görüleceği üzere, Dulkadırlı eli arasında İmanlı Avşarlı adlı mühim bir Avşar oymağı vardı. Bunların Dulkadırlı beğliğinin kurulması ve Sis’in Memlükler tarafından fethi sonucunda Kuzey-Suriye’deki Avşarlar’dan ayrılmış kollar oldukları muhakkaktır.

            Kuzey-Suriye Avşarları başlıca üç aile tarafından idare olunmuşlardır. Bunlar Köpek-oğulları, Gündüz-oğulları ve Kut-Beği oğullarıdır. Bu üç ailenin idaresi dışında kalan bir Avşar zümresinin olup olmadığı bilinemiyor. Bu ailelerden Köpek-oğulları’nın Antep bölgesinde, Gündüz-oğulları’nın Amik Ovasında, Kut-Beği oğullarının da Haleb dolaylarında yaşadıkları anlaşılıyor.

            XVI. ve XVII. Yüzyıllarda Avşarlar:
           
            1- Haleb Türkmenleri: Bilhassa birinci bölümde belirtildiği üzere, Ak-Koyunlu ve Safevi devletlerinin askeri bakımdan Osmanlı ve Memlük devletlerinin aksine olarak, Türk göçebe teşekküllerine dayanması Güney-Doğu Anadolu ve Kuzey-Suriye’deki Türk topluluklarından mühim kümelerin İran’a gitmelerine sebep olmuştur ki, bunlar arasında Avşarlar’a mensup olan oymaklar vardır. Bundan dolayı Osmanlı hâkimiyetinin başlarında Haleb Türkmenleri arasındaki Avşarlar aynı topluluktaki diğer oymaklar gibi fazla bir nüfusa sahip bulunmuyorlar. Yani İran’a yapılan göçler sebebi ile onların nüfusları azalmıştır. Kanuni Süleyman devrinin ilk yıllarında Haleb Türkmenleri arasındaki Köpekli-Avşarı ve Gündüzlü-Avşarı kolları (taife) ile bir de müstakil Avşar oymağı görülmektedir.

            Avşarlar’ın beş ailenin (yani      Receb, Çerkez, Bahri, Kara-Gündüz, Hacı İvaz) idaresinde bulundukları ve hatta onların adlarına nisbetle anıldıkları anlaşılıyor. Yukarıdaki Avşar Beğlerinin isimleri arasında Çerkez ve Abaza (Hacı ivaz oğlu) adları dikkat çekiyor. Ne tesadüftür ki Avşar Beğlerinin adlarını taşıdıkları kavim yani Çerkez ve Abazalar XIX. yüzyılın ikinci yarısında Kafkasya’dan Türkiye’ye geldiklerinde onlardan mühim bir kısmı Çukurova’da Avşarlar’ın yaylaklarına yerleştirilmiştir.

            2- Boz-Ulus:

            Boz-Ulus arasındaki Avşarlar bu elin üç topluluğu arasında da bulunmakla beraber bunların en kalabalık olanları Şam Türkmenleri arasında görülmektedir. Daha önce de işaret edildiği gibi, Boz-Ulus’un bu Şam Türkmenleri kümesi Haleb Türkmenleri oymaklarından meydana gelmiştir.

            3- Dulkadırlı Avşarları:

            Bu Avşarlar’ın aslında Kuzey-Suriye Avşarları’nın bir kolu olduğuna daha önce işaret edilmişti. Dulkadırlı Ulusu arasındaki Avşarlar Maraş, Kars (Kadirli), Yeni il ve hatta Boz-Ok bölgesine dağılmış bir halde bulunuyorlar. Bunların en mühimi İmanlu Afşarı olup, başlıca Maraş bölgesinde yaşamakta idi.

            4- Yeni-İl:

            Yeni-il’deki Avşarlı’dan üç oba (Boynu Kısalu, Delüler, Sekiz) Köpekli Avşarı’na diğeri de (Bidil Afşarı, Taifi Afşarı, Kızıl Süleymün vs.) İmanlu Afşarı’na mensup bulunuyordu. Bu İmanlu Afşarı obalarından kalabalık nüfuslu Bidil Afşarı teşekkülü, Yeni-il’in çözülmesi üzerine batıya göç etmiş ve Ankara’nın Bala kazası dahilinde yurt tutmuştur. Ankara’da Mugan gölü yakınındaki bir yer de bu oymağın adını taşımaktadır.

            5- Sis (Kozan):

            XVI. yüzyılda sis yöresinde kalabalık bir Avşar kolu yaşamaktadır. 1519 tarihinde Sis yöresindeki Avşarlar 28 obaya ayrılmışlardır.

            Avşarlar’ın Orta ve Batı Anadolu’da yer adlarına sahip Oğuz boyları arasında en başta gelen teşekküllerden biri olduğuna daha önce işaret edilmişti. Bunun yanı sıra o bölgedeki Yörük toplulukları arasında da bu boyun adını taşıyan bazı oymaklar görülmektedir.

            6- Uşak:

            Uşak bölgesi XVI. yüzyılda oldukça mühim bir Yörük topluluğunun yaşadığı bir yer idi. II. Selim devrinde bu Yörük topluluğu arasında oldukça büyük bir Avşar oymağı da görülmektedir.

            7- Aydın:

            Aydın’ın Boz-doğan kazası dâhilinde Çullular adlı bir oymak arasında 28 vergi nüfuslu Avşar adlı bir oba bulunduğu gibi,  Birgi çevresinde de nüfusu bunun kadar olan Avşarlu ve Balabanlu adlı başka bir oymak vardı.

            Bunlardan başka Ankara’nın güney batısında yaşayan Haymana adlı topluluğa mensup Sivri-Hisar toprağındaki Sanlu oymağının obaları arasında Afşar adlı bir oymak görülmektedir.

            XVIII. Ve XIX. Yüzyıllarda Avşarlar:
            Bu bahiste yalnız Haleb Türkmenleri Avşarları’nın torunları söz konusu edilecektir. Ana boyun asıl kalıntısı olan bu Avşarlar’ın İran’a giden boydaşları gibi, kuvvetli bir birlik duygusuna sahip bulundukları görülüyor. Bu sebeple, türlü amillere rağmen, onlar Fırka-i İslahiyye gelinceye kadar güçlü ve mağrur bir oymak olarak varlıklarını sürdürmüşlerdir.

            X. KIZIK

            Kızık’ın adı tarihi kaynaklarda geçmemekle beraber tahrir defterlerinde ve diğer arşiv vesikalarında bu boydan bahsedilmektedir. Tahrir defterlerinde Kızıklar’a ait 28 yer adı görülmektedir ki, bunlardan pek çoğu şimdi de mevcuttur. Bu Kızık yer adlarından beşinin Ankara’nın Çubuk ve Ayaş kazalarında görülmesi, bu bölgeye Kızık boyuna mensup oldukça mühim bir zümrenin yerleştiğini gösterir.

            XI. BEĞ-DİLİ

            Bu boy, Reşided-din Oğuz-namesinde hükümdar çıkaran beş boydan biri olarak zikredilir. Yine Reşided-din’de Harizm Şahlar hanedanının bu boydan çıktığı söylenir ise de bunu kabul etmeye imkân yoktur.

            XVI. yüzyılda Beğ-Dili’ye ait tahrir defterlerinde 23 yer adına rast gelinmiştir. Bunlar ile bu boy 16. sırada yer almıştır. Şimdi bu yer adlarından ancak yarısı kalmıştır. Beğ-Dilliler Kuzey-Suriye’deki Türkmenler’in Boz-Ok kolunu meydana getiren boylardan biri idi.

            Beğ-Dililer ve diğer Türk oymakları sonraları devlet tarafından da bir sürgün yeri olarak kabul edilen Rakka bölgesinde yalnız susuzluk ve kavurucu sıcaklar ile değil, Arap boyları ile de mücadele etmek zorunda kalmışlardı. Mücadele bilhassa pek kalabalık olan Tayy ve Aneze Arapları ile yapılıyordu. Çok nüfuslu ve çok savaşçı olan bu kabileler ile sayıca onlardan daha az olan Beğ-Dili’nin ve diğer oymakların yiğitçe savaştıkları görülüyor. Rakka İskânı Türkmenleri’nin Araplar ile Rişvan ve Milli Aşiretleri ile yaptıkları savaşlara dair bir çok şiirleri zamanımıza kadar gelmiştir. Bu güzel şiir bu mücadelelerle ilgili görülüyor.

            “Rakka çöllerinden gelen gaziler,
             Rakka’nın da gonca gülü soldu mu?
             Yeniden bir haber duydum oradan
             Cerid Bekir öldü derler öldü mü?

             Cerid Bekir öldü ise kırıldı kilit,
             Yolumuza çöktü bir kara bulut,
             Gördülü Kerim’le Bayındır Halit,
             Kolu bağlı cellatlara vardı mı?

             Kul Sa’dun’um der ki bulamadık vefa
             Hükmümüz geçerli şol Kaf’dan Kaf’a
             Ulaşlu oğlu, Hacı Mustafa
             Alaylara bölük bölük böldü mü?

            Şiirde görüldüğü üzere, bu savaşlarda ün almış yiğitlerin adları geçiyor ve Cerid Bekir’in ölümünden duyulan teessür anlatılıyor. Ceridler’den bir oymağın da Beğ-Dililer’e komşu olarak Belih Çayı kıyısına yerleştirildiklerini biliyoruz. Bu Sil Süpür Ceridi olup, şimdi Kırşehir ile Keskin’e bağlı köylerde oturmaktadır.

            XII. KARKIN

            Karkınlar, Kaşgarlı’nın bazı hususlarda diğer boylara uymadıkları ve Halac şeklinde ayrı bir ad taşıdıklarını söyleyerek listesine almadığı iki boydan biri görünüyor. Fakat bu husus ne olursa olsun Karkın boyu Oğuzlar’ın tarihinde mühim rol oynamış bir teşekküldür. XVI. yüzyılda Anadolu’da boya ait 62 yer adı tesbit edilmiştir ki, bunlar ile Karkın boyu, listede beşinci sırada yer almıştır. Bu boy defterlerde Karkın’dan başka, Garkın, Karkun ve Kargun gibi imlalarla yazılıyor.

            XVI. yüzyılda Anadolu’daki Karkın oymakları başlıca Haleb Türkmenleri, Boz-Ulus, Dulkadırlı Ulusu ve Hamid (İsparta) sancağında yaşamaktadır.

            1- Haleb Türkmenleri:

            Haleb Türkmenleri arasındaki Karkın oymağı 193, 71 ve 41 vergi nüfusu olmak üzere üç kola ayrılmıştır. Bunlardan sonuncu kolun Deveciler adını taşıdığı da kaydedilmiştir. 978 (1570) tarihinde bu oymağın asıl büyük kolunun Ayıntab ve Rum-Kale taraflarında yaşamakta olduğu görülüyor. XVII. yüzyılın ortalarına doğru Karkınlar, oturak Karkın, Göçer-Karkın olmak üzere, hayat tarzına göre, iki kısma ayrılmıştır. Bahsedilen devirde Göçer-Karkınlar 218 vergi evine sahip bulunmaktadır. Oturak-Karkınlar ise 74 evli, 23 bekârdan müteşekkildir. Bunlardan başka 6 evli küçük bir Karkın oymağı Haleb şehrinde, üç evlik küçük bir Karkın zümresi de ivegi oymağına ait bir köyde yerleşmiştir. 11 evlik diğer bir Karkın zümresinin de Şam vilayetinde Aralık-Evi adını taşıyan bir yerde yaşadığı bildiriliyor.

            2- Boz-Ulus:

            Boz-Ulus’taki Karkın oymağı da üç kol halinde olup, ikisi asıl Boz-Ulus topluluğunda, biri de onun Dulkadırlı teşekkülleri kümesinde bulunmaktadır.

            3- Dulkadırlı:

            Bu il arasındaki Karkın oymağı Haleb Türkmenleri arasındaki Karkınlar’dan nüfusça biraz daha kalabalıktır. Fakat bu Karkın oymağı toplu bir halde değil, dağınık bir durumda bulunmaktadır. Bu oymağın kollarından en büyüğü, Dulkadırlı elinin oymaklarından biri olan Dokuz, diğer adı ile Bişanlu boyunun bir obasını meydana getirmiştir. Bu oba, boyun diğer birçok obaları gibi güneydeki Kargılık yöresinde yaşamakta idi. Dokuz boyu arasında Karkın adlı bir obanın bulunması da iki teşekkül arasındaki kabilevi bir akrabalıkla ilgili olabilir. Dulkadırlı-eli içindeki Karkın oymağının bir kolu da Dede-Kargın adındaki bir Şeyh’in, Göksun’da bulunan zaviyesine hizmet etmektedir. Bu Dede-Kargın’ın XIII. yüzyılda yaşamış olması mümkündür. Hacı Bektaş-ı Veli Vilayetnamesi’ne göre Hacı Bektaş-ı Veli Boz-Ok’ta Türkmen içinde Kır-Şehir’e giderken kerametine şahit olduğu Hacı İbrahim adlı bir çobanı erenlik mertebesine eriştirerek onu Boz-Ok ve Üç-Ok arasına gönderiyor. Hacı İbrahim, Boz-Ok ve Üç-Ok arasında ünlü bir Şeyh olarak tanındı. Bu tarikat adamının Niğdeli Kadı Ahmed’te geçen Niğde yöresindeki İbrahim Hacı her halde bir başkasıdır. Yine Vilayetname’ye göre Hacı İbrahim’in ölümünden sonra Dede-Kargın oğulları ile Hacı İbrahim’in oğulları arasında geyik derisi tac giymek üzerinde anlaşmazlık çıkmış en sonunda Dede Kargın oğulları davayı kazanarak geyik derisinden tac giymek onların ve müridlerinin hakkı sayılmıştır. İşte Göksun’da zaviyesi olan Dede-Kargın bu Dede Kargın olacaktır. Fakat mezarının nerede olduğu hakkında herhangi bir kayda rast gelinmedi. Fazla olarak Birecik yöresinde ve Mardin’in güneyinde de Dede-Kargın adlı köyler görülmektedir.

            4- Çukur-Ova:

            Tarsus bölgesinde yaşayan ünlü Kusun boyu arasında da 24 evlik Karkın adlı bir oba bulunduğu gibi, Adana’nın kuzeyinde yurt tutmuş olan Dündarlu boyu arasında da bu adda bir oba görülmektedir.

            5- İç-İl:

            II.Beyazid devrinde Silifke yöresinde, büyük Boz-Doğan boyunun obaları arasında 48 vergi nüfuslu Karkın adlı bir oba da yaşamakta idi.

            6- Hamid ve Teke Sancakları:

            Hamid sancağının Eğirdir yöresinde oturan Yörükler arasında 250 vergi nüfuslu bir Karkın oymağı vardır. Fakat bu Karkın oymağı bu yöredeki büyük Karamanlı boyuna bağlı gösteriliyor.

            Yine XVI. yüzyılda aynı adda bir oymağın da Teke’de yaşadığı görülür.

            1102 (1691) yılında Rakka eyaletinde yerleştirilen Beğ-Dili obaları arasında Karkın adlı bir obanın da adı geçiyor. Bu yukarıda bahsedilen Göçer-Karkınlar olabilir. Seyyah Niebuhr, Ayıntab bölgesinde olmak üzere, Dede-Karkın (Dade-Kirkan) adlı bir oymağın adını zikreder.

            XIII. BAYINDIR (Bayındur)

            Reşided-din Oğuz-namesi’ndeki Üç-Oklar’ın en asil boyu sayılan Bayındırlar’ın Oğuzlar’ın eski tarihlerinde mühim bir rol oynadıklarını gösterebilir.

            Bilindiği üzere Dede-Korkut destanlarındaki Oğuzlar’ın başında da Kamgan oğlu Bayındır Han görülmektedir. Bunun Ozanlar tarafından Ak-Koyunlu hanedanını yükseltmek için destanlara sonradan sokulmuş olması muhtemeldir. Fakat Bayındır Han’ın babası olarak Gök-Han değil de Kamgan gibi bir ismin verilmesi izah edilemiyor.

            Tahrir defterlerinde 52 köy ve ekinliğin Bayındır adını taşıdığı görülüyor. Bunlar da diğerleri gibi, Anadolu’nun orta ve batı bölgelerinde bulunuyor. Bu yer adlarından başka Adana’nın Haruniye kasabasının batısındaki bir yöre de Bayındır adını taşıyor. O zamanlar bir yörenin (nahiye) bir oymağın adını taşıması, çok defa o yörede oturanların hepsinin veya çoğunun yörenin adını taşıdığı oymağa mensup olduğunu gösterir. Bu Bayındır yöresi adını zamanımıza kadar devam ettirmiştir.

            Şimdi İzmir’e bağlı Bayındır kasabası XVII. yüzyılda da vardır. Evliya Çelebi, bu kasabanın adının Orhan Gazi’nin oraya “Bayındır Kavmini” yerleştirmesinden aldığını söylemektedir. Bunun Evliya Çelebi’nin kendisine mahsus izahlarından biri olduğundan şüphe edilemez.

            XIV. PEÇENEK

            Bu adda X. ve XI. yüzyıllarda Kara-Deniz’in kuzeyinde ve Balkanlarda mühim siyasi roller oynamış bir Türk elinin bulunduğunu biliyoruz. Bundan başka XI. yüzyılda Peçenek adında bir Oğuz boyu da vardı. Kaşgarlı Türk Peçenek eli ile Oğuz Peçenek boyunu ayrı zikreder.

            Şüphesiz Oğuz Peçenek boyu, Türk Peçenek elinin bir parçası olup, Oğuzlar’ın tabiyeti altına girmiş ve zamanla Oğuzlar’ın bir boyu haline gelmiştir. Perçenekler, Bayındır, Çepni ve Çavuldurlar gibi Oğuz-Han’ın dördüncü oğlu Gök-Han’a bağlanmışlardır. Peçenek boyuna ait tahrir defterinde ancak dört köy adı görülebildi ki bunlardan dördü de diğer boylara ait pek çok yer adları gibi, Ankara sancağında bulunmaktadır. Bu münasebetle Ankara bölgesinde Selçuklu fethinden beri çok yoğun bir Türkmen kümesinin yaşamış olduğunu bir defa daha dikkati çekelim. XII. yüzyılda Ankara Türkmenleri’nin ünü Horasan’a kadar gitmişti.

            Ankara sancağında Peçenek köyleri Yaban-Ova, Murtaza-Ova ve Kasaba kazalarında bulunmaktadır. Bu köyler adlarını zamanımıza kadar devam ettirmişlerdir. Bunlardan başka yine Ankara’ya bağlı Şerefli Koç-Hisar yakınındaki bir vadi de Peçenek özü (Peçenek vadisi deresi) adını taşıyor. Yalnız şimdi bu Peçenek özü’nde Yeni-İl’e bağlı Türkmenler’in köyleri bulunmaktadır. Bu durumda Ankara ilinde Yenimahalle, Altındağ, Çamlıdere, Çubuk kazalarına bağlı dört köy, Ayaş’a bağlı bir ekinlik (mezra) ve Koç-Hisar’a bağlı bir vadi Peçenek adını taşımaktadır.

            XV. ÇAVULDUR (Çavundur)

            Bu boyun adı XVI. yüzyılda Anadolu’da umumiyetle Çavundur şeklinde söyleniyor. Bunun yanında kelimenin eski şekli ile (yani Çavuldur) birçok köy olduğu gibi, Çavdur şeklinde bazı köylere rast gelinmektedir. Mezkür yüzyılda bu adlarda Anadolu’da 21 yer adı görülüyor.

            XVI. ÇEPNİ

            Anadolu’nun bir Türk yurdu haline gelmesinde en mühim rolü oynamış boylardan biri de Çepniler’dir. Bununla ilgili olarak onlar Yukarı Kelkit boylarından Bursa ve Koca-eli yörelerine uzanan sahada geniş bir yayılma hareketinde bulunmuşlardır. Gerçekten, tahrir defterlerine göre Sivas’da üç köy Zile ile Ak Dağ Madeni arasında Çekerek çayı kıyılarında 32 kışlakta yaşayan kalabalık bir Çepni topluluğu, Amasya’da 1, Boz Ok’da 1, Ankara’da 1, Çankırı’da 1, Çorum’da 3, Kastamonu’da 5, Bolu’da 5, Hüdavendigar (Bursa) sancağında 5, Koca Eli’nde 1, Karasi (Balıkesir)’de 1 yer adı görülür. Diğer boylardan pek çokları için bu gibi bir yayılmadan söz edilemiyor. Bu yayılmanın da 1240 yılındaki Baba ishak Türkmenleri’nin ayaklanması veya Moğol baskısı ile olması muhtemeldir.

            Velayetname’ye göre Kırşehiri’nin Suluca Kara Höyük köyüne gelen Hacı Bektaşi Veli’nin ilk müridlerini bu köyün halkı teşkil etmiştir. Bunlar ve hatta komşu köylülerden bazıları veya birçoğu Çepniler’den idiler.

            Çepniler’den kalabalık bir kümenin de 1279 yılında Sinop yöresinde yaşamakta olduğunu görüyoruz. Aynı yılda Çepni Türkleri (Turkan-i Çepni) Sinob’u almak için kadırgalarla gelen Trabzon Rum İmparatorunu yenip geri dönmeye mecbur bırakmışlardır.

            XVII. SALUR

            Oğuzlar’ın tarihinde mühim roller oynamış boylardan biri de Salurlar’dır.

            Moğol devrine kadar adı Salğur şeklinde yazılan bu boy Reşided-dindeki destani-tarih’e göre, Oğuz hükümdarlarından Dib-Yavku’nun büyük beğlerinden Ulaş ve Ulat Salurlar’dan olduğu gibi, İnal-Han’ın veziri ile naibi de yine bu boydan idiler. Yine orada İnal-Han’ın oğlu inal-Soyram Yavku’nun vezirinin de Salur’dan olduğu yazılıyor.

            Dede-Korkut destanlarına gelince, bu destanlardaki Oğuz elinde Salurlar en şerefli mevkii işgal ediyorlardı. Gerçekten bu Oğuz elinin kudretli hâkimi Kazan Beğ’in Salurlar’dan olduğunu biliyoruz.

            XVIII. EYMÜR (Eymir)

            XVI. yüzyılda bu boya ait Anadolu’da 71 yer adına rast gelinmiştir. Bu sayı ile Eymürler dördüncü sırada yer almaktadırlar. Eymür yer adlarından birçoğu Sivas-Tokat bölgesinde bulunmaktadır. Yine aynı yüzyılda Anadolu’da muhtelif yerlerde olmak üzere Eymir adlı oymaklar da görülür. Bu boyun adı, Anadolu’da daha ziyade Eymir (ve hatta bazen belki de İmir), İran ve Harizm Türkmenleri arasında Eymür şeklinde yazılır.

            XIX. ALA-YUNTLU

            Bu boya ait XVI. yüzyılda 44 yer adına rast geliniyor. Bunlardan başka aynı yüzyılda, bilhassa Orta ve Batı-Anadolu’da Ala-Yuntlu oymakları da görülmektedir. Orta Anadolu’da Oğuz boy adlarının en fazla bulunduğu bölgelerden biri de Ankara sancağıdır. Oğuz boy adlarından çoğuna ait yer adlarına bu bölgede rastlamak mümkündür. Nitekim Ankara sancağında bu boyun adını taşıyan 3 köy görülmektedir. Bundan başka aynı bölgede bu adda küçük bir oymak da vardır.

            XX. YÜREGİR (YÜREĞİR)

            Bu boyun adı tahrir defterlerinde Yüragir ve Uragir şekillerinde yazılıyor. Yüreğirler’e ait aynı defterlerde 44 yer adı görülüyor. Şimdi Türkiye’de her yerde Yüreğir ve Üreğir yer adları r-l değişmesi ile Yüreğil ve Üregil şeklinde söylenmektedir. Bu yer adlarına dâhil olmayan Adana’nın güneyinde Seyhan-Ceyhan ırmakları arasındaki verimli yörenin adı da Yüreğir olup, burası Yüreğir boyunun kışlağı idi. Bu gün burası Yüreğil şeklinde söylenir. Şimdi Türkiye’de, bu yöre adından başka 10 yer adı kalmıştır. Bunların hepsi de Üreğil ve Yüreğil şeklinde telaffuz ediliyor. Yukarıdaki 44 yer adından dördü Ankara sancağında bulunmaktadır. Şimdi Ankara’nın mahallesi olan Yüreğil, bunlara dahil değildir.

            XXI. İĞDİR (İGDİR)

            Tarihi ve coğrafi kaynaklarda adı az geçen boylardan biri ve İğdirler’dir yer adlarına gelince, XVI. yüzyılda bu boya ait 43 köy ve ekinlik görülebilmiştir. Bunlardan başka aynı yüzyılda, muhtelif bölgelerde olmak üzere, bazı İğdir oymakları da bulunmaktadır.

            XXII. BÜĞDÜZ (BÜGDÜZ)

            Reşided-din’deki bölümde bu boya mensup Kuzucu adlı bir beyden bahsedilmektedir. Kuzucu aynı yerde son Oğuz yabgusu Ali-Han’ın oğlu Şah-Melik’in atabeği geçer.

            Dede-Korkut destanlarındaki “bıyığı kanlı” şeklinde vasıflandırılan Emen Beğ de Büğdüz’den gösterilir. Bunlar Büğdüz boyunun Oğuzlar’ın islamiyet’ten önceki tarihlerinde ve islamiyeti kabul ettikleri devrin ilk zamanlarında destanlarda yankılar yapacak derecede bir rol oynadığını gösterir.

            Büğdüzler’e ait Anadolu’da 22 yer adı tesbit edilebilmiştir. Buna göre Büğdüzler Reşided-din’in listesinde olduğu gibi, bizim bu yer adları cetvelinde de sonlarda (17.) bulunmaktadır. Bununla beraber bu yer adları Büğdüzler’in de Anadolu’nun fetih ve iskânında diğer kardeş boyların yanında oldukça mühim bir rol oynadıklarını gösteriyor.

            XXIII. YIVA (İVA)

            Selçuklular devrinde adı sık sık geçen boylardan biri de Yıva’lardır. Kaşgarlı bu boyun adının İva, Yawa, Yıva,  Yava, Awa gibi beş söyleniş şeklini tesbit etmişti. XII. yüzyılda onlardan El-ivaiyye veya İva şeklinde bahsediliyor.

            XXIV. KINIK

            Kınıklar, bilindiği üzere, Selçuklu hanedanını çıkarmış olan boydur. Hâlbuki bu boy Oğuz boylarının islamiyet’ten önceki siyasi ve içtimai mevkilerine göre tanzim edilmiş olan Reşided-din’in listesinde en sonuncu sırada bulunmaktadır.



KAYNAKLAR VE İNCELEMELER
“Kargın” ile ilgili bu bilgilerin bir araya getirilmesinde evvela “Türk Dünyası Araştırma Vakfı” yayınlarından Sayın Prof.Dr.Faruk SÜMER’in Oğuzlar (Türkmenler) adlı eseri.
Ahmet Refik (Altınay), Anadolu”da Türk Aşiretleri (966-1200), İstanbul Devlet Mat. 1930 Özellikle burada yayınlanan berat, ferman ve benzeri belgelerin büyük b.ir kısmı İç, ve Güneydoğu Anadolu”yu yakından ilgilendiren belgelerdir. Bu belgelerin yine büyük bir kısmı bir bütün halinde incelendiği zaman Musul Vilayetine Bağlı bir yerleşim yeri olan Rakka”nın Göçerevli Türkmenlerin Anadolu”ya yerleşim sistemlerini ortaya koyması bakımından çok büyük önem taşımaktadır. Genellikle yayla ve arasi ihtilafında dayalı iç kargaşaları ele almış olması bu kargaşalar çıkmadan önceki düzeni bize göstermesi bakımından büyük bir önem taşımaktadır.
Akçay, İlhan Dr., Ankara Harikası Çubuk Kalender Dede, Eser Mat., Ankara 1969.             Akkuş, Mehmet Doç. Dr., Dede Garkınzadeler, Tasavvuf Dergisi , Yıl 1, Sayı 2 Aralık 1999.
Akkuş, Mehmet, Doç. Dr. , 19. Asırda Bir Bektaşi İcazetnamesi, İlmi ve Akademik Araştırma Dergisi Tasavvuf, Yıl 1, Sayı 1, Ağustos 1999.
 Bu iki dergide Dede Kargın Ocağı ile ilgili Mersin’den gelen belgeler yayınlanmıştır. Bu belgeler Kargın”ın Gaziantep kolundan gelmektedir. Gaziantep kolundan gelecek olan diğer belgeler Sayın Hamdi Karkın Bey tarafından araştırma merkezimize teslim edilecek ve dergimizin diğer sayılarında yayınlayacağız.
Ana Britanica, Kalaç-Halaç Maddeleri , C. 10, C. 12, Ana Yayıncılık, İst. 1988
Her ne kadar Türk Ansiklopedisinde Karkınlarla Kalaç Türkleri arasında bir bağlantıdan söz edilse de daha çok iran ve afganistan dolaylarında yaşayan bu kolla Karkınlar arasında bir ilişkiyi selirleyemedik. Ancak karkınlar üzerine kazakça yazılmış bir kitabın Kazakistan”da basıldığına dair bilgiler araştırma merkezimize ulaşmıştır. Aşıkpaşazade, Tevarih-i Al-i Osman’dan Aşık Paşazade Tarihi, Maarif-i Umumiye Nezareti Celilesi Tarafından Basılmıştır. İst. 1332 Dede Kargın”la ilgili en eski bilgi hep bu kaynaktan alınarak kullanılmıştır. Dede Kargın”ın halifeleri ve bunların yaptıkları ile ilgili hiçbir bilgiye rastlanmamış olması bir çok bilginin karanlıkta kalmasına sebep olmuştur.
Atalay Besim, Divanı Lügati’t- Türk Tercümesi, T.D.K. Yay. No: 501, Ankara 1986.
 Baha Sait Bey, a.İttihat Terakkinin Alevilik Bektaşilik Araştırması, Türk Yurdu, Eylül 1926, No: 1, b.
Sofyan Süreyi-Kızılbaşlık Meydanı, Türk Yurdu Ekim 1926, Sayı 22
Bardakçı Cemal, Alevilik, Ahilik, Bektaşilik, 4. Baskı, Ankara 1970
Bardakçı, Cemal, Kızılbaşlık Nedir? , Işık Basımevi , İst. 1945
Benekay, Yahya, Yaşayan Alevilik Kızılbaşlar Arasında, Varlık Yay. İst. 1967
Birdoğan, Nejat, Anadolu Aleviliğinde Yol Ayrımı, İçerik- Köken, Mozaik Yay., İst. 1995.
Birdoğan Nejat, Anadolu ve Balkanlarda Alevi Yerleşmesi, Ocaklar-Dedeler-Soy Ağaçlar, Mozaik Yay. İstanbul 1992.
Birdoğan özellikle seyyitlik kavramı ile ilgili belirsizlikleri şöyle fade eder: “Böyle soy ağacı edinen dedelerin kendilerini Arap saymaları çok sıkça görülmektedir. İçlerinden üniversite bitiren, yıllar yılı devletin üst orunlarında görev yapan kimi dede soylular emekli olduklarında Dedeliğe soyunmakta ve “Ben Arabım” demektedirler. Bu karşın gene gene bir kısım üniversite diplomalı dede soylular da Arap olmaya yanaşmamakta ve bu kez “Muhammed ile Ali”yi Türk saymaktadırlar. Bunun da sayısız örnekleri vardır. Üçücü bir kesim de “Ne biz Arabız. Ne onlar Türk”tür. Biz onların çocuğuyuz. Onlar insanlığın snırları içine giremez. Her bir şeydir onlar...” diye garip bir tutum takınmaktadırlar. Ne diyelim? Yeni araştırmacılara ve araştırmalara gereksinim var.” (Sayfa 190.)
Birdoğan Nejat, Anadolu’nun Gizli Kültürü Alevilik, Berfin Yayınları, İstanbul 1995.
Coşan, Esad, Prof. Dr., Hacı Bektaş Veli, Makalat, Seha Neşr., İst. Tarihsiz. Ebu’l-Farac, Gregori, Ebu’l-Farac Tarihi, Çev: Ömer Rıza Doğrul, C. I. , Türk Tarih Kurumu Yay. Ankara 1945.
Eflaki, Ahmet, Ariflerin Menkıbeleri, Geliştirilmiş Yeni Basım, Remzi Kitabevi, İst. 1986.
Eraydın, Selçuk, Tasavvuf ve Tarikatlar, Marmara Üniversitesi, İlahiyat Fakültesi Vakfı Yay., İst. 1997.
Eren, Hasan, Türk Dilinin Etimolojik Sözlüğü, I. Baskı, Ankara 1999.
Fığlalı, Ethem Ruhi, Prof. Dr. , Türkiye’de Alevilik Bektaşilik, 4. Baskı, Selçuk Yay. İst. 1996.
Gökyay, Orhan Şaik, Dedem Korkudun Kitabı, M.E.B. Yay, İst. 1973.
Gölpınarlı, Abdülbaki, Velayetname, İnkılab Kitabevi, İst. Tarihsiz
Halaçoğlu, Yusuf, Prof. Dr., Osmanlılarda Devlet Teşkilatı ve Sosyal Yapı, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara
Iskakov, Kazakça Türkçe Sözlük, Çev: Yücel, Oraltay, 1984.
Karkın mad. Kara, Mustafa Dr., Tasavvuf ve Tarikatlar Tarihi, Dergah Yay. İstanbul 1995.
Kazak Tiling Tüsündürme Sözlüğü, Cilt IV,Kışlalı, Rahime-Yeşilyurt, Ali, Dede Kargın, şiirler, Can Mat. ve Yay., Mersin 1999.
Kocadağ, Burhan, Doğu’da Aşiretler Kürtler, Aleviler, Can Yay. İst. 1997
Koçak, Yunus, Hasan Dede Hayatı ve Öğretisi, Hasan Dede Belediyesi Kültür Yay. No. 3
Köprülü, Fuad, Ord. Prof. Dr., Türk Edebiyatında İlk Mutasavvuflar, Diyanet İşl. Başk. Yay. Ankara 1991.
Lugatname-i Dehhuda, C. 9, Tahran 1373.
Burada geçen Eş’Şenbeki maddesinde hadis bilgini olarak geçen Şenbeki’nin, tasavvuf bilgini Şenbeki ile ilişkisi olup olmadığını bilmiyoruz. Ancak araştırmacılara katkısı olması amacıyla bu bilgiyi İran kaynaklarından aktarmayı uygun görüyoruz.
Mehmet Neşri, Kitab-ı Cihannüma, Neşri Tarihi, Yayınlayanlar: Faik Reşit Unat- Mehmet Altan Köymen C.1 Türk Tarih Kurumu Yayınları, cilt:1 Ankara 1987.
Merçil, Erdoğan Prof. Dr. –Sevim, Ali Prof. Dr. , Selçuklu Devletleri Tarihi, Siyaset, Teşkilat, Kültür, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara 1995.
Noyan, Bedri, Doç. Dr. , Bütün Yönleriyle Bektaşilik ve Alevilik, C. I, Ardıç Yay. Ankara 1998 Ocak, Ahmet Yaşar, Babailer İsyanı, Dergah Yay. 2. Baskı, İst. 1996.
Ocak, Ahmet Yaşar, Kalenderiler ve Bektaşilik, Doğumunun 100. yılında Atatürk’e Armağan, Ayrı Basım, Edebiyat Fak. Mat. İst. 1981.
Onarlı, İsmail, Şeyh Hasan Aşireti, Anayurttan Anadolu’ya, Aydüşü Yay. İst., 2001.
Ostrogorski, George, Bizans Devleti Tarihi, Çev: Fikret Işıltan, Ank. 1981
(Ayrıca bkz.Yerasimos Stefanos, Türkiye’de Geri Kalmışlığın Tarihi isimli çalışmasında Bizans ve Batı Kaynaklarına dayanarak bu iç kargaşalar sebebiyle nüfusun önemli ölçüde azaldığını anlatır. C.I , s.20-100) Türklerin Anadolu’ya geliş yıllarında Anadolu’nun nüfusu konusundaki bilgiler özellikle Bizans kaynaklarında 2. 400.000 ile 4.000.000 arasında gösterilmektedir.
Örnekleriyle Türkçe Sözlük, C. II, M.E.B. Yay. Ank. 1995.
Pakalın, Mehmet Zeki, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, M.E.B. Yay. İst . 1993.
Rıza Nur Dr., Türk Tarihi, C.II., III., Matbaa-i Amire, İstanbul 1924.
Şapolyo, Enver Behnan, Mezhepler ve Tarikatlar Tarihi, Türkiye Yayınevi, İst. 1964
Şemseddin Sami, Kamus-i Türki, İkdam Yay. Dersaadet 1317
Tanıklarıyla Derleme Sözlüğü, Türk Tarih Kurumu Basımevi, C.8, Ankara 1972
Tanıklarıyla Tarama Sözlüğü, Türk Tarih Kurumu, Ankara 1963.
Türk Ansiklopedisi. , C. 21, M.E. B. Yay. Ank. 1974.
Türk Kültürü ve Hacı Bektaş Veli Araştırma Dergisi, Sayı 8,19,
(Okuyucularımıza özellikle “Kızılbaş Alevilerinin Düşkün Ocağı” Ali Yaman(sayı 8); “Türkmen Adına Dair Bazı Fikirler” Dr. Tufan Gündüz(Sayı 8); “Seyyit Garib Musa Türbesi” Necdet Sakaoğlu(Sayı. 8); “Bir Ocağın Soy Şeceresi” Araştırma Merkezi, “Ali Abbas Ocağı” (sayı 19); “Bir Ocağın Tahlili” Araştırma Merkezi, “Seyyid Mahmut Hayrani Ocağı”(Sayı 19); “Amuca Kabilesinde Hıdırellez Gelenekleri”, Refik Engin,(Sayı 18); “Birinci Dünya Savaşında Erzincan Cephesiyle İlgili Yeni Belgeler ve Balaban Ocağı”, Vatan Özgül(Sayı19); bu sayılarda yayınlanan ve bilim dünyasının ilk defa karşı karşıya geldiği bilgileri bir bütün halinde okumalarını öneririz. Böylece buradan çıkan bilgilerle ocakların sosyal, kültürel ve ekonomik işlevlerinin daha iyi anlaşılacağı ve Kargın Ocağının öneminin daha iyi anlaşılacağına inanıyoruz. )
Türkay, Cevdet, Başbakanlık Arşiv Belgelerine Göre Osmanlı İmparatorluğunda Oymak-Aşiret ve Cemaatler, Tercüman Yay. İst. 1979.
Türkçe Sözlük, Yeni Baskı, 2. Cilt, T.D.K. Yayınları, Ankara 1988.
Yinanç, Refet, Doç. Dr.-Elibüyük, Mesut, Yard. Doç. Dr. , Kanuni Devri Malatya Tahrir Defteri, (1560) Gazi Üniversitesi Yay. Ank. 1983.
Yörükan, Yusuf Ziya, Anadolu’da Aleviler ve Tahtacılar, Kültür Bak. Yay. Ank. 1998
Yusuf Has Hacib, Çev.Reşit Rahmetî Arat, Kutadgu Bilig, Türk Tarih Kurumu, Yay. İst. 1947 ve internet’te kaynağı belli olan veya belli olmayan bu ad veya başka adlar altında yayınlanan özel ve genel bilgilerden bir araya getirilmiş olup, bu bilgilerin tamamının kaynağını tesbit etmek yazı ve bilgilerde belirtilmediği için mümkün olmamıştır. Bu bilgiler sadece köyümün adının nerden ve Türk dünyasında bulunan yerini öğrenmek amacıyla tarafımdan yapılan  şahsi bir araştırma niteliğinde olup, gerek ticari ve gerekse başka bir amaçla yapılmamıştır. Sadece bilgi edinmek ve köyümüz halkının da bilgi sahibi olması amacıyla yapılmış bir çalışma niteliğindedir. Bu nedenle üçüncü kişiler bu belge ve bilgilere istenildiği taktirde her zaman gerekli bir araştırma neticesinde ulaşabileceklerdir. Faydalanmış bulunduğum tüm bilgi ve belgeler için belirtilen veya bilgi noksanlığından dolayı belirtilemeyen tüm kaynaklar ve kaynak sahiplerine , Türk dünyasına  yaptıkları bu değerli katkılardan dolayı sonsuz teşekkürlerimi bir borç bilirim.
                                                                                      Saygılarımla.
                                                                                   10.Şubat.2015
                                                                          Münür Yaşar UYGURTAŞ